Cezaevinde tutulan Halkların Demokratik Partisinin  önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutuklu olduğu Sincan Cezaevi Kampüsünde 15 – 16 Şubat tarihlerinde yapılan duruşmalarda yapmış olduğu ön savunmaların tam metnini eksiksiz olarak yayınlayarak tarihe not düşüyoruz.

15 ŞUBAT 2018 TARİHİNDEKİ SAVUNMASI  

Demirtaş’ın 15 Şubat günü görülen duruşmada yaptığı savunmanın 1. bölümü

Avukat arkadaşlarıma, izleyici arkadaşlarıma, dayanışma için burada bulunan arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

Duruşmanın aleniyeti öncelikle kamuya tümüyle açık olmasıyla gerçekleşir. Birkaç ziyaretçinin içeri girmesi kamuya açık olduğu anlamına gelmez. Gazeteciler sarı basın kartı olmadan da içeri girebilir. İzleyiciler içeri girmeye çalışıyorlar, milletvekillerimiz bile duruşma salonuna ulaşmakta zorlanıyorlar. Aslında bu dava 3 yıldır basın üzerinden hazırlanıyorduysa, basına bu kadar güveniliyorduysa keşke duruşma canlı yayınlansaydı, isteyen internetten, televizyondan izleyebilseydi. Beni suçlamaya gelince son derece aleni bir şekilde yapılıyor bu, yargılamaya gelince engellenmeye ve kısıtlanmaya çalışılıyor. Özellikle izleyicilerin buraya ulaşamaması için özel bir tedbir alınıyor iktidar tarafından. Duruşma da Sincan’da görülüyor, güvenlik gerekçesiyle. Asıl mahkemem Diyarbakır’da, güvenlik gerekçesiyle buraya getirildi. Ankara merkezde güvenlik yoksa yeniden duruşmanın nakli istensin dedik. Bu da yapılmadı. Şimdi Sincan’da, başka bir ilçede başka bir yargı çevresinde, başka bir ağır ceza yargı çevresinde duruşma yapılıyor, sizler de buraya gelip beni yargılıyorsunuz. Dolayısıyla mümkün olduğunca kamudan, halktan uzaklaştırılmaya çalışılan bir yargılama süreci izliyoruz.

Benim saklayacak bir şeyim hiçbir zaman olmadı. Görünen o ki, iktidar bu duruşmada konuşulanları ya da konuşulacakları kamuoyundan gizlemeye çalışıyor. En nihayetinde iletişim çağındayız, teknoloji çağındayız. Türkiye’nin en ücra köşesine kadar burada söylediklerim ulaşacaktır. Hükümetin bugüne kadar muhalefet üzerinde, yargı üzerinde, medya üzerinde, benim dosyam üzerinde yaptıkları teşhir olacaktır.

Dün kaldığım yerden devam etmek istiyorum. İddianamelerin hazırlandığı dönemin, fezlekelerin hazırlandığı dönemin siyasi ilişkilerini, saiklerini, atmosferini anlatmaya çalıştım. Halen bu süreç bitmiş değildir. Kesintisiz devam eden bir siyasi süreçtir. Fakat her fezlekenin hazırlandığı dönemin kendine özgü siyasi ilişkileri de vardır. Hem parlamento açısından hem Türkiye kamuoyu açısından hem de bölgesel açıdan farklı siyasi gelişmeler vardır. İddianame öylesine hazırlanmış ki, 10 yıllık siyasi faaliyetler tek bir siyasi konjonktür içinde değerlendirilmiş. Bir siyasetçinin konuşmaları değerlendirilecekse, konuşmanın yapıldığı siyasi dönemin atmosferi, ilişkileri; bunlar ele alınmadan o siyasi konuşmanın içeriği tam olarak neye tekabül ediliyor bu anlaşılamaz.

İddianame kendince bir kurnazlıkla 31 davayı birleştirerek 10 yıllık siyasi konuşmaları, ki hayatım boyunca yaptığım konuşmalar 31 tane değil, 30 bin tane konuşma yaptım, ama cımbızlama yöntemi ile 31 fezleke seçilerek, birkaç tanesi öne çıkarılarak, bir fezleke üzerinden de kamuoyu yaratılarak, bir algı operasyonu ile tutuklamaya karar verildi.

CEMAAT OPERASYONLARI GÖRMEZDEN GELİNDİ

İddianame hukuk dışı saiklerle, yargının elde etmek istediği amaçtan uzak, AKP’nin elde etmek isteyeceği amaçlara dizayn sürecinden geçti. Bunun bir kısmı Cemaat yargısı tarafından yapıldı. Dün küçük bir kısmına değindim. 12 fezlekem Cemaat başsavcı ve savcılarınca hazırlandı. Onun dışında tutuksuz olduğum dosyalarda da benzer müdahaleler var. Ama özellikle son 1 yıldır hazırlanan fezlekeleri bir yana bırakırsak, ondan önce hazırlanan fezlekelerin tamamında aynı saik var.

Çözüm süreci vardır bir yanda, bizim hükümetle, AKP ile görüşmelerimiz var, Türkiye’de barışçıl yol ve yöntemlerle Kürt sorununun çözümü konusunda bir siyasi irade var. Bu irade her ortaya çıktığı dönemde de Cemaat’in yargı eliyle, medya eliyle müdahalesi vardır. Bunlar birçok alanda soruşturuldu, ortaya çıkarıldı. 17–25 Aralık, 15 Temmuz darbe girişimi somut örnekleridir. Fakat çözüm süreçlerine ve benim iddianameme, davama yansıyacak kadar gerçekleşmiş olan Cemaat operasyonları görmezden gelindi, örtbas edildi. İlginç bir şekilde Cemaat’in yaptığı yasa dışı dinlemeler, bana ait olmayan konuşmalar, ortam dinlemeleri, çarpıtılmış tapeler, üretilmiş tapeler, elde olmayan deliller konusunda yargılamalar yapıldı. Yargıçlar tutuklandı, kaçanlar oldu. Fakat bunlardan hiçbir ders çıkarılmamış gibi Selahattin Demirtaş’ın iddianamesine bunların hepsi konuldu. Hiçbir elemeye tabi tutulmadı.

Belediye eşbaşkanlarımız tutuklandı, kayyumlar atandı. Birçoğunun dosyasına bakıyorsunuz, Cemaat’in hem Emniyet İstihbarat’ta hem de yargıda etkili olduğu dönemlerde topladığı kanuna aykırı delillerle tutuklanıyorlar. Yani yeni bir faaliyetinden, yeni bir icraatından dolayı tutuklanmadılar. Özellikle adına KCK operasyonları denilen, bugün dosyanıza bir kısmı yansıtılan bütün bu algı, kumpas operasyonlarının devamı olarak hala biz bunun sanık olarak muhatabı oluyoruz. Bunlar ne zaman ayıklanacak, bizimle ilgili kısmına dair yargı ne zaman bir cevap verecek, savcılar bu konuda FETÖ’nün ürettiği delillerle dava açmaya ne kadar daha devam edecek. Bu tuzaklar, bu kumpaslar, siyaseti tuzağa düşüren, iktidarı tuzağa düşüren, AKP’yi tuzağa düşüren bütün bunlarla ilgili hiç değilse iç hukuka uygun bir değerlendirme ne zaman yapılacak. İddianame hazırlandı, soruşturma bitirildi, kovuşturma 15 aydır devam ediyor, ama merak ediyoruz. Gülen Cemaati’nin her türlü ilişkisi tüm boyutlarıyla deşifre olmuşken, yargılanıyorken, onların siyasete, yargıya yaptığı müdahaleler sonucunda biz neden hala sanık olarak muhatabız. Olsa olsa benim bu dosyada tanık olmam lazım.

OPERASYONU SİYASİ İRADE KOORDİNE ETTİ

Bize siyasi operasyon yapıldı derken, siyasetçi olarak hamaset yapmak için söylemiyorum. Milletvekillerine nasıl bir gözaltı operasyonu yapıldığını yargıçlar olarak herhalde basından izlemişsinizdir. Biz 5 ayrı Cumhuriyet Başsavcısı’nın soruşturduğu 12 milletvekili, Bingöl, Hakkari, Diyarbakır, Mardin, Ankara ve Şırnak; 6 Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma; örneğin Selma Irmak milletvekilimizle ilgili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma yürütüyor. İdris Baluken Milletvekilimizle ilgili Bingöl Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma yürütüyor. Bizim usulümüzde koordinatör savcılık yok, merkez savcılık yok. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yerel savcılıkları koordine etmek gibi bir durumu yok. Herkesin ayrı başsavcısı var. Her şehir kendi başsavcılıkları nezdinde operasyon yürütür. Tabii ki, devam eden suçla ilgili birçok şehri ilgilendiren bir takip varsa o suçla ilgili koordine yapılır.

Fakat birbiriyle hiç alakası olmayan suçla ilgili, birbirinden haberi olmaması gereken bu 6 başsavcılık ne hikmetse 4 Kasım 2016’da gece 01:00’da 12 milletvekilinin evine aynı anda polis gönderiyor. Tesadüfe bak. 6 tane başsavcı kendi yürüttüğü soruşturma ile ilgili milletvekillerini gözaltına almaya karar veriyor. Hiç birbirlerinden haberleri yok, tesadüfe bakın, hepsi de 4 Kasım’da, hepsi de gece 01:00’de polisi kapıya gönderiyor. Bu kadar tesadüf inanılmaz iş. Kim koordine ediyor bunu? Daha önce avukatlarım itirazda bulundu. Ben de itirazlarımı ilettim. Kim koordine ediyor? 12 milletvekili, azılı katilleri, kaçmak üzere olan suçluları yakalarmış gibi yüzlerce polisle, kar maskeli polislerle evimizin basılmasını kim koordine etti? Bizler kaçmıyorduk, milletvekiliyiz, bir gün önce parlamentodaydım ben. Ama hayır, ille evimiz basılacak, evimizden alınacağız, hepimiz aynı saatte. Bunu ancak bir irade koordine edebilir. Siyasi irade.. Yargısal bir irade bunu koordine edemez.

Varsa böyle bir şey sormanız lazım. Taleplerimiz arasında olacak. Kimin koordine ettiğini İçişleri ve Adalet Bakanlarına sormanız lazım. Çünkü emniyet güçleri İçişleri Bakanı’na, savcılıklar da Adalet Bakanı’na bağlı. Eğer koordinasyon bakanlıklar üzerinden yapılmışsa, bunun dosyanıza yazılı olarak gelmesi lazım. Bir bakan parlamentonun üyesinin hangi saatte gözaltına alınacağına nasıl karar verir? Bunun sorulması lazım. Açık aleni bir suçtur. Yürütmenin böyle bir görevi yoktur. Yürütme, yargının verdiği bu konudaki kararları yerine getirir sadece. Durup dururken gözaltı, yakalama kararı alamaz. Milletvekilleriyle ilgili evin basılması kararı alamaz. Ama görünen o ki, kararı alan bakanlıklar. Savcılıklar burada sadece pratisyen olmuştur. Onun dışında 12 milletvekili aynı saatte, birbiriyle alakasız dosyalardan, birbiriyle alakasız şehirlerde nasıl gözaltına alınabilir? Bu öyle bizim es geçeceğimiz bir durum değil. Yargılamanın ileriki aşamalarında çok dile gelecek.

Gün gelecek bunlar iktidardan düşecek. Hiçbir iktidar sonsuza kadar kalmamış. Türkiye de, demokrasi aksasa da, demokratik bir hukuk devleti olarak gelişmesini sürdürecek. Ve bugünün bakanları, bugün bu siyasi operasyona imza atmış yargı elemanları günü gelecek bu kumpaslardan Türkiye’de adil yargı karşısına çıkacak. Bu hep böyle olmuştur. Devlet adına hareket edenler kapalı bir işlem yapsa da, devlet onu kendi içinde absorbe eder. Ama devlet adına değil bu, bu Cemaat adına. Bir parti adına, bir kişi adına hareket edenler hesap verirler. Bunun kaçarı yok. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bunun sayısız örnekleri var. Şu anda yargı bir devlet kurumu olarak bizi yargılama faaliyetini yürütmedi, millet adına da bir karar almadı. Siyasi iradenin, yürütmenin baskısı, iktidarın baskısı ile ne tür bir siyasi amaç elde edilmek isteniyorsa, ona odaklanmış bir şekilde faaliyet yürütüldü.

ANLATIKLARIM ERCİYES DAĞI, ULUDAĞ KADAR GERÇEKTİR

Şimdi ben bunları anlatıyorum ya, sanki bilinmez bir şey anlatıyormuşum gibi, hayır. Erciyes Dağı, Uludağ ne kadar gerçekse bu söylediklerim de o kadar gerçek. Sokaktaki insan bunu biliyor.

Benim dosyam da böyledir. Herkes neyin ne olduğunu biliyor. Bir siyasi operasyonla, bir kumpas faaliyeti yürütülüyor. Bize düşen de, bunun mahkeme salonlarında böyle olmadığını anlatmaya çalışmak. Yani, iddia makamı hiçbir iddiasını delillendiremiyor, ortaya koyamıyor; bize düşen de suçsuzluğumuzu ispatlamaya çalışmak. Yaptığımız çalışma bu. Suçsuzluğumuzu ispatlamaya çalışıyoruz. Çünkü suçluluğumuzu ispatlayacak bir şey yok, ama dışarıda yaratılan algı, medya üzerinden oluşturulan algı, siyasi operasyonun yarattığı algı başka bir dünyaya tekabül ediyor. Dolayısıyla suçsuzluğunu ispatlamak zorunda olan biz oluyoruz. Bu, sanığa yüklenemeyecek bir külfet olmasına rağmen, bu ve benzeri dosyalarda maalesef bu sorumluluk bizim tarafımızdan yerine getirilmek zorunda kalınıyor.

Mahkemeniz bu konuda olabildiğince yardımcı olmalıdır. Suçsuzluğumu ispatlama konusunda demiyorum. Yargının en azından, yürütmenin baskısı altında olamayacağını kararlarıyla göstermelidir. Ara kararlarıyla göstermelidir. Ben buraya merhamet dilenmeye, af dilenmeye falan gelmedim. Türkiye’de bir siyasetçiyim. Bu ülkenin yurttaşıyım, bu ülkeyi de sevdiğim için siyaset yapıyorum, mücadele ediyorum. Bu ülkenin her bir yurttaşının çıkarı benim şahsi çıkarımdan üstündür diye siyaset yapıyorum, bunları göze alıyorum. Ama sizler de yargı olarak kararlarınızda en azından, yürütmenin oluşturduğu bu baskının yargıyı etkilemediğini ve etkilemeyeceğini hissettirmelisiniz. Her ara kararınız bunu göstermelidir.

İşte, başlangıçta ifade ettiğim gibi, kamuya açık yargılama. Bu dosya gizli bir dosya değil. Bu dosyada gizlilik kararı yok, bu duruşmada gizlilik kararı yok. Herkes izleyebilmeli. İzleyici sınırı bile olmamalı. İsteyen herkes gelmeli, izlemeli, görmeli. Ve nasıl bir yargısal faaliyet yürütüldüğünü görmeli. Ve mümkünse sizler de, yürüteceğiniz adil yargılama faaliyetiyle hem şeklen hem içerik olarak, hem usulen hem de görsel olarak şu mesajı vermelisiniz: Türkiye’de yargı bitmedi. (Hakim: İsteyen herkes izliyor zaten Selahattin Demirtaş.)

Sincan’dayız ve isteyen herkes izlese burada en az 500 bin kişi olurdu. 50, yok 20 izleyici var. Ben sadece, 6 milyon oy almış bir partinin Eş Genel Başkanıyım. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, – az önce onu anlatmaya çalıştım – hiç değilse böyle davranmayın. 6 milyon oy almış bir partinin Eş Genel Başkanı’nın duruşmasında herhalde izleyici…  (Hakim: Size bir şeyimiz yok, biz gelen herkesi alıyoruz. Bunu da bilmeni istiyoruz.) Şunu herhalde sizler de kabul edersiniz ki, isteyen herkes buraya gelemiyor. İsteyen herkes gelse bile 50 kişilik koltuk ayrılmış durumda. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Yani bu, çok aleni bir şekilde, mahkemenizin de bütün bu siyasi operasyonların önüne geçmek için herhangi bir tedbir almadığını, almayacağını gösteriyor. Herhalde bunu da söylememde hiçbir sakınca yok, net bir şekilde ortada.

UÇAKLARI SABAHTAN HAZIRLAMIŞLAR

Bizlere aynı gece, aynı saatte operasyon yapanlar, biz daha savcılığa çıkarılmadan, daha mahkemelere, sorgu hakimliğine çıkarılmadan havaalanında uçak hazırlamış. Uçak hazırlanmıştır. Mesela, sizler gerçekten bunu adil, bağımsız bir soruşturma için tehlikeli bulmaz mısınız? Yürütme nasıl böyle bir hazırlık yapar sabahtan? Kardeşim, sen bunun tutuklanacağını nereden biliyorsun? Bir tutuklansın da ondan sonra hazırlığını yap. Hazırlık yapmak zor değil. Bir uçağa koymak ya da karayoluyla cezaevine götürmek. Sabahtan uçak hazırlanmış. Diyarbakır Havaalanı’nda, bir tane THY’ye ait büyük bir yolcu uçağı, yolcusuz bir şekilde, sabahtan apronda bekliyor. Tutuklanacak milletvekillerinin hangi cezaevine götürüleceği belli, Kandıra ve Silivri’de odalar hazırlanmış. Daha biz ifade vermemişiz, sorgu hakimi daha karar vermemiş, savcılık işlemini yapıyor.

Bize haber geliyor, uçaklar hazır, cezaevlerinde de hazırlık yapılmış. Benim ve Figen Hanım’ın Kandıra Cezaevi’ne gönderilmesine karar verildi, tutuklanmamıza karar verildikten sonra. Evrağın üzerine el yazısıyla Kandıra yazıldı. Beş dakika geçmedi, geldiler üstünü bir kalemle çizdiler, Edirne yazdılar. Ekip değiştirildi, Edirne yazıldı, Edirne’ye götürülmeme karar verildi. Havaalanına gittik, tutuklanan diğer milletvekili arkadaşlarım THY’ye ait, yolcu olmayan, sadece onların içinde olacağı şekilde boş bekletilen büyük uçağa alındılar ve Kandıra ile Silivri cezaevlerine gönderilmek üzere yola çıkarıldılar. Ben ve Eşbaşkanım Figen Hanım da önceden hazırlanmış özel bir jetle, küçük bir jetle önce Kocaeli’ye getirildik, Figen Hanım orada Kandıra Cezaevi’ne götürüldü. Kendisiyle vedalaştık, ayrıldık. Ben aynı uçakla Çorlu Havaalanı’na getirildim. Çorlu Havaalanı’ndan helikopterle Edirne Stadyumu’na indirildim. Stadyumdan da cezaevine götürüldüm.

Bunları niye anlatıyorum? Tam 15 aydır duruşmalara ‘güvenlik yok, personel yok, imkan yok’ diye çıkarılmıyorum. Türkiye’nin 20 ayrı şehrinde yargılanıyorum, dün anlattım birkaç örneğini, Kayseri’de, şurada burada. Uyduruk ne kadar şey varsa dava açılmış. Savunma yapamıyorum. Gelmek istiyorum duruşmaya diyorum, “Hayır, ya SEGBİS ile ya da getiremiyoruz.” Mahkeme getirilmeme karar veriyor, Bakanlık cezaevine baskı yapıyor, “güvenlik yok, imkan yok, personel yok, götüremiyoruz” diyorlar.

Bizi tutuklarken özel jetlerle, helikopterlerle cezaevine rahat rahat getirdiniz? Yargılarken niye bu kolaylık gösterilmiyor? Bizi cezaevine o gece, alelacele yetiştirmek için elinizden ne geliyorsa fazlasıyla yaptınız, Bakanlık olarak. Çünkü alelacele hepimizin cezaevine sokulması lazımdı. Alınan karar buydu, operasyon hazırlığı böyle yapılmıştı, yargı sadece bu işlemleri usulî olarak yerine getiriyordu.

BU ÜLKENİN ASLİ UNSURUYUZ, SAHİBİYİZ, PARYASI DEĞİLİZ

Operasyon AKP’nin operasyonuydu. HDP’ye karşı AKP operasyonu. Önceden biriktirilmiş ne kadar kumpas bilgileri de varsa savcılar bunları toplamıştı, gizlilik kararı koydukları için de avukatlarımızın, bizim görme şansımız da yoktu. Hangi fezlekelerden tutukluyuz, 3 ay boyunca iddianame kabul edilene kadar bilemedik. Çünkü soru sorulmasını da kabul etmedim ben. Bilmediğim fezlekelerle ilgili soru soramazsınız. Kısa bir beyanda bulundum; bu siyasi bir operasyondur, siyasi bir soruşturmadır, Erdoğan’ın talimatıyla açılmış bir soruşturmadır dedim ve tutanağa öyle geçirdim. Ki savcı bunu, Cumhurbaşkanı’na ve yargıya hakarettir diye iki ayrı fezlekeden soruşturma hazırlayıp Meclis’e gönderdi, “Sen nasıl böyle ifade verirsin?”

Şimdi isteniyor ki, bize her şey yapılsın, yargı hizmetinden adil bir şekilde faydalanmayalım. Vergilerimizle oluşmuş bakanlıklar, hükümetler hizmet üretirken bize her türlü ayırımcılığı yapsın, ama biz sesimizi çıkarmayalım. Biz kimiz? 6 milyon oy almış, nüfusuyla, çoluğuyla çocuğuyla birlikte belki 15 milyonluk bir nüfusa tekabül eden bir kitleden söz ediyoruz. Bu ülkenin parçasıyız, parçası değil asli unsuruyuz, sahibiyiz. Paryası değiliz.

Bu ülkeye bir günlüğüne turist olarak gelen insanın bile her türlü hakkı hukuku olmalı. Biz bunu savunuyoruz, ama ülkemizin yurttaşları olarak, bu ülkenin sahipleri olarak biz daha savcılıklarda mahkemelerde karakollarda şurada burada vatandaş olduğumuzu anlatmaya, ispatlamaya çalışıyoruz. Bu toprakların sahibi olduğumuzu halen anlatmaya çalışıyoruz.

BİZE DÜŞMAN HUKUKU UYGULAYAMAZSINIZ

Bu ülkenin hiçbir yurttaşı düşman değildir, düşman hukuku uygulanamaz. Ya zanlıdır ya sanıktır. Vatandaş düşman olmaz. Vatandaştan düşman üretemezsiniz. Ülkenin hiçbir vatandaşını düşman olarak göremezsiniz. Bize düşman hukuku uygulanmaya çalışılıyor. HDP’nin görüldüğü yerde düşman görmüşçesine işlem yapın havası yayılmaya çalışılıyor. Bu yargıda böyle, bürokraside, hükümette böyle. Parlamentoda bile böyleydi.

2007’de hatırlıyorum da, parlamentoya ilk girdiğimizde bazı vekiller hayatında ilk defa Kürt görmüş gibi davranıyordu. Kimi kuyruğunuz var mı yok mu… 2007’den söz ediyorum. Sonra aradan birkaç ay geçti, baktılar biz de insanız ve bu ülkeyi seven yurttaşlarız. Siyasi düşüncemiz var, bu kadar. Ve biz bunu ispatlamak için 100 yıldır uğraşıyoruz. 1924’ten beri bizleri inkar eden Anayasa yürürlüğe girdiğinden beri bunu anlatıyoruz. Bunu anlatan herkes düşmandır. Sözle de anlatsa düşmandır, yürüyüşle de anlatsa düşmandır, Meclis’e de girse düşmandır. Şiddet, silah kullanan… Yasalar gereğini yapacaktır, onu hiçbir zaman savunmadık. Ama söz söyleyeni, en sert şekilde de söyleyeni yasalar bile korurken, nasıl düşman muamelesi yapılabilir. Bu ülkenin birliğini o zaman nasıl sağlayabilirsiniz. Bu ülkenin vekillerinin evlerini aynı gece basıp, arkasından bir ay daha geçmeden Anayasa değişiklik paketini Meclis’e sunarsanız, ülkenin önemli bir kısmını yurttaş olarak görmüyorsunuz demektir. Yargı da işlerini kolaylaştırmak için elinden geleni yapıyor, ne itirazlarımızı kabul ediyor. Ne gerekiyorsa, yürütmenin önüne açabilecek ne varsa onu yapabiliyorlar.

Oysa adalet iktidarın değil mülkün temelidir. Partiler, kişiler gelip geçicidir. Başka partiler 10 yıl 50 yıl bilemem, ama bu ülke kalacak, bu toplum burada olacak. Yargı o yüzden hükümetin, kişilerin, dönemin yargısı olamaz, olmamalıdır. Bizim en büyük güvencemiz odur. Parlamento değişir, seçimden seçime değişir. Normaldir, hükümetler değişir. Toplum bunun kararını seçimlerden seçime verir. Yargı değişirken, evrensel adalete doğru yürüyüş içinde olmalıdır.

Parlamento baskı altında, buna itiraz edene de yargı bir sopa ile yaklaşırsa buna kim itiraz edecek. Bunlar önemli meselelerdir. Davamızın da konusudur Çünkü her fezlekede konuşmalarım aşağı yukarı buna tekabül eder. Lehe olan tek bir cümle bile iddianamede yok. Bu iddianameyi alın dünyanın başka bir ülkesine götürün, Demirtaş diye biri var, iddianamesi de budur. Bu kadar da vahşi bir insan olamaz derler. Ama Demirtaş bu değil, yaptığı konuşmalar bundan ibaret değil. Bu konuşmalar suç taşımamakla birlikte partimin ve benim bütünsel görüşlerimizi de ifade etmiyor.

Hiç değilse farklı tarihlerdeki açıklamalar da yansıtılsaydı. Hiç değilse yargı bizi anlamış, ama anlamasına rağmen yargılıyor derdik. Siz bizi anlamamışsınız, bu yüzden kendimizi anlatıyoruz. Bu yüzden iddianame hazırlık sürecinden soruşturma sürecinin alt yapısına kadar uzun uzadıya anlatıyorum. Sanki Demirtaş ve arkadaşları bu ülke için hiç iyi bir şey yapmamışlar. Bu ülke için elini taşın altına koymamışlar hiç bir zaman. Bu iddianamede ibaret olan, bir terör örgütü kurmuş anlayışı anlatılıyor.

ÇÖZÜM SÜRECİ BAŞARISIZ OLDU, HESABINI BİZDEN SORUYORLAR

Biz hükümetten çok daha fazla risk aldık her dönemde. Ülkenin barışı için, demokrasi için, huzuru için. Bunların hiç birini okumadık. Dün bir şey söyledim işte kamuoyunda gündem oldu. İmralı’dan not geldi vesaire. Bunun gibi binlerce şey yaşadık. Binlerce, yüzbinlerce kilometre yol yaptık barış için. İmralı’ya Kandil’e… Hükümetin yürüttüğü çözüm sürecinin başarısı için. Ne reklamını yaptık, ne yorulduk ver yansını ettik. Sırrı bey burada mı bilmiyorum, gelmiş mi? Şunu hep konuştuk. Bir gün çözüm süreci başarıyla sonuçlanırsa madalyayı birine takacaklar. Taksınlar önemli değil. Ama çözüm süreci başarısız olursa hesabını da bizden soracaklar. Bundan emindik. Çözüm süreçleri başarılı olursa devlet barışı ülkesine getiren lider olarak tarihe geçer, çözüm süreci başarısız olursa ilk günah…  (DUYULAMADI)

HDP yöneticileri, meclis üyeleri, belediye başkanları, milletvekilleri… Tutuklananların tam listesi var. 10 binden fazla üyemiz, aktivistimiz, yöneticimiz tutuklandı 2009’dan bu yana. Neredeyse hiç durmadı. Bunun listesi dosyada detaylı bir şekilde var. Bir siyasi partiye karşı sistematik yargı operasyonu kesinlikle yargının bağımsızlığı konusunda tereddüt oluşturur. Sadece son 2 yıl içerisinde bin 778 kişi tutuklandı. Bunlar partimin resmi yöneticileri. Manisa il teşkilatının kongre yapacağı akşam, bir gün sonra seçilecek olan yönetimin tamamı tutuklandı. Yeniden kongre yapıldı, üç gün sonra yine yönetim tutuklandı. Toplamda 4 yönetim 70 kişi tutuklular. 900 sayfa iddianame hazırlamışlar. Kişi başı da 200 TL ödeme yapılırsa iddianameyi tebliğ edecekler. 47 il yönetimimizin ya tamamı ya bir kısmı ya birkaç yönetim ya da yönetimin tamamı… Ve bunlar 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra başladı. Arkadaşlarımın tutuklanma nedenleri, gerekçeleri, Demirtaş ve Yüksekdağ posteri paylaşmak. HDP yöneticisi olmak. Tutuklama gerekçesi. PKK yöneticisi olmayı anladık da, HDP yöneticiliğinden aleni bir tutuklama gerekçesi olmasını görmedik. Mutlaka bir gün bir mahkeme bunları inceleyecek ve sistematik bir tasfiye anlayışının olduğu ortaya çıkacak.

KURUMLARA VE MECLİS GRUBUNA YAZDIĞIM MEKTUPLARA EL KONULDU

Cezaevi koşullarını Bakanlığa yazdım, parlamentoya yazdım, uluslararası kurumlara, CPT’ye, AİHM’e yazdım. Denetlenemez deniyor. Zarfı açıp bakamazlar bile, doğrudan o adrese gönderilir. El koyma kararı verdiler, ulaştırmadılar. Cezaevi koşullarını Bakanlığa yazdım el koydular, Meclis grubuna yazdım el koydular, CPT’ye yazdım el koydular. İtiraz etti avukatlarım Edirne infaz hakimliğine, tek bir satırla reddedildi. Edirne Cezaevi bilmem ne kurumunun aldığı karar uygun olduğundan reddedildi. Sıfır gerekçe. Dolayısıyla o aşamada da ne savunma konusunda bir hazırlık yapabildik, ne dosyaya bir hakimiyetimiz oluştu, ne de cezaevinde avukatlarımla birlikte yapmaya çalıştığımız hukuki müdahalelere izin verildi. Bu da yargı eliyle yönlendi. İdare bunu yapıyordu, yargı da onaylıyordu. Hepsi şu anda AYM’ye götürülmüş durumda.

Vay bu mektup Avrupa Konseyi’ne yazılmış, avukata iletilen, ‘Mektup Okuma Komisyonunca yapılan incelemede el konulmasına’. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komisyonu’na yazdığım mektuplara el konulmasına… Yaptığım itirazın reddine, alınan kararın yasa ve yönetmeliğe uygun olması gerekçesiyle…

Bununla da yetinmediler. Ben parlamenterim, bir siyasetçiyim, bir partinin Eş Genel Başkanıyım. Partimi yönetme, parlamentodaki çalışmalara katılma hakkım var, tutuklu da olsam katılma hakkım var. Bütün imkanları kullanarak hem yasama hem denetleme faaliyetlerine katılma hakkım var. Engellenmesine rağmen ikincide, üçüncüde parlamentoya ulaştırabildim. Şu anda da avukatlarım aracılığıyla parlamentoya yasa teklifi verebilirim. Ama benim parlamento grubuna göndereceğim konuşma metni cezaevi Mektup Okuma Komisyonu tarafından sakıncalı bulundu. Hükümeti eleştirdiğim kısımların tamamı çıkarıldı, kuşa döndü. CHP’ye dönük eleştiriler ve girişteki selamlama kaldı. İtiraz ettim.

Dedim ki, grup konuşmama kimse müdahale edemez. Grup konuşması denetlenemez, hakkında soruşturma açılamaz. İki tane infaz koruma memuru burayı beğenmedik, çizdik diyemez. İtiraz ettim. Tek bir satır cevap geldi, reddedildi. ‘Alınan kararın yasa ve yönetmeliğe uygun olduğundan reddine’. Bunların hepsi yargı kararı. Yani siyasi faaliyetim tutuklu olduğum dönem içinde engellensin diye elinden gelenin fazlasını yaptı. Ben hiçbir şekilde parlamentoya, Meclis grubuma gönderdiğim görüşleri de kamuoyundan saklamadım. Bu görüşlerim yıllardır tekrar ettiğim görüşlerdir zaten. Ama ne hikmetse bir milletvekilinin yazılı olarak konuşma göndermesi engellendi. Yargı da buna sessiz kaldı. Parlamento buna sessiz kaldı. Parlamento diyemedi ki, parlamentonun üçüncü grubunun Eş Genel Başkanları kendi grubuna yazılı konuşma metni gönderiyor, kimse bunu engelleyemez, mutlak dokunulmazlık kapsamındadır. İstediğini söyler, tutukluysa da söyler, dışarıda da söyler.

Düşüncelerimi yazılı olarak da iletebilirim. Engellendi, halen de engelleniyor. Halen tutuklu olmamız sebebiyle siyasi rehine muamelesi görüyoruz. Siyasete müdahale etmemiz, partimizi yönetmemiz, parlamentodaki faaliyetlerimize katılmamız, sadece benim değil tüm arkadaşlarımın faaliyetleri aleni bir şekilde engelleniyor. Dosyada fazlasıyla örneklerini göreceksiniz.

Yargılandığım mahkemelerin neredeyse, siz de dahil tamamı benimle ilgili SEGBİS kararı aldılar. ‘Ne var canım SEGBİS’le yapsın, kameradan savunmasını yapsın’ dediler. Hazırlık aşamasında bir kısmına çıktım, fakat mahkemelere kovuşturma aşamasında bizzat gelmek istiyorum dedim. Bir de madem SEGBİS’le böyle bir imkan var, ben aynı zamanda milletvekili olarak kendi grubumda da SEGBİS’le bağlanıp konuşabilirim. Onun da başvurusunu yaptım, hakkım var. Yargının huzurunda milletvekili olarak konuşabileceksem, kendi parlamentomun huzurunda niye konuşamıyorum. Cezaevinde SEGBİS odasında bağlanıp haftalık grup konuşmamı yaparım. Çünkü Adalet Bakanı AİHM ve AYM’ye yaptığı savunmada Demirtaş ve diğerlerinin hiçbir siyasi faaliyetinin engellenmediğini iddia ediyor. Madem engel yok, hadi tutukluluktan kaynaklı bir engel var, onu anladık, onun dışında aşabileceğimiz engelleri aşalım. SEGBİS yoluyla siyasi çalışmaları sürdüreyim. Parlamento reddetti, mahkeme reddetti. Tabii tahmin edersiniz ki, tek satırlık gerekçeyle.

YARGI HALK İRADESİNE SAYGI DUYMUYOR

Aslında kimi yargıçların da gerekçelerini yazmaları lazım. Sanığın da bunu bilmek hakkıdır. Tam olarak hangi gerekçeyle bu kararlar alınıyor, kişiselleştirmesi lazım. Genel bir kararla bunu geçiştiremez. Selahattin Demirtaş’ın konumu, kişiliği, yaptığı görev, misyonu; bütün bunları birlikte değerlendiren ve o kararın Selahattin Demirtaş’a ilişkin bir karar olduğunu açıkça anlatan bir gerekçe oluşturması lazım. Bugüne kadar tek bir soruşturma veya soruşturmada benimle ilgili bir karar görmedim. Herkesle ilgili şablon karar neyse, katalog suçlar, kanuna uygun gibi gerekçelerle reddedildi.

Yine tutuklu olduğumuz dönemde, Cumhuriyet tarihinin en önemli anayasal değişikliklerinden biri yapıldı. Türkiye’nin hem rejim değişikliğine hem de yönetim değişikliğine yol açabilecek kapsamlı Anayasa tartışması başladı. Biz o dönemde oy kullanmak için parlamentoya başvuru yaptık. Çünkü parlamenterlik görevimiz devam ediyor. Tutuklu da olsak parlamenteriz ve bir tek oy Türkiye’nin kaderini değiştirebilir. Parlamentoda yeterli çoğunluğa ulaşmazsa Anayasa değişikliği kabul edilmeyecek. Tek bir oy bile bu kadar kıymetliyken, 12 milletvekilinin tutuklu yargılanması, 12 oyun kullanılamaması çok ağır bir irade ihlalidir. Oluşacak iradede meşruiyet sorunu yaratır.

Başvuru yaptık, bir yolunu bulun biz oy kullanmak istiyoruz dedik. İsterseniz bizi Ankara’ya götürün, bir imkanını bulun dedik. Gerekçesiz bir şekilde reddedildi. Parlamento başkanı, “tarihimizde böyle bir şey yok” dedi. Böyle bir şey yok tarihinizde doğru da, tarihinizde bu kadar çok milletvekilinin tutuklanması da yok. HEP döneminde tutuklamalar yapıldı, parti kapatıldığı için milletvekillikleri düştü arkadaşlarımızın. Biz milletvekiliyiz. Bu ilk değil. Yargı bize vermedi, yargı alamaz. Kesinleşmiş bir hükümle, yeniden parlamento kararıyla ya da seçimlerin yenilenmesiyle halk geri alabilir. Ama Meclis Başkanı, İçişleri ve Adalet Bakanları, yargı bu iradeyi tanımıyor. Saygı duymuyorlar. Bu iradenin kendini parlamentoda, tutuklu da olsa, ifade edebilme hakkının olabileceğini idrak edemiyorlar.

Halen de burada, bu dosya itibarıyla hem tutuklu olmam, hem yargılanıyor olmam siyasi görevlerime, parlamenterlik görevime ağır bir saldırıdır. Bizler çünkü parlamentoda denetim de yapıyoruz. Kimi? Hükümeti denetliyoruz. Yürütmenin her türlü eylem ve işlemini millet adına denetliyoruz. Yargı nasıl denetliyorsa biz de denetliyoruz. İlk denetim makamı da parlamentodur. Denetimin de birçok yolu vardır, ben şu anda bunların birçoğunu kullanamıyorum. Hükümet, benim ve tutuklu olan milletvekili arkadaşlarımın denetiminden muaf. Denetleseniz ne olur diyebilirsiniz. Bu kimseyi ilgilendirmez. Denetlemeyi kim yapar ona millet karar verir. Ama yargı eliyle şu anda milletvekillerine denetleme faaliyetlerinden men kararı verilmiştir. Yürütmenin rahat hareket edebilmesi için yargı yürütmeye kolaylık sağlamıştır. Bizim etkili bir şekilde muhalefet yapmamızın önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bunların hepsi yargı kararlarının sonuçlarıdır.

DEVLET SİZ DEĞİLSİNİZ, HEPİMİZİZ

Tüm dosyalarda şöyle bir şey yaratılmak isteniyor: Biz devlet adına sizi yargılıyoruz. Hayır, düzeltelim 2 şeyi yargı devlet adına yargılamaz, millet adına yargılar. İkincisi, yargı devleti tek başına temsil etmez. Devleti 3 erk aynı anda, birlikte temsil eder. 3 erk birbirinden bağımsızdır, ama bu üç güçten yasama, yürütme ve yargıdan en etkili olanı yasamadır. Kanun koyucu doğrudan milletin iradesini temsil edendir. Yani devlet dediğiniz siz değilsiniz, hepimiziz. Kimse bize devlet adına bu operasyonu yaptık diyemez, devlet sen misin yahu! Devlet 80 milyondur, onu temsil eden kurumlar da yasama, yürütme, yargıdır; ben de o devleti halkım adına temsil ediyorum. Kimse bize, devletin tokadını falan göstermeye kalkmasın. Devlet kimsenin babasının malı değildir. Devletse, biz de devletiz, hepimiz devletiz. Kimse devlet adına tehdit yöneltmeye kalkmasın. İktidar yaptığı açıklamalarla, yargıyı devletin bizim üzerimizdeki sopası olarak göstermeye kalkmasın. Yargı halkın yargısı olmak zorundadır. Yasada da böyledir, uygulamada da böyle olmak zorundadır. Karar verilirken de devlet adına karar verilmez. Millet adına karar verilir, hüküm kurulur. O nedenle bizler de bu milletin temsilcileri olarak asla devletin yargıladığı halkın temsilcileri olarak kendimizi kabul etmeyiz. Kendini devlet yerine koyanları da devlet olarak görmeyiz. Herkes haddini bilmelidir, biz haddimizi biliyorsak herkes bilmelidir.

Demirtaş’ın 15 Şubat günü görülen duruşmada yaptığı savunmanın 2. bölümü

45 klasör evrak oluşturmuş. Çünkü tutuklamayı oradan yapması için ağır bir baskı var. Tutuklama oradan yapılacak. Çünkü siyasi rant oradan elde edilecek. Demirtaş bundan dolayı tutuklanacak. Geri kalan 30 fezleke, ona da yargı baksın artık, bir şeyler bulsun minvalinde dosyaya sıkıştırılmış kendilerince. Çünkü  1,2,3 no’lu fezlekelerin tamamı kumpas. Elde olmayan kayıtlar, üretilmiş tapeler, sahte belgeler… Bunları dosyaya koymak da tabii ki suçtur. Bu konuda ayrıca suç duyurularımız devam edecek ve mutlaka bir gün yargı önünde bunları yapanlar hesap verecek, bundan hiç şüphem yok.

6-8 Ekim özel yoğunlaşması AKP’nin yönlendirmesi

Ama 6-8 Ekim özel yoğunlaşması sonucunda soruşturma açılmasındaki, iddianamedeki özel yoğunlaşma, çok bariz bir şekilde AKP’nin yönlendirmesidir. Çünkü 6-8 Ekim olayları döneminde – sonrasında daha doğrusu – benimle ilgili bir suçlama yok, partimle ilgili bir suçlama yok. Siyasi eleştiriler var karşılıklı. Haklı haksız, bizimle ve çözüm sürecini birlikte yürüttüğümüz Hükümet-AKP arasında gerilim var, siyasi gerilim var, karşılıklı siyasi eleştiriler var. Ama suçlama yok. Ne bizden yana, 6-8 Ekim olaylarıyla ilgili, ne onlardan yana.

Başka bir gücün varlığı, müdahalesi hem bizim hem o dönemki hükümet yetkilileri tarafından kabul ediliyor ve bunun araştırılması, üstünde durulması konusunda kafa yoruyoruz. Ama ne hikmetse 6-8 Ekim’den 2 gün sonra, birkaç ay önce Cumhurbaşkanlığı seçiminde rakip olduğumuz Recep Tayyip Erdoğan bir açıklama yapıveriyor, beni hedef gösteriyor. “Onun yaptığı çağrıyla sokağa dökülen” ve 50 küsur deniliyor gene, geri kalanlar küsur olarak… Maalesef tutuklama ve savcılık kararında da böyle yazıyor. Diyarbakır’daki, 50 küsur diye yazıyor. Yani 51 mi, 53 mü, 52 mi önemli değil. “50 küsur.” Ama bir isim zikrediliyor, Yasin Börü. Tek bir isim sadece. Bütün evraklarda tek bir isim. Geri kalan ölüler kim, isimleri yok, “önemli değil.”

Yoğunlaşma 6-8 Ekim olmalı denilmiş. Savcı oturmuş, 3 ay boyunca yoğun bir şekilde bunu çalışmış. Sadece kendisi çalışmamış ki. 2 yıldır zaten AKP ve medya bunun çalışmasını yürüttü. 6-8 Ekim, iddianamedeki özel yoğunlaşmanın en büyük nedeni, Cumhurbaşkanlığı seçiminde beni ekarte edemeyen ve bir sonraki seçimlere de parti olarak girmemiz halinde benim de yaratacağım etkiyle HDP yönetiminin bu partiyi barajın üstüne taşıyacağını gören AKP ve liderliği, özellikle benim kamuoyunda yıpranmam, siyasi olarak yıpranmam için bir kampanya başlattı. Çünkü hukuki olarak hiçbir aidiyet ilişkisi kurulamaz. Ne benimle ne HDP ile ne yöneticilerimizle… Çıkan olaylarla tek bir illiyet bağı kurulamaz.

“2 tweet atıldı, Türkiye karıştı” buna aklı başında olan kimse inanmaz zaten, delilleriyle de ben ortaya koyacağım. Hukuki sonuç elde etmek çok mümkün görünmüyor o günlerde. Ama siyasi sonuç elde etmek mümkün. Siyaseten yıpratmak, 54 kişinin katili olarak göstermek, ama 54 kişiyi de hep şöyle tarif etmek; “Yasin Börü ve diğerleri.”

Yasin Börü’nün vahşice katledilmesi bir barbarlıktır

Yeri geldiğinde tekrar da söyleyeceğim, Yasin Börü’nün vahşice katledilmesi bir barbarlıktır. Bunu yapanlar da, insanlığın şu kadarından zerre kadar nasibini almamışlardır. Eğer benim de bunda şu kadar, şu kadar, iğne ucu kadar katkım veya illiyet bağım varsa, aynı alçaklık bana da bulaşmış olsa gerekir. Ama o alçaklığın kime bulaştığını ve kimin soruşturmaları engellediğini burada delilleriyle ortaya koyacağım. Nasıl engellendiğini ortaya koyacağım.

Yasin Börü ne kadar insansa Antep’te ve İzmir’de linçle katledilenler de o kadar insandır

Diğer katledilen 44 HDP’linin isminin bile anılmadığı, küsurat olarak ifade edildiği iddianame benim açımdan da arkadaşlarım açısından da bir hakarettir. Yasin Börü ne kadar insansa, vahşice katledilmişse ve onun çocuk olarak anısı, annesinin ve babasının acısı ne kadar değerliyse, Antep’te linçle katledilen HDP’linin de İzmir’de linçle katledilenin de annesinin, babasının acısı da anısı da o kadar kıymetlidir. Kimse ona küsurat diyemez. Kimse Yasin Börü ve diğerleri diyemez. Yasin Börü ve 50 küsur kişi diyemez. Ama basın bunu yarattı. Bu algı yaratıldı ve bunun üzerinden siyasi sonuç elde edilmek istendi.

7 Haziran öncesi büyük bir kampanyayla “Demirtaş çağrı yaptı, sokağa döküldüler, 54 kişi öldü. Demirtaş’ın çağrısıyla sokağa dökülen, Demirtaş’ın çağrısıyla sokağa dökülen…” Sadece 6-8 Ekim’den sonraki 45 gün içerisinde aleyhimde 963 köşe yazısı yazıldı. Milyonlarca, milyarlarca yine sosyal medya yorumları – troller aracılığıyla – tweetler atıldı, mesajlar yayınlandı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, aslında bu 6-8 Ekim soruşturmasını ilk yürüten savcılıktır. İddianame hazırlanmadan önce soruşturmayı kendileri yürüttüler. Halen, bakın o dosyada, ifade vermek için Ankara Adliyesi’ne gelip ifadesini verememiş MYK üyemiz var. Savcı “Bugün git yarın gel” diyor. Acelesi yok. Niye? Siyasi sonucunu elde ettik zaten. Amaç zaten bir grup milletvekilini, Demirtaş’la birlikte bundan sorumlu tutmaktı. Geri kalanlar bizim için çok önemli değil.

Onlar daha ifade verememişler, biz bu dosyadan 15 aydır tutukluyuz. Bu dosyadan tutukluyuz. Bu fezlekeden tutukluyuz. Üst sınırı 1 yıl 3 ay olan bir fezlekeden tutukluyum ben. Kamuoyu zannediyor ki, ben 54 kişiyi öldürmekten tutukluyum. Hayır. Hakkımda böyle bir fezleke de yok. 6-8 Ekim fezlekesi, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılmamı isteyen bir fezlekedir. İddianameye de bu şekilde geçmiştir. Ve tutuklanmama gerekçe yapılan fezlekedir. Tutuklanmamız devamına gerekçe yapılan fezlekedir.

Ben, 6-8 Ekim’den bana istenen cezanın infazını bitirdim. İnfazı bitti. Ama ondan tutukluyum halen. Kamuoyu zannediyor ki, Demirtaş 54 kişinin katili olduğu için tutukludur. Böyle bir şey yok. Böyle bir iddia da yok ortada. Siyasi iddiayı ortaya koyacak delili olsaydı savcılığın zaten, bu 50 klasörün içine bir sayfa öyle bir delil koyardı. Ama mahkemeniz dahi, beni o fezleke ve o madde nedeniyle tutuklayan sulh ceza hakimi kararını her ay tekrarlamıştır; tutukluluk halinin devamına, aynı gerekçeyle.

Fezleke örgüt üyeliğinden, dava örgüt yöneticiliğinden

İddianame yine bu yönüyle hukuki hazırlık sürecinde başka bir garabet taşıyor. Soruşturma, fezleke örgüt üyeliğinden. Savcı örgüt üyeliğinden soruşturmayı yürütüyor. Dokunulmazlığımız kaldırılırken örgüt üyeliğinden. Örgüt üyeliğinden tutuklanmaya sevk ediliyoruz, sulh ceza hakimi bizi örgüt üyeliğinden tutukluyor ve 6-8 Ekim dosyasından. İki fezlekeden tutukluyum. 6-8 Ekim ve örgüt üyeliği.

Aradan 3 ay geçiyor. İddianameyi hazırlayan savcı davayı örgüt yöneticiliğinden açıyor. Öyle bir fezleke yok, öyle bir suçlama yok. Ne sorguda, ne soruşturmada, ne de fezleke aşamasında öyle bir şey yok. Yani fezlekesi olmayan bir suçtan iddianame düzenlenmiş hakkımda. Ve Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi demiyor ki, “bu milletvekilinin böyle bir fezlekesi yok, sen bunu örgüt yöneticiliğinden fezleke düzenleyip, Meclis’e göndermek zorundasın. Dokunulmazlığı kalkmamış bir suçlama ile ilgili soruşturma yapamazsınız. ”

Bu yargı görevini kötüye kullanmak suçudur. 15 aydır bu yapılıyor. Benim hakkımda örgüt yöneticiliği diye bir fezleke yoktur. Varsa mahkemeniz çıkartsın, ben bütün suçlamaları kabul edip cezaevine geri gideceğim. Örgüt yöneticiliğiyle ilgili hakkımda fezleke yoktur. Uydurdular, siz de kabul ettiniz. Valla bu fezleke yok demediniz. Tutuklamamın gerekçesinde de yok. Ama 3 ay sonra hazırlanan iddianamedeki sevk maddesinden benim tutukluluğumun devamına karar verdiniz. Tutukluluğumun devamına karar verdiğiniz fezleke yoktur. Böyle bir suçlama yoktur. Olmayan bir suçlamadan dolayı 15 aydır siz benim tutukluluğumun devamına karar veriyorsunuz. Böyle bir suçlama yoktur.

Parlamento sana yeni bir fezleke uydur demedi. Bunların hepsini toplayıp, hırsızlıktan örneğin bir şey buldum deseydi ne yapacaktınız. Ben bütün bu fezlekeleri yan yana getirdim Demirtaş hırsızlık yaptı denilseydi. Mahkeme böyle bir fezlekesi yok demeyecek miydi?

Suçun nitelemesini yaparken böyle bir özgürlüğe sahiptir değildir savcılık makamı. Milletvekili yargılıyorsunuz. Elindeki fezlekeler neyse, davayı oradan açarsın. Hepsini birleştirip örgüt yöneticiliği icat ettim. Böyle bir hakkınız yok. Vekil olmasam bunu soruşturma ve kovuşturma aşamasında rahatlıkla yaparsın. Açıkça belirtilmiştir, dokunulmazlığı kaldırılmış fezlekeler dışında hiçbir şekilde yargılanamaz milletvekili. Siz şu anda fezlekesi olmayan uydurma bir kanun maddesinden tutuklamış ve yargılıyorsunuz.

Özcesi, iddianame iki temel dayanak üzerine inşa edilmiş. Örgüt yöneticiliği, bunun fezlekesi yok; 6-8 Ekim 1 yıldan 3 yıla ceza talebi var. Yani olmayan bir fezleke ve 1 yıl gibi ceza istemiyle yargılanıyor. Yasa dışı bir şekilde, usule aykırı demiyorum. Usule aykırılık giderilebilir. Bu yasadışılıktır. Kanunsuzluktur, suçtur. TCK’de suçtur.

Katalog suç olmamasına rağmen tutuklama kararı verdiniz. Kaçma şüphesi yok, delilleri karartma iddiası yok. Her ay da kararı bu şekilde tekrarlıyorsunuz. Ortada katalog suç bile yok. Biri fezlekesi olmayan bir suçlama diğeri de katalog suçlardan olmayan bir suçlama.

Savcılık iddianameyi hazırlarken hızını alamamış, aslında ertelenmemiş bir sürü fezleke var davaya dönüşmüş. Şırnak’ta, Siirt’te 2911’den davalarım var. Birleştirilmemiş. Fakat 8 tane erteleme kararı alınmış fezlekeyi birleştirmiş ve dosyanıza koymuş.
(DUYULAMADI.)

FETÖ’cü savcının hazırladığı iddianame ile yargılanmayı kabul etmem

Bazı savcılara dokunulmazlık davaları konusunda güvenmediğimi belirttim. HSYK sorarsa isim de veririm, ama soramazlar çünkü içinde onlar da var. İddianameyi hazırlayan savcıyla ilgili iktidar partisinin de iddiaları bu. Ama bu ne soruşturuldu ne de üstüne gidildi. Ama biz tanık olarak isteteceğiz buraya. Ben sıradan bir insan değilim, parlamentonun üçüncü büyük partisinin Eş Genel Başkanıyım. Davanın savcısıyla ilgili iddialarım var. Bir yere suç duyurusunda bulundun mu, delil sundun mu, işlem yaptın mı, bunların sorulması lazım. Eğer varsa böyle bir soruşturma, ben FETÖ’cü savcının hazırladığı iddianame ile yargılanmayı kabul etmem. Benim kendisi hakkında en az 10 tane suç duyurum var. Sadece onunla ilgili değil, hakkımda bugüne kadar işlem yapıp gerekçesini açıklamayan, kasıt gördüğüm, görevi kötüye kullanma gördüğüm herkesle ilgili başvurularım var. Bir avukatım sadece bunlarla ilgileniyor.

Biz Kandil’e kafamıza estiği için gitmedik

Çözüm süreci yasası dediğimiz bir yasa var. 4 Şubat’ta Hakan Fidan’ın Cemaat savcılarınca ifadeye çağrılması üzerine gündeme gelmiş ve parlamentoda yasalaşmış bir yasadan söz ediyorum. O yasa çıkarılırken, çözüm süreci içinde bulunan kamu görevlilerinin bu faaliyetlerinden suçlanamayacağı gibi bir düzenlemeydi. Fakat sonra biz tartıştık bu yasayı, parlamentoda konuştuk; dedik ki, bu süreçte yer alanlar içinde siyasetçiler de var, akil insanlar, sivil toplum örgütleri var. Yarın bir gün yargı bu faaliyetlerden dolayı hepimizi suçlarsa bunun yasası var diyelim. Tamam Hakan Fidan önemli, ama binlerce insan var, gazetecilerden akademisyenlere. Dolayısıyla yasa herkesi kapsayacak şekilde genişletildi. Bu kapsamda çalışma yürüten herkesi kapsayacak şekilde genişletildi. Ve “bu kapsamda yapılan çalışmalar suç teşkil etmez” denildi.

Selahattin Demirtaş’ın günahı ne?

Şimdi iddianamede bazı fezlekelerim bu yasa kapsamında. Hiç gözetilmemiş. Bu yasa kapsamına giriyor demeliydi. İddianame kabul aşamasında da olmadı, aradan 15 ay geçti, bazı fezlekeler bu yönüyle iddianameye konu edilmemesi gereken fezlekelerdi. İşte Kandil’e gidiş, İmralı’ya gidiş. Bunların hepsi çözüm süreci kapsamında hükümetle koordineli yaptığımız ve bu yasa çerçevesindeki faaliyetlerdi. Biz Kandil’e kafamıza estiği için gitmedik. Her gidişimiz her dönüşümüz hükümetle, bürokratlarla toplantılarla belirlendi. Bu yasa yokmuş gibi davranıyor ya savcılar, soruşturma makamları, bu işin ucu çok farklı yerlere gider. Bu yasa kapsamına çok fazla insan giriyor. Onun da altını çizelim. Eğer suçlamaya dahil edilecekse de hep birlikte hesap veririz. Ne kadar AKP’li yetkili varsa, Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’ına, bürokratına kadar suç işlemişsek hep birlikte hesap veririz. Suçsa suç kardeşim. Yok değilse Selahattin Demirtaş’ın günahı ne? Bu yasa kapsamında nasıl böyle bir fezleke böyle bir iddianameye girer, şu aşamada bu kadar belirtmiş olayım. Yeri geldiğinde detaylı değineceğim.

Parti yöneticileriyle konuşmalarım iddianamede delil olarak gösterilmiş

Yine 1-2-3 no’lu fezlekeler, ortam dinlemeleri; tamamı yasa dışıdır. Üretilmiştir. Ben nerede ne yaptığımı bilirim. Ama iddianameye en azından bu dinlemelerin kaydını koyması lazım. Yoksa koymaması lazım. Kumpastır. İsimler yazmış, bu isimlerin kim olduğunu hiç değilse parantez içinde yazması lazım. Selma Irmak kimdir parti içinde, en azından onu yaz. Selma Irmak o dönem Eş Genel Başkan Yardımcısı’dır. Benim onunla yaptığım konuşmanın Grup Başkanvekili ile partinin Eş Genel Başkan Yardımcısı arasındaki konuşma olduğunu yazmalıydı. Dinlemeyi yapanlar yazmamış. Fezlekeyi hazırlayanlar yazmamış. Tamam bunların hepsi FETÖ’den tutuklu eyvallah, e iddianameyi hazırlayanlar niye yazmıyor? Nadir Yıldırım, Kamuran Yüksek, Osman Baydemir, Kazım Kurt. Kazım Kurt’la konuşmamı yazmış, karşısına yaz Hakkari Belediye Başkanı, yaz. Ama yok, bir algı yaratmış, bu FETÖ’cülerin yarattığı algı, tamam. Sen niye kabul ediyorsun? Tamamı benim partili, yetkili organlarımdaki resmi görevli arkadaşlarımla konuşmalarım. Çözümü gelsin, ses kaydı bana aitse tek tek izah ederim.

Dinleme kararı alanlar, dinleyenler FETÖ’den tutuklu

Dinleme kararları verilmiş. Altındaki imzalara baksın savcı, dinlemeyi yapan ekibine kadar hepsi tutuklu, Cemaatçi. Buna niye şüphe ile bakılmadı. Ortam dinlemesi kararı verilmiş. Bir milletvekili ile ilgili ortam dinlemesi kararı verilebilir mi? İsmimizi zikretmemiş, ‘parti binasının dinlenmesi’ denilmiş. Ama o saatte benim orada toplantı yaptığımı herkes biliyor, çünkü çağrı yapılmış. Başkanlığını benim yaptığım parti binamdaki toplantıyı dinleme kararı almışlar. Milletvekilliği dokunulmazlığım devam ederken nasıl alınmış bu dinleme kararı? Hadi bunlar aldı, hadi bunlar FETÖ’cü, siz niye iddianameye koydunuz? FETÖ’cülerin ürettiği bu kumpas tuzakları HDP’lilerin aleyhine değerlendirmek için dosyaya koydunuz. Hem ortam dinlemeleri hem tapeler tamamıyla yasa dışıdır. Çarpıtılmıştır, içeriği değiştirilmiştir. Kişiler sanki yasa dışı örgüt üyesi gibi gösterilmiştir. Kim oldukları karşısına yazılmamıştır. Kumpas budur, tuzak budur. Böyle delillerle bir milletvekilini nasıl tutuklarsınız? Örgüt yöneticisi olduğu iddiasıyla nasıl suç üretirsiniz? Bu mudur FETÖ’ye yaklaşımı yargının? FETÖ’nün ürettiği delillerle mi Selahattin Demirtaş’ı tutukladınız, yargılamaya devam edeceksiniz? Dinlemeyi yapanlar, hakimi, savcısı, emniyet müdürü hepsi tutuklu. Sadece Diyarbakır’da değil her yerde bunu yaptılar.

Bizim üzerimize yoğunlaşmalarının sebebi çözüm süreçlerini bitirmek

Nedenlerini de, hani sizler yargılama yaptığınız için anlatıyoruz. Ama özellikle bizim üzerimize yoğunlaşmalarının özel bir sebebi var. Çözüm süreçlerini bitirmek. Taraflar arasında güvensizlik oluşturmak. Benim dinleme kayıtlarımı çarpıtıp MGK’nın önüne koymak, hükümetin önüne koymak, hükümetin faaliyetlerini şu veya bu şekilde örgüte sızdırarak hükümet ve örgüt arasında güvensizlik yaratmak, alınan tedbirlerle birlikte güvenlik konusunun kaygılı hale gelmesi ve giderek de çözüm süreçlerinin bitmesi. Oslo ve İmralı’yı böyle bitirdiler.

Elinizde FETÖ’ye ait olmayan hiç mi delil yok?

Bu ülkede bizler barışı sağlayabilirdik. Şiddeti silahı bitirebilirdik. Parlamento olarak bunu sağlayabilirdik. Hükümet de çaba sarf ediyordu, Allah var. Elini taşın altına koymuştu. Onlar da sorumluluk üstlendiler. Ama onlar Cemaati beslediler. Cemaat onların altını oydu, çözüm süreçlerinin altını oydu. Bunlar ortaya çıktı. Bunlar hiç mi ders çıkarmadı da, şimdi Selahattin Demirtaş uyduruk fezlekelerle, uyduruk delillerle yargılanıyor. Elinizde FETÖ’ye ait olmayan hiç mi delil yok? Bir tane mi koyamadınız dosyaya. Bin tane konuşmam var. Demek istediğim iddianame hazırlanırken, panik havasıyla, ne yaptığını bilmeden, alelacele siyasi gündeme cevap olma çabasıyla baştan savma bir çalışma ortaya çıkmış.

Milletvekili parti programını savunmayacak da neyi savunacak?

İddianame fezlekeler yönüyle partimin Programı’yla da hiç karşılaştırılmamış. DTP, BDP, HDP; üç partide de görev yaptım. Özellikle son 20 fezleke partimin Programı’nda savunduğu ilkelerle ilgili. Bir partinin Eş Genel Başkanı ve milletvekili parti Programı’nı savunmayacak da neyi savunacak?

İddianamenin bu karşılaştırmayı da yapması lazımdı. Bu kişinin yaptığı bir siyasi faaliyet midir, kendi programında olan bir görüşü mü savunmuş, yoksa başka birinin görüş ve düşüncesini mi savunmuş? Bunu parti Programı’nı fezlekelerle karşılaştırarak ortaya çıkarabilirdi. Onu ben yapacağım.

Suçsuzluğumu ortaya çıkarmaya çalışacağım. Ama iddia makamının lehime olan delilleri toplaması, bu karşılaştırmayı yapması gerekir.

Parti Programı ile birebir örtüşen fezlekeleri de siyasi faaliyet kapsamında değerlendirmeliydi. Onlar doğrudan HDP’nin parti Programı’nda olan görüşlerdir. Suç değildir, ifade edilmesi de suç değildir. Bunun başka yasa dışı örgütler, dünyadaki herhangi bir terör örgütü, bir illegal örgüt tarafından savunulması suç haline getirmez. “Parti Programı’nda var” demesi lazım. Dememiş, hiç bakmamış. Selahattin Demirtaş sanki bir partinin üyesi değilmiş gibi soruşturma yürütmüş. Herhangi bir siyasi görüşü yok, bir partiyi temsil etmiyor, partisi ne diyor bakılmamış. Partinin Programı da Tüzüğü de beni bağlar. Bunun dışında konuşmam parti suçu oluşturur. Onun içinde siyasi faaliyet yürütmem de herhangi bir cezai anlamda suç oluşturmaz. Ben o görüş ve düşünceleri savunurken eğer şiddeti teşvik ediyorsam, parti Programı’nda olan görüşleri demokratik, yasal yol ve yöntemler dışında başka bir yöntemle hayata geçirmeye çalışırsam suç olur. Ama konuşmanın kendisi, suç kabul edilemez. Parti Programı suçlanmış bazı fezlekelerde. Oysa parti programı yargı denetimine tabidir, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı denetler. Eğer Yargıtay’ın itirazı varsa, programın düzeltilmesini ister, hatta kapatma davasına kadar gidebilir. Ama o program yürürlükteyken bir parti üyesi programı savundu diye yargılanamaz, suçlanamaz.

Numune olsun diye, bir satır lehe delil yok

Bu şekilde iddianame, 48 klasörden oluşan iddianame, bir satır, bir satır bile şüpheli ile ilgili lehe delil olmadan önümüze getirildi. Örnek, numune olsun diye bir satır lehe delil yok. “Bu adam burada da barışı savunmuş, çözümü savunmuş şiddete de şurada karşı çıkmış” dememiş. Bütün motivasyonu örgüt yöneticiliği, FETÖ’nün hazırladığı delillerle 6-8 Ekim yoğunlaşması. İddianame bu saiklerle hazırlanmış. Gerçekte beni kuvvetli delillerle yargısal anlamda cezalandırma isteğinin çok ötesinde siyasi anlamda cezalandırmak, siyasi sonuç elde etmek, en hızlı şekilde ülkenin gündemine siyasi etki doğurabilecek bir yargılama faaliyetini başlatmak üzere hazırlanmış bir iddianame. Aksi takdirde her bir davayı ayrı ayrı açabilirdi. Daha adil, daha etkili yargılama olabilirdi.

Gündemi, yılları, şehirleri ayrı 31 fezleke birleştirildi

Burada birleştirilmiş 31 ayrı dava görülüyor. Gündemi ayrı, yılları ayrı, şehirleri ayrı 31 ayrı siyasi faaliyetimin davası görülüyor ve ben bunlara bir mahkemede birkaç duruşmada cevap vermek zorunda kalıyorum. Bunun adı adil yargılama olamaz. 31 fezleke birleştirilerek yeni bir algı yaratılmak isteniyor.

Dokunulmazlık beni korusun diye var

Bir de neden birleştirme metotlu fezleke var? Dokunulmazlık aleyhimize kullanılmış durumda. Dokunulmazlık nedeniyle 2009 – 2010 yılında hazırlanmış fezlekeler davaya dönüşmemiş.

Dokunulmazlığım olmasa davaya dönüşecek, bitecek. Cezaysa ceza, beraatse beraat. Bitmiş olacak. Dokunulmazlığım olduğu için durmuş orada. 2011’de de fezleke gelmiş. Dokunulmazlığım olmasa yargılanacağım. Ya aklanacağım ya aleyhime hüküm kurulacak. Hep dokunulmazlığım olduğu için birikmiş fezlekeler var. Bu dokunulmazlık beni korusun diye var. Dosyalarım biriksin de bir savcı bunları birleştirsin, dokunulmazlığımın varlığını aleyhime kullansın diye yok. Bu fezlekeler dokunulmazlığımın varlığı nedeniyle birikmiş. Dokunulmazlık beni korusun diye var. Şimdi bunu aleyhime dönüştürmüş.

Sen misin dokunulmazlık sahibi olan, hepsini birleştiriyorum. 2011’de davası açılsaydı, 2017’deki fezleke ile birleştirilebilir miydi? Hayır. Yargılanacaktım, bitecekti. Dokunulmazlığımın varlığı aleyhime kullanılmış. “Suç işleme isnadıyla hareket edildiği için çok sayıda fezleke oluştu” diyemez. Dokunulmazlık nedeniyle birikmiş, birleştiremezdiniz. Bunu yapabilmenizin nedeni dokunulmazlığın varlığı, 10 yıl sonra hakkında dava açılabilmiş. Bu da usule, dokunulmazlığın ruhuna aykırı. Savcı, iddia makamı dokunulmazlığımı aleyhime bir unsur olarak kullanmıştır. Bundan dolayı bu birleştirmeler usule de adli yargılanma ilkesine de aykırı.

Avukat arkadaşlarım hatırlattı; Kars Milletvekilimiz Ayhan Bilgen de 6-8 Ekim fezlekesinden dolayı tutuklandı, 8 ay tutuklu kaldı. Kendisine fezlekede isnat edilen suçlama ve sevk maddesinden tutuklama yapıldı, ama iddianame örgüt üyeliğinden düzenlendi. Ve Diyarbakır’daki üst numaralı mahkeme yeni bir suç isnadı yöneltilemeyeceğine dair ara karar verdi. Ve Ayhan Bilgen’in tahliyesi öyle gerçekleşti. “Sen hakkında örgüt üyeliği fezlekesi olmayan bir milletvekilini örgüt üyeliği ile yargılayamazsın” dedi Diyarbakır’daki mahkeme. 6-8 Ekim, 2911’e göre yargılayabilirsiniz, suçlama da buna dair olabilir. Yeni bir suçlama olacaksa, yeni bir fezleke ve yeniden dokunulmazlığın kaldırılması gerekir.

Hukuki yanlışlıklarıyla birlikte kabul edilmiş bir iddianamedir

Kovuşturma süreci ile ilgili iddianameyi mahkeme kabul ederken, dünden bu yana anlatmaya çalıştığım usulsüzlükleri, yasa dışılıkları, politik yönleri hiçbir şekilde tartışmadan iddianamenin eksiklerini, hukuka aykırılıklarını gözetmeden kabul etti. İddianamenin kabulü aşamasında mahkemelere 15 gün tanınıyor. Bu süre zarfında sanık ve sanık vekilleri sürece dahil olamıyor. İddianame neye aykırı, neye uygun, göremiyorsunuz. Gizlilik kararı var. İddianamenin kabulüyle birlikte gizlilik kararı kalkıyor, ondan sonra görebiliyorsunuz. İddianameye dair söz söylemek soruşturma aşamasında mümkün olamıyor. Kovuşturma aşamasının başlangıcında da bizler itirazda bulunamıyoruz. Yani “mahkeme iddianameyi kabul etmeden şunlara dikkat etsin, şunları gözetsin” deme şansımız olmuyor. Mahkeme iddianameyi kabul ederken savcının gönderdiği tüm belgeleri, hiç tartışmadan, yeni değerlendirmeye tabi tutmadan, “şurası yanlış, eksik” demeden olduğu gibi kabul ediyor. Önünüzdeki iddianame tüm hukuki yanlışlıklarıyla birlikte kabul edilmiş bir iddianamedir.

YSK referandum tarihini belirledikten sonra ilk duruşma tarihi belirlendi

Şuna özellikle dikkat edildi iddianamenin kabulüyle birlikte, duruşma gününün belirlenmesi. Anayasa değişikliği biz tutuklanır tutuklanmaz parlamentoya sunuldu. Soruşturma aşamasında Meclis çalışmaları sürdü. Anayasa değişikliği parlamentoda şekillenirken kovuşturma aşamasına geçildi. İddianame kabul edildi, dava açıldı. Gün verilmesi beklenirken ilginç bir şekilde belirlenmedi, YSK referandum tarihini belirleyinceye kadar. YSK referandum tarihini belirledi 16 Nisan, beni yargılayacak mahkeme duruşma tarihi belirledi; 28 Nisan. Referandumdan 12 gün sonra. Yani bu durumda bir ara kararla tahliye edilmezsem referandumu da içeride geçireceğim kesinleşti. Bütün duruşmalar referandumdan sonraya verildi.

Tesadüfi tarihler değil

İlk duruşmamın tutuklanmamdan 7 ay sonraya verilmesi normal bir durum değil. Bir milletvekilini gece yarısı evini basıp alıyorsunuz. “Hemen yargılamamız lazım” diyorsunuz. Ee yargılayın. Neden 7 ay sonraya gün veriyorsunuz? Bunlar adil yargılama konusunda, siyasi baskı konusunda şüphe uyandırıyor. Bunlar tesadüfi tarihler değildir.

Referandum döneminde tahliye dilekçesi ilettim hala cevap yok

Referandum tarihi belirlendiğinde mahkemeye el yazımla dilekçe yazdım. Dosyaya el yazımla giren tek dilekçemdir. “Referandum tarihi belirlendi. Partimin parlamentoda grubu var. Böyle tarihi bir süreçte, Türkiye referanduma giderken tutukluluk halim Türkiye’deki siyasi dengeleri değiştirecek bir etki yaratır. Tutuklanmamın yargısal amaç dışında siyasi amaca hizmet etmesine yol açar. Tahliye talep ediyorum”. Bu minvalde bir dilekçe. Hala cevap vermiş değil mahkeme. Kabul, ret; cevap yok. O tarihten bu yana, 1 yıldan fazla zaman geçti, Demirtaş’ın tek tahliye talebi budur. Türkiye’de siyasi süreç belirlenirken dışarıda, partimin başında olmam gerekiyordu. Yargının da bunu gözetmesi gerekiyordu. “Böyle bir dönemde tutuklu olması yanlıştır, hemen savunmasını alacağız, tahliye durumunu değerlendireceğiz” demesi lazımdı. Yazılı dilekçeye mahkeme hala cevap vermiş değil. Buna bile tenezzül edilmedi. Oysa bu bir rica değil. Hakkımdır. Yokmuş gibi davranılamaz. Ama yokmuş gibi davranıldı.

Yargı referandum sürecine müdahale etti

Aleni bir şekilde yargı olarak referandum sürecine müdahale ettiniz. Benim ve partimin diğer etkili sözcüleri tutuklandı. Kampanya yürütemedik, miting yapamadık, televizyona çıkamadık, demeç veremedik. Referandum bu ortamda yürütüldü. Dışarıda da baskı altına alındık. Sözcülerin neredeyse tamamı tutuklandı. Bu nasıl bir tesadüftür ki, ilk duruşma da referandumdan sonraya, 28 Nisan’a verildi. 28 Nisan’da duruşmaya mı çıktık? Hayır, işte dün çıktık ilk duruşmaya. Anlaşılıyor ki, referandum tatmin etmemiş. Bıçak sırtı, bir sonraki seçimler de kritik, ayarlama yapılacak. Yoksa Selahattin Demirtaş böyle bir dosyadan dolayı nasıl bu kadar tutuklu kalabilir? Nasıl 15 ay 10 gündür hakim karşısına çıkarılmadan cezaevinde tutulabilir? Nasıl bir milletvekili 15 ay boyunca sorgusuz sualsiz, evi basılarak alınmış, “Acelemiz var, gel seni yargılayacağız, ifadeni alacağız denilmiş ve bir milletvekili 15 ay 10 gün sonra ilk defa dosyanın açıldığı yerden başka bir mahkemede ifade vermiş.

Bunların hepsi siyasi tezgahlar, siyasi oyunlardır. Soruşturma aşamasının, kovuşturma aşamasının izlenimleri budur, bende yarattığı izlenim budur. Dün de belirttim, adil yargılanma ile ilgili, öncelikle sanık ne hissediyor, o önemlidir. Sanığın adil yargılandığına göre bir hissiyatının oluşması lazım. Çok az insan suçunu kabul eder. Cezaevlerinde böyledir, tek bir suçlu bulamazsınız. Herkes masumdur. Doğrudur, herkesin hissiyatı farklıdır. Ama herkes mahkeme önünde adil yargılandığını hissetme hakkına sahiptir. Görsel, şekilsel, içerik, usul yönünden, davranış yönünden, her yönüyle. Bu, defalarca içtihatlara yansımıştır. Hukuk fakültelerinde bize öğretilmiştir.

Ben adil yargılandığıma, yargılanacağıma dair şu kadar hissiyata sahip olsaydım samimiyetle söylüyorum hatırınızı kırmazdım. Derdim ki, adil yargılanacağımı hissediyorum. Sıfır. Sıfır bir adil yargılanma duygusu içerisindeyim. Çünkü yapılanlar –bana göre- yapılacakların garantisi gibi görünüyor. Çünkü dosya yönlendirildi ve önünüze geldi. Siz, “Biz adil yargılayacağız kardeşim” deseniz de bu dosyayla, oluşturulmuş bu algıyla adil yargılayamazsınız. Adil yargılama imkanını bitirdiler. Bunu yarattılar. Bitti. İlga edildi. Düzeltilemez. İddianame, kovuşturma ve soruşturma (3-4 saniye anlaşılmıyor) bu ne kadar adil yargılamaya dönüşür, bilemem. Fakat adil yargılanma hakkım ihlal edildi, bitti. Bunu, ileride mahkeme kararlarıyla göreceğiz. Hangi mahkeme bilemem. Umarım iç hukukta sonucunu alırım.

Yargı huzuruna çıkanlar oldu. Mesela Grup Başkanvekilimiz İdris Baluken, yanılmıyorsam benden birkaç gün önce duruşmaya çıktı, Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ne çıktı. Savunmasını yaptı ve tahliyesine karar verildi. İdris Baluken tahliye edildi. Savunması alınmış, kaçma şüphesi yok, delilleri karartma şüphesi yok. Bunların hepsini takdir etmiş mahkeme ve “tahliyesine” demiş. 18 gün parti çalışmalarına katıldı, grup toplantılarına katıldı, parlamento çalışmalarına katıldı. Kendisi hekimdir, ama sağlık sorunu vardır, küçük bir ameliyat geçirdi, içerideyken de zorlanmıştı.

  1. gün, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı tahliyeye itiraz etti. Tam 18 gün sonra. Usulde böyle bir şey yok. Tahliye kararlarına savcı tarafından itiraz edilmez. Böyle bir yetkisi, hakkı yok. Bugüne kadar Türkiye’de örneği görülmemiş. Bunu denetleyecek bir mercii yok çünkü. Mahkemenin aldığı ara karar kendi sanığının, kendi dosyasının hakimi olduğu dosyadır. Sanığı yüz yüze görmüş olan, mimiğini, jestini, hareketini, tavrını, davranışını, savunmasını bire bir dinlemiş olan, hakimin kendisidir. Ha, yine tutukluluk der. Ama tahliye önemli bir karardır, özgürlüğe dairdir. Önemli bir takdir yetkisidir. Kişisel olarak kullanılır. Yani sadece o yargılamayı yapan heyet önemli ölçüde buna vakıftır. Bunun dışında da tahliye kararları verilir. İtirazla üst mahkemede vs. Ama en doğru tahliye kararını her zaman ilk derece mahkemesi verir. Bu nedenle savcılara, tahliyeye itiraz usulü CMK’da tanınmamıştır. Çünkü tahliye, lehe bir karardır. Lehte karara karşı, sanığı korumak adına, savcılara, iddia makamına bu tür yetkiler tanınmamıştır.

(BURASI DUYULAMADI.)

İlk defa İdris Baluken dosyasında icat edildi. CMK’da olmayan, bugüne kadar uygulaması görülmemiş bir şeyi Diyarbakır Başsavcısı yaptı. 18 gün sonra. Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararını yanılmıyorsam üst mahkeme 1. Ağır Ceza Mahkemesi bozdu. Yargı tarihinde ilk defa önemli bir durumla karşılaşılıyor. Neye göre karar verecek? Savcının böyle bir hakkı yok. Hakkı varsa bunun bir süresinin olması lazım. Çünkü ara kararlara itiraz bildiğim kadarıyla bir haftadır. 18 gün geçmiş. Usulden mi reddetse, usule mi geçmiş, bir şeye dayanması lazım. Fakat CMK’da yok ki ona dayansın. Böyle bir uygulama yok. Böyle bir kanuni dayanak yok. Hakimin yapması gereken, bir cümleyle şu olmalıydı, ki Sincan Ağır Ceza Mahkemesi bir IŞİD’linin tahliyesine müdahil tarafın yaptığı itirazda bu kararı verdi. Dedi ki, sanığın tahliyesine itiraz edilemez, böyle bir müessese yoktur. Ve üst mahkeme reddetti. Daha doğrusu, kararı veren mahkeme böyle bir usul yoktur deyip üst mahkemeye göndermedi bile. Ama Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi, milletvekilimiz İdris Baluken’in tekrar tutuklanmasına karar verdi. Neye dayanarak? Hangi yasa? Belirtmiyor.

Beni yargılayacak heyet de aynı heyet. Dolayısıyla beni yargılayacak mahkemenin, heyetin iradesi kırıldı zaten. 28’inde ben duruşmaya çıkacağım, benden birkaç gün önce İdris Baluken yargılandı.

Beni yargılayacak mahkeme de, 8. Ağır Ceza Mahkemesi, bunun üzerine Diyarbakır’da güvenlik yok ben Demirtaş’ı yargılayamam dedi. Aslında o güne kadar öyle bir şey yoktu. Diyarbakır’a götürülmem bekleniyordu. Hatta öyle ki, Hakkari milletvekillerimiz, Hakkari’de güvenlik yok diye Diyarbakır’a nakledildi dosyaları. İdris Baluken, Bingöl’de açılmış dava, “güvenlik yok” diye Diyarbakır’a nakledilmiş, orada yargılanıyor. Benimki Diyarbakır’da, güvenlik yok diye Ankara’ya naklediliyor. Ne zaman? İdris Baluken’in tahliye kararına müdahale edildiği zaman. O heyet öyle tahmin ediyorum ki…

(BURASI DUYULAMADI.)

Heyetin başına gelenleri anlatmaya çalışıyorum. Ya bu nasıl bir anlayıştır. Yargı kararını versin. Soruşturma zaten kötü yürütüldü. Bari kovuşturma aşamasında. Kimse hakime telefon açıp şunu yap, bunu yap diyemez. Nasıl baskı oluşturacak, böyle. Kamuoyu baskısı, kararlar üzerinde baskı. 8. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, kendi sanığını tahliye ederken, bu kadar mı vasıfsız, bu kadar mı niteliksiz bir ekipti ki, komşusundaki 1. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi, hayatında yüzünü görmediği sanık için “hayır sen yanlış karar vermişsin bunun tutuklanması lazım” diye karar veriyor. Ben olsam incinirim. Benim kararlarım denetime tabi olsun da, tahliye kararına itiraz usulü yok kardeşim, nasıl bunu yaparsın.

Hakimi resmen hiçleştirmektir bu. Baluken kararı bunun önünü açtı. Aynı karar Ferhat Encü dosyasında uygulandı. Siirt vekilimiz Besime Konca tahliye edildi, aynı dereceli mahkeme tahliye kararını kaldırdı. Ayhan Bilgen, Meral Beştaş, aynı akıbete uğradı. Fakat sonra ortaya çıktı ki, birileri her halde “yasayı ihlal ediyoruz, suç işliyoruz” diye düşünmüş olacak ki, en son KHK’ye Cumhuriyet Savcılığı’na mahkemenin verdiği tahliye kararına itiraz usulü kanuna konulmuş, eklenmiş oldu. Şimdi bundan sonra yaparlarsa OHAL KHK’sine dayanarak, onlar da sonuçta Anayasa’ya aykırıdır, ama yasal dayanakla yapacaklar. CMK’de o olmadan ağır suçlar işlediler milletvekillerine karşı.

IŞİD’liler elini kolunu sallayarak tahliye olurken, müdahil tarafın yaptığı itirazlar usulde böyle bir şey yok denilerek reddedilirken, milletvekillerimiz halen tutuklular içeride. Milletvekilliği devam ettiği sürece hükümlülüğü devam ettirilemez. Tutuklular, sorguya çekilir vs., ama hüküm infaz edilemez. Ne zaman? Milletvekilliğinin düşmesi lazım. Nasıl? Ya hükümlülük parlamentoya tebliğ edilir, okunur ya da dönem sonunu beklersiniz bir daha milletvekili seçilmez, milletvekilliği düşer. Üyelik sıfatı varken siz onu cezaevine koyamazsınız.

Çünkü Anayasa şunu düşünmüş, demiş ki, ‘Bir milletvekilinin cezası kesinleşse bile o milli iradenin temsilcisidir, önce bir parlamentoya sorulsun, onu cezaevine koymadan önce. Parlamento eğer vekilliğini düşürürse infaza geçirsin, düşürmezse dönem sonu beklensin.’ ‘Kesinleşmiş hükümde bile onu cezaevine koymayın’ diyor Anayasa. Bırakın tutuklamayı. O kadar rahat tutuklamalar yaptınız ki. Şu anda ben hüküm giysem derhal serbest bırakılmam lazım. Bekleyeceksiniz benim vekilliğim düşsün. Yani hükümle birlikte yüzde 100 tahliye edilmem lazım. Düşünün tuhaflığı, garipliği. Hüküm kesinleştiği zaman otomatikman bin yıl da ceza alsam anında tahliye edilmem lazım. Derhal çıkmam lazım vekilliğim bitecek, tekrar geleceğim cezaevine. Ama siz tutuklamayı rahat uyguluyorsunuz. Bırakın hükmün infazını.

Peki ne yapıldı? Besime Konca ve Ferhat Encü tutukluyken ceza aldılar, biri 2 yıl biri 3 yıl. BAM’a gitti hızla onaylandı. Bu süre zarfında hemen çıkmaları gerekiyordu. 5 ay hükümleri, kendileri milletvekiliyken infaz edilmeye devam etti. En son parlamentoda Genel Kurul’da okutup arkadaşlarımın vekilliğini düşürdüler. Kovuşturma aşamasının tamamında hem bana hem arkadaşlarıma yaklaşım soruşturma aşamasından farklı olmalı.

İlginç bir örnekle bitireyim. Geçenlerde Diyarbakır’da bir öğretmene, imam hatipti yanılmıyorsam, kız öğrencisine taciz suçlamasıyla dava açıldı. Öğretmen kendisi. Tek bir gün gözaltına alınmadı. 4.5 yıl verildi, tutuklanmadı da. Yapılsın demiyorum, kişi özgürlüğü önemlidir yani. Gerçekten masum da olabilir. Fakat taciz ve tecavüzde ceza almış birisinin hükümle birlikte tutuklanmasına karar verilmedi.

Fakat Siirt Milletvekilimiz Besime Konca, tutukluyken 2 yıl ceza aldı, tahliyesine karar verilmedi. Geçmiş dönemde de 5 yıl yatmıştı. Henüz dosyadan da kesinleşmiş bir şey olmadığı için 5 yıl alacağı var yani. Mahsup yapıldı da öyle çıktı. Yargının bize karşı bu yaklaşımı doğru değil. Çok inciticidir. 4.5 yıl bir tecavüzcüye ceza veriyorsun, tutuklamıyorsun, eline kolunu sallayarak çıkıyor. Eyvallah çıksın da, bir milletvekiline 2 yıl ceza veriyorsun, tutukluluk halinin devamına diyorsun. Besime Konca milletvekilimiz mahsuben çıkıyor. Durum budur. Bir mola verelim, sonra devam ederiz.

 

Demirtaş’ın 15 Şubat günü görülen duruşmada yaptığı savunmanın 3. bölümü

Ağır Ceza Mahkemesi’nde güvenlik yok, bir kat aşağıda var

Soruşturmanın açıldığı, kovuşturmanın yapıldığı yerde yargılanmak esastır. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı bir şekilde kendini yetkili gördü. Neye dayanarak gördü bilmiyorum. Fakat 31 fezleke, birçoğu farklı şehirlerde, 12–13 farklı şehrin başsavcılık bölgesini ilgilendiren fezlekeyi Diyarbakır’da birleştirmeye karar verdi. Kendini yetkili görerek esas soruşturmayı ben yaparım dedi. Yakalama kararını da, tutuklama kararını da Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı yaptı. Dolayısıyla yargılandığım yerin Diyarbakır olması gerekirdi. Hem delillere ulaşmam açısından, hem de savunmam açısından Diyarbakır’a yakın bir yerde en azından tutukluluğu geçirmem gerekirdi.

Fakat bu davada asıl olan gerçeğin ortaya çıkarılması olmadığı için hiçbir somut gerekçe sunulmadan, daha önce Yargıtay’ın bozma gerekçelerinde de belirtildiği gibi, güvenlik gerekçesiyle nakil yapılması gerekiyorsa somut gerekçeler gerekir, soyut gerekçeler olmaz. “Güvenlik sağlanamıyor” değil. Sel mi var, doğal afet mi var? Gene bu kararın şahsileştirilerek, benimle ilgili şahsilik kurularak verilmesi gerekirdi. Ne Yargıtay’ın, ne Bakanlığın, ne de talepte bulunan Cumhuriyet Başsavcılığının ikna edici, açıklayıcı bir gerekçesi yok. Gene şablon. Sadece ilgili yasa maddeleri yazılarak davanın nakline karar verildi. Bu tabii ki davanın kovuşturma aşamasında uzamasına neden oldu. Çünkü nakil kararı verilmeseydi, yargılanmam 28 Nisan’da başlayacaktı. Nakil kararıyla birlikte benim hakim karşısına çıkmam belirsiz bir tarihe uzamış oldu.

Peki, Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi beni, yargılamayı güvenlik gerekçesiyle reddedip dosyayı buraya gönderirken, Diyarbakır Asliye Ceza Mahkemeleri ne yaptı? Diyarbakır Asliye Ceza Mahkemeleri de Edirne Cezaevi’nden Diyarbakır’a getirilmem konusunda yazı yazdılar. Çünkü Asliye Ceza Mahkemelerinde 299’dan, 301’den açılmış davalar var. Diyarbakır Asliye Ceza Mahkemeleri duruşmada bulunmam konusunda yazı yazdı. Bu defa Edirne Cezaevi “getirirken güvenliği sağlayamayız” dedi. Diyarbakır’da güvenlik problemi yoktu. Aynı tarihlerde Diyarbakır 7. Ağır Ceza Mahkemesi, Edirne Cezaevi’ne duruşmada bizzat bulunmam için yazı yazdı. Edirne Cezaevi duruşma gününden bir gün önce, “yol güvenliğini sağlayamayız” dedi. Tutuksuz olduğum dosyalarda yüz yüze yargılanmam yapılamaz hale geldi. Yani aynı adliye binasında ağır ceza mahkemesinde yüz yüze yargılanmam için güvenlik yok, bir kat aşağıdaki asliye ceza mahkemelerinde güvenlik problemi yok. Duruşma günleri de çok yakın.

Gerekçe yargı mensuplarına “gözümüz üzerinizde” demek

Bu da gösterdi ki, gerekçe güvenlik değil. Gerekçe dosyayı baskı altına almak, yargılama sürecini uzatmak, tutukluluğu fiilen cezaya dönüştürmek, fiilen cezaya dönüşen tutuklulukla birlikte kamuoyu algısını güçlendirmek. “Bir kişi suçlu değilse bu kadar tutuklu kalır mı” algısını güçlendirmek ve yargılama makamı üzerinde yürütmenin otoritesinin ne kadar güçlü olduğunu, davaların nakli süreciyle halen bu konuda Orwell’in 1984 romanındaki gibi “gözümüz üzerinizde” mesajını iletmek, yargı mensuplarının tedirgin olacağı şekilde “biz buradayız” demektir. Bu kararın anlamı budur. Bu da adil yargılanma ilkesinin ihlalidir.

50 klasörde AİHS’ne tek bir atıf yok

Şimdi adil yargılama ilkesi mahkemelerinizde çok az gözetilen bir şey. Bu konuda çok duyarlı hakim ve savcılara tanıklık ettim hem meslek hayatımda hem sanıklık hayatımda. Adil yargılanma gerçekleşmiyorsa, onun adı yargılama değildir. Adil yargılanma, yargılamanın var olmasının nedenidir. Adil olacaksa onun adı yargılama olur. Anayasa Mahkemesi’nin kararları, Anayasamızın kendisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Türkiye’de herhangi bir kurumun tüzüğünden ya da Bakanlığın yayımladığı alelade bir yönetmelikten daha değersiz ele alınıyor.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi iç hukukun üstündedir. Çelişki, çatışma olduğu zaman AİHS maddeleri iç hukuktan üstündür. Fakat soruşturma makamının da kovuşturma makamının da tek bir ara kararında AİHS’ne tek bir atıfta bulunduğunu görmedim. 50 klasör var önünüzde, AİHS’ne tek bir atıf bulamazsınız. Onu savunma makamı bulmak, yargılama makamını da ikna etmek için uğraşmak zorunda. Sanki AİHS avukatlar için kabul edilmiş bir sözleşme. Kabul ettirebilirseniz, kabul ettiremezseniz geçerli olmayan bir sözleşme gibi. Oysa AİHS, sizler uygulayın diye, yargılayan makam uygulasın diye kabul edilmiş bir sözleşme.

Davanın nakli açık bir siyasi müdahale

Dolayısıyla güvenlik nedeniyle bir dosyanın bir yerden başka bir yere nakli gerçekleşecekse AİHM’in bu konudaki içtihatlarına da bakmak lazım. AYM’nin içtihatlarına bakmak lazım, ki AYM son zamanlarda AİHS’ndeki bireysel hakları da koruyor. Onun da içtihatları AİHM içtihatları gibidir. Güvenlik gerekçesiyle nakil, adil yargılama meselesidir. Güvenlik meselesi değildir. Gerçekten de yargılama, sanığın, heyetin, kamunun güvenliği açısından çok somut bir tehdit ve tehlike oluşturuyorsa, çok istisnai durumlarda gerekçeleri somutlaştırarak ikna edici bir şekilde ortaya konmalı ki, dava nakledilsin. Bunun dışında bir gerekçeyle dava nakledilmişse adli yargılama olmayacak demektir. Çünkü bu açık bir siyasi müdahaledir. Sanığın, hatta dosyadaki müdahilin, müştekinin, kim varsa hepsinin hakkı ihlal edilmiş demektir. Soruşturmayı başlatan yetkili hangi yargı bölgesiyse, orada başlayıp orada bitmesi lazım. Benim Diyarbakır’dan Ankara’ya dosyamın niçin nakledildiğine dair hiçbir ikna edici gerekçe yoktur. Ama siyaseten ikna edici çok şey var. Az önce de belirttim; yargılamanın uzatılması, heyetlerin baskı altına alınması. Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi İdris Baluken’le ilgili tahliye kararı verdi ve gerekçesinde seçme seçilme hakkına atıf yaptı, önemli bir karardı. Doğru ve cesur bir karardı. Yine yargılar, başka tedbirler alır, ama milletvekilinin temsil, yasama ve denetleme hakkını engellememiş olur.

Herkesin tatmin olacağı bir yargılama olmalı

Bunun ortaya çıkmasıyla birlikte bazı nakil süreçleri başladı. Figen Yüksekdağ, Aysel Tuğluk, Ayhan Bilgen’in, Meral Danış Beştaş’ın dosyalarında nakil süreçleri başladı. “Güvenli değil, oradan oraya alınsın” dendi. Bizler tabii ki, hızlı yargılanmak, hızla yargı sürecinin sonlanmasını isteme hakkına sahibiz. Ama tek başına hızlı yargılanma adil yargılanma değildir. İçinize sindire sindire, herkesin tatmin olacağı bir yargılama olmalı ki, ortaya çıkan hükümden ben de vicdanen rahat olayım. Kararı veren heyet de ve en önemlisi kamu, halk vicdanen rahat olsun. “Evet, bu yargılama gözümüzün önünde gerçekleşti, çıkan karar da adildir” demiş olsunlar. Mahkeme şu aşamaya kadar bu konuda da “biz burada yargılıyoruz, ama Sıhhiye’de bile yargılayamıyoruz. Ankara’nın dışında başka bir ilçede yargılıyoruz. Bu bile ihlaldir” demedi.

Yasin Börü davasıyla birleştirilme nedeni siyasi rant elde etmektir

Kovuşturma aşamasındaki bir başka açık ve ağır ihlal Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan Yasin Börü ve diğerleri dosyası ile benim dosyamın birleştirilmesi konusundaki ısrardır. Öylesine bir panikle ve telaşla yapılmıştır ki, kararlara da yansımıştır. Bir defa ihsası reyde bulunarak, beni suçlu ilan ederek, sanık sıfatımı da unutarak, “Selahattin Demirtaş’ın azmettirme suçunu işlediğinden, dosyanızla bağlantısı olduğundan” diye bir yazı var. Biz bu yazıyı yazan başkan hakkında da suç duyurusunda bulunduk, tabii ki reddedildi. Fakat tabii ki, mahkemenin yetkisindedir, birleştirme isteyebilir. Biraz önce anlattım, birleştirilmesi gereken hiçbir dosyayı birleştirmemiş mahkeme, benim milletvekili arkadaşlarım, MYK üyelerim, ortak fezlekelerimiz, ortak açıklamalarımız; hiçbiriyle birleştirme yapılmamış, ama bu dosyayla özel bir ilgi gösterilerek özel bir bağ kuruluyor. Bunun da nedeni 6-8 Ekim fezlekesinde daha detaylı anlatacağım; bu dosyada siyasi rant elde etmektir. AKP’nin beklentisi budur. Demirtaş’ı o dosyada sanık haline getirmektir.

Dosyam niye 6-8 Ekim’de katledilen diğer Kürt kardeşlerimizin dosyasıyla birleştirilmiyor

Çünkü kamuoyuna hep böyle anlattı: “O bunun hesabını verecek, 54 Kürt kardeşimi, Yasin Börü kardeşimi katletmenin hesabını verecek”. Verecek de böyle bir suçlama yok. Ne olacak, o halde dosya birleştirilecek. İlla o dosyada sanık olacaksın. Kendisi çünkü açıklamalarında ısrarla belirtti. Recep Tayyip Erdoğan, “Teröristtir, 54 Kürt kardeşimin katilidir” dedi. Peki, 54 Kürt kardeşinin katiliyim de, niye sadece Yasin Börü dosyasıyla birleştirme kararı alınıyor. Niye 6-8 Ekim’de katledilen diğer Kürt kardeşlerimizin dosyasıyla birleştirilmiyor.

“Bu mu seni azmettirdi” diye yüzleştirin beni

Yasin Börü dosyasında benim azmettirici olduğuma inanılıyorsa, benim 6-8 Ekim olaylarındaki bütün cinayetlerle, bütün katliamlar ve yağmalarla ilgili mutlaka birleştirilmesi gerekiyor. Mahkemeniz neden sadece o dosyayla ilgili yazı yazıyor, ısrar ediyor, re’sen karar alıyor, “birleştirdim” diyor. Kanun bozmasıyla tekrar dosya mahkemenize geri geldi. Yoksa 2. Ağır Ceza Mahkemesi ile birleştirilmiş olacaktı. Diğer katledilen yurttaşlarımızın günahı ne? Ben gerçek suçluysam, asıl azmettirici failsem, niye diğer dosyalarla birleştirme yapılmıyor? Niye İzmir’deki, Antep’teki dosyalarla benim dosyam birleştirilmiyor da, mahkeme tek bir talepte bulunmuyor da, neden Yasin Börü ve diğerleri?

Tabii ki önemli, Yasin Börü önemsizdir diye demiyorum. Katledenler tümüyle ortaya çıkmalı, adil bir yargılama sonucunda gerçekler ortaya çıkmalı. Fakat diğer yurttaşlarımız Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı değil mi? Aralarında hiçbir siyasi partiye mensup olmayanlar var, güvenlik güçleri var. Neden bu insanların canı bu kadar ucuzmuş gibi davranılıyor? Gerçekten önemseniyorsa, Yasin Börü dosyasında hakikatin ortaya çıkarılması önemsensin, çok iyi. Ama 6-8 Ekim’de yaşananlar sadece bu değil ki. Binlerce dosya var 6-8 Ekim’le ilgili.

Gasptan yağmaya, yaralamadan öldürmeye kadar binlerce dosya var. Hepsiyle benim dosyam birleştirilsin o halde. Yazın yazıyı, hepsini taşıyın, ben azmettirici miyim değil miyim ortaya çıksın. Onların sanıklarına da soru sorun. Bu mu seni azmettirdi diye yüzleştirin beni.

Ama mahkemeniz ısrarla, 2 defa üst üste yazı yazarak birleştirme istedi 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nden.  2. Ağır Ceza Mahkemesi birleştirmeye uygun görmeyince re’sen karar alıp birleştirmeye karar verildi. 2. Ağır Ceza Mahkemesi bunu kabul etmeyerek dosyayı iade etti. Dava bitmiş oldu. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi birleştirmenin uygun olmadığına nihayetinde karar verdiğinde, aradan 1 yıl geçmişti. 1 yıl boyunca sizler bu yazışmaları yaptınız, birleştirmeye çalıştınız. Ben o sırada Edirne’de savunma yapmayı bekliyordum. Bana bir şey soran yok. Ama gıyabımda ve aleyhimde yapılabilecek her türlü şey devam etti. Bu yüzden adil yargılama olamayacağına kanaat getirdim. Yoksa yargıya karşı bir önyargımdan kaynaklı değil. Benim dosyam da, diğer HDP’li yöneticilerin dosyaları da bir araya geldiğinde ortaya çıkan kanı budur. Nitekim temelsiz bir kanı da değildir.

3 ay mahkeme kararı olmadan tutuklu kaldım

Mahkemeler tam 3 ay boyunca tutukluluk denetimimi yapmadılar. Zorunlu olan, 30 günde bir dosya üzerinden yapılması gereken denetimler 3 defa üst üste yapılmadı. Ben 90-100 güne yakın ortada mahkeme kararı olmaksızın tutuklu kaldım. Tutukluluğumun devamına karar verdiniz, ama bunu yenilememiştiniz. Demek ki, tutukluluğun denetimi işlemi o kadar önemsenmeyen, gereksiz, katibe, “geçen ay ne yazmışsak onu yaz” şeklinde yaptırılıyor ki, 3 ay boyunca bu da unutuldu. 3 ay boyunca mahkemeler arasında dosyalar gidip gelirken Selahattin Demirtaş tutuklu mudur, ne yaptık diyen olmadı. 102 gün bu şekilde sürdü. Tamam tutuklandım da, dosyada değişiklik var mı diye hakimin bakması lazım. Bir milletvekili tutuklamışsınız, sıradan bir insan da değil. Hakkımdaki suçlamalar ne olursa olsun tutukluluk bir tedbirdir. Bu tedbiri uygulamaya devam edelim mi etmeyelim mi? Kanun bu konuda amir bir hüküm koymuş, inisiyatif bırakmamış. 30 günde bir bakabilir dememiş, bakar demiş. Bunu yapmayan görevini ihmal etmiş olur. Mahkemeniz 3 defa, üst üste bunu yapmadı. İtirazlarımız oldu buna da, verilen kararlar klasik şablon ret gerekçeleri şeklinde oldu.

Neden darbecileri yargılayan mahkeme?

Beni ilk yargılaması gereken heyet siz değildiniz. Bildiğim kadarıyla mahkemenizin iki heyeti var. Biri Ankara’da görülmekte olan darbecilerin yargılandığı dava, iş yoğunluğu nedeniyle bildiğim kadarıyla başka dava da alamıyor. Tutanağa geçsin diye söylüyorum. Çünkü yoğun bir tempo ile çalışıyor, yüzlerce sanıklı karmaşık, tarihi dosyaları var. Dolayısıyla mahkemenin bir heyetinin münhasıran bu dosyalarla ilgilenmesi çok makul. Ona yoğunlaşması, o dosyada uzmanlaşması, seri yargılama yapabilmesi açısından çok makul.

Fakat Selahattin Demirtaş neden bu heyetin yargılama takvimine dahil edildi. Normalde benim bildiğim diğer heyetiniz beni yargılıyor olmalıydı. Burada da bir müdahale olduğunu düşünüyorum. Sizler bu kararı vermiyorsunuz, Adalet Komisyonu yapıyor bunu. Burada da siyasi müdahale olduğunu düşünüyorum, mahkemenizin ne karar vereceğinden bağımsız olarak. Neden müdahale ediliyor? Diyarbakır 8. Ağır Ceza’ya müdahale edildi. Yer yönünden müdahale edildi, güvenlik gerekçesiyle müdahale edildi, Ankara’ya geldi 2. Ağır Ceza’ya birleştirilmesi için müdahale edildi, 2. Ağır Ceza Kabul etmedi, tekrar 9’a geldi, bu defa başka bir heyete, yoğun bir heyete, darbe yargılaması yapan, iş yoğunluğu olan bir heyete verildi. Heyet de 3 ay sonrasına gün verdi. 3 ay sonra getirilmeme karar vermediğiniz için, SEGBİS’le çıkmadım, avukatlarım dosyaya giremediler, yine 3 ay sonrasına gün verdiniz. Niye? Darbe yargılamalarımız var dediniz, yoğunluğunuz vardı.

Sanık üzerinde bir toplu baskı oluşturma projesinin parçalarıydı

Bu süre zarfında ben sadece dosyanızla ilgili bir yargı faaliyetine muhatap olmadım. Hakkımda 102 fezleke var. Tutukluydum, fakat tutuksuz olduğum dosyaların tamamında tutuklu koşullarda yargılanmam dayatıldı. Ben sadece bu dosyada tutukluyum, ama yargılandığım dosyaların hepsinde tutuklu koşullarda savunma yapmak durumunda kaldım. Bu da, hakkımdaki soruşturmaların, davaların yoğunluğu da başka bir ihlaldir. Büyük bir kısmı beraatle, düşmeyle sonuçlandı. Ertelemeyle sonuçlandı. Ama bir kısmında yargılama hala devam ediyor.

Bunların tamamı yoğunluğuna bakıldığında, sanık üzerinde bir toplu baskı oluşturma projesinin parçalarıydı. 102 fezleke ile uğraşıyorum. Sağ olsun avukat arkadaşlarımızın desteği ve çabasıyla zar zor toparlayabildik savunmalarımızı. Onlarca klasör, 2-3 bin sayfa delil toplanması sadece sizin dosyanıza ilişkindir. Ama onlarca dava, yüzlerce soruşturmayla muhatap oldum. Bu da benim yüksek güvenlikli bir cezaevinde, bir hücrede tutulmam suretiyle savunmalarıma etkili bir şekilde hazırlanmamı engelleyen faktörlerden biridir. Halen de öyle. Emin olun çok etkili savunmalar hazırlayabilirdim, ama Türkiye’nin en uzak cezaevinde bir hücrede tutuldum ve çok sayıda davayla muhatap oldum. Bu süre zarfında partimin yönetimine katkı sunmaya çalıştım, parlamenter çalışmalara katkı sunmaya çalıştım, engellemelere rağmen. Bir adil yargılanma hakkı ihlali olarak tutanağa geçsin diye belirttim bunları.

Diğer partilerin milletvekillerinin tek bir gün duruşma salonunda arzı endam ettiklerini görmedik

137 milletvekili hakkında dokunulmazlık kaldırıldı. Bunlardan 55’i partime mensup. Diğer partilerin de milletvekilleri var, dokunulmazlığı kaldırılıp yargılanan. Bizler hangi gerekçeyle ilk savunmayı yapmaya gitmeyeceğimizi belirttik. Grup toplantısında açıklamıştım. Adil yargılama olacağına inanmıyorum, mutlak dokunulmazlığımız vardır, yargıya güvenmiyorum. 15 Temmuz öncesi yaptığım konuşmalar bunlar. Bunların hepsini haklı çıkaran gelişmeler oldu. Fakat diğer partilerin milletvekillerinin tek bir gün duruşma salonunda arzı endam ettiklerini görmedik. Çoğu yazılı beyanlarını gönderdiler ya da tek bir duruşma salonuna girip, hakkındaki bütün fezlekelerle ilgili, kendileri salonda kaldılar, hakimler giriş çıkış yaptılar. O şekilde bitirdiler savunmalarını, duyan bilen olmadı.

Diğer milletvekillerinin taciz, kaçakçılık davaları ne oldu, bilen var mı?

Ne oldu bu ihaleye fesat karıştırma, ne oldu bu gümrük kaçakçılığı, taciz, yolsuzluk rüşvet davaları ne oldu? Bilen var mı? Bilen yok. Ama HDP’li milletvekilleri ne oldu, bilen var. Tüm kamuoyu bunu bilsin, başka bir şey bilmesin diye ellerinden gelen her şey yapıldı. Diğer partilerin genel başkanları nasıl, nerede savunma yaptılar, bilen var mı? Hayır. Yazılı savunmalarını avukatları aracılığıyla gönderdiler. Soruşturma aşamasında kapatıldı, takipsizlikle sonuçlandı çoğu.

Hele Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları; o kadar politik davranıldı ki, darbe girişimi sonrası Cumhurbaşkanı çıkıp şunu dedi: “Hakkımda hakarete dair bütün davalarla ilgili hepsini geri çekiyorum. Bir istisna, HDP’liler hariç.” Oysa Cumhurbaşkanı’na hakarette, Cumhurbaşkanı’nın şikayeti geri çekmesi davanın düşmesine sebep olmaz. Ama düşürüldü. MHP Genel Başkanı’nın çok sayıda Cumhurbaşkanı’na hakaret dosyası var, bilen var mı?

Ben 8-9 tane Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanıyorum. Çok çok daha ağırını diğer muhalefet lideri söylemiş, ama 299’dan bir yargılaması duyulmadı. Çünkü kovuşturmaya yer olmadığı kararlarıyla bitirildi üstü kapatıldı. Olması gereken o. İsterse Cumhurbaşkanı da olsun, muhalefet liderleri en ağır şekilde eleştirirler. Hakarete varan şeyler olmadığı sürece. Hele siyasetçilerin birbirine karşı kullandıkları dil ve üslup Türkiye’de hiçbir zaman nezaket içinde olmadı. Yargının bu konuda toleranslı olması lazım. Vatandaşa hakaret edilemez. İyi de bizim hakkımızdaki davalar böyle devam ederken, milletvekillerimize 299’dan çok sayıda ceza çıktı. Biri onaylandı. O nedenle bize karşı yürütülen kovuşturma süreci ayrımcılık içeren bir şekilde yürütüldü.

Dokunulmazlıkların kaldırılmasına yakın HDP’li vekillerle ilgili [grafik gösteriyor] en üstte olan, kırmızı olan CHP milletvekilleri, sarı olan MHP, mavi olan AKP milletvekilleri, fezleke hazırlanma hızı ve sayısı. Şu grafiğin tırmanışa geçtiği yer 2016 Nisan. Mart’ta başlamış ve dokunulmazlığın kaldırıldığı 5 Mayıs’a kadar sayı 269’dan 510’a çıkmış. CHP vekilleriyle ilgili 133’ten 186’ya çıkmış. O iki üç ay içerisinde MHP ve AKP’de tek bir milletvekili tek bir fezlekeye muhatap olmamış. İnşallah kanunlara saygılı oldukları içindir. Ama bu grafik pek de öyle söylemiyor. HDP’nin hedefe konulduğunun grafiği budur, CHP’nin de küçük de olsa bir artışı söz konusudur.

Hırsızlıkla suçlanmak bir milletvekili açısından çok mu normal?

Parlamentoda mühür bozma, kaçakçılık, ihaleye fesat karıştırmadan 12 CHP’li, 7 AKP’li, 3 MHP’li milletvekilinin fezlekesi var. Şu anda yargılanıyor olmaları lazım, ama ne takip eden var, ne de basının gündeminde. Bunlar çok önemsiz suçlarmış gibi, ilgilenen bile yok. Görevi kötüye kullanmak; 14 CHP’li, 13 AKP’li, 2 MHP’li milletvekilinin fezlekesi varmış. Kamuoyu bizim kriminal suçlar dediğimiz, aslında Anayasa’nın 83/2 maddesindeki dokunulmazlığı, yani eylemsel olarak suç istinadı diyebileceğimiz nispi dokunulmazlığı ilgilendiren hiçbir suçlamayla ilgili hiçbir milletvekilline dair ne işlem yapıldığını bilmiyor. Biz Meclis’in soruşturmasını istedik, kabul etmediler. Meclis Başkanı’na yazı yazdık, cevap vermediler. Ne oldu bu fezlekeler? Bizim ne olduğumuz ortada. Hırsızlıkla suçlanmak bir milletvekili açısından çok mu normal. Kamuoyu rahatlıkla bunu içine sindirebiliyor mu? Hayır, sindiremez, ama kamuoyunun gözünden kaçırırsanız yokmuş gibi davranılır.

Biz HDP’li olduğumuz için bunlar bize yapıldı

Aleni bir ayrımcılıkla karşı karşıya kaldık. AİHS’nin 14’üncü maddesinin açık ihlalidir. Siyasi kimliğimizden dolayı ayrımcılık. Biz HDP’li olduğumuz için bunlar bize yapıldı. Diğer muhalefet partisi CHP de benzer bir baskı ile karşı karşıya kalırken, üçüncü muhalefet partisine hiç bir şekilde fezlekelerle ilgili benzer bir süreç yürütülmedi. Yargılamanın kamuoyuna açık olması lazım. Kamuoyu izlesin. Bunların hepsi saklandı, bize yönelik ayrımcılıkla geçiştirilmeye çalışıldı.

Tutuklama kararlarını katalog suçlara göre verdiniz. Birçok vekil hakkında kaçma şüphesi vs. tutuklama gerekçelerinde bunlar yoktu. Katalog suçlar açısından bakalım. Benim partimin milletvekillerine ayrımcılık yapıldı. Niye yapıldığı bilmiyorum. Partimin yetkili sözcülerini içeriye atmak için bir kumpas kurulduğu belli, fakat her halde amaç partiyi hem içeride hem dışarıda baskı altında tutabilmek için, partimin milletvekillerine karşı yargı farklı davranışlar içerisine girdi. Örneğin bir milletvekilim hakkında 55 tane fezleke var; yürüyüş, propaganda, suç ve suçluyu övme, 2911, halkı kin ve düşmanlığa tahrik, üyelik. Hakkında 31 defa zorla getirme kararı verildi. Hakkında istenen toplam ceza da benim bu dosyadaki istenen toplam cezanın iki katı. Ne fezlekeleri birleştirildi, ne hakkında tutuklama kararı verildi. Doğru olan verilmemesi.

Amaç yürütmeye mesaj vermekti

Neden seçildi 12 milletvekili? Neden tutuklandı ilk etapta? Referandum öncesi HDP’nin sözcülerine yönelik bir operasyon olduğu ortadadır. Başka bir milletvekili, 3 fezlekesi var, zorla getirme kararı verildi hakkında. Bir başka milletvekili, hakkında çok sayıda fezleke olmasına rağmen bir defa zorla getirme kararı verildi. Bunlar tutuklama kararı verilmeyen HDP’li milletvekilleri. Bir başka milletvekilim, 6 fezlekesi var, bunların hepsi HDP milletvekilleri, örgüt üyeliğinden kamu görevlisine hakarete ve propagandaya kadar, toplam 6 tane fezlekesi var. Hakkında zorla getirme kararı dışında karar verilmedi yargılama da aksamadı.

Zorla getirme kararları yerine getirildi. Yargı kendi faaliyetini sürdürüyor. Bizimki bir politik tavırdı. Gerekçelerimizi açıkladık. Bunlar yargıyı tanımıyor dediler ve bunu gerekçe haline dönüştürdüler. Bunu sadece ben söyledim, tutuklu olan milletvekilleri söylemedi. Hiç biri kendiliğinden ifade vermeye gitmedi. Neredeyse tamamı tamamlandı, yargılama normal sürüyor. Yargıya bir zorluk çıkartılmadı. Amaç yürütmeye mesaj vermekti, yargı da bunu anladı. Tutuklama kararları vermedi. Bir başka milletvekilinin 13 fezlekesi vardı ve hakkında bir kez zorla getirme kararı verildi. Başka bir milletvekilim 13 fezlekesi var, hakkında 3 tane zorla getirme kararı verildi. 10 fezlekesi olan başka bir milletvekilim, üyelik de dahil 4 propaganda fezlekesi var ve şu ana kadar hakkında sadece bir defa zorla getirme kararı var.

Ayrımcılığın ayrımcılığı

Bunların soruşturmalarının ve fezlekelerinin içeriği de benim yaptığım neyse hepsinin aşağı yukarı odur. Konuşma dışında fezlekesi olan milletvekilim yok. Fakat bir milletvekilimle ilgili ağırlaştırılmış müebbet cezası isteniyor. Bir başka milletvekili arkadaşım hakkında yine ağırlaştırılmış müebbet ve zorla getirme kararı verildi. Beş milletvekilim hakkında 302’den fazla fezleke hazırlanmış ve hiç biri tutuklu değil. Demek ki, katalog suç olması milletvekilinin tutuklanmasını gerektirmiyor. Ankara mahkemelerinde de bu karar var, Van’da var, İstanbul’da var. Bu mahkemeler tutuklama gereği duymadılar. Bu milletvekillerimiz de ifade vermeye gitmediler; grubumuz almış olduğu AKP ve dokunulmazlığın kaldırılmasına ‘evet’ diyenlerin siyasi tezgahını teşhir etme tavrını sürdürdüler. Aynen bizim gibi. Ama ne bir gece evleri basıldı, gözaltına alındılar, tutuklandılar. Doğru olan buydu, yargısal işlem buydu. Bunun dışında bir yargılama tedbiri uygularsınız yasayı ihlal etmiş olursunuz. Tutuklanan HDP milletvekilleriyle ilgili yapılan işlem tam buna tekabül ediyor. Ayrımcılığın ayrımcılığı dediğim de budur.

OHAL ile alakası olmayan KHK’ler yürürlükte olduğu için savunma hakkım kısıtlanmış durumdadır

Kovuşturma aşamasında savunma hakkımın kısıtlanmasına engel olduğu için yayınlanan bazı KHK’lerde savunma hakkını kısıtlayan düzenlemeler yapıldı. OHAL’le alakası olmayan birçok konuda, 620 yasada değişiklik yapılarak KHK’lerle düzenlendi. CMK’deki savunma hakkını da ilgilendiren,  duruşma usulünü de ilgilendiren bir çok madde KHK’lere eklendi. Türkiye’de şu anda hiçbir mahkeme KHK’nin her hangi bir maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğu için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaya cesaret edemedi.

AYM biliyorsunuz, CHP’nin başvurusunu usulden reddetti. İncelenemez dedi. Ama yerel bir mahkeme henüz götürmedi. AYM’nin geçmiş yıllarda verdiği kararlar vardı. Parlamentonun yaptığı işlerin başlığına değil içeriğine bakarım demişti. OHAL KHK’si demiş olması, Bakanlar Kurulu’nun buna KHK demiş olması, otomatikman bunu OHAL KHK’si kılmaz. İçeriğine bakarım. Gerçekten OHAL’i ilgilendiren hususlarsa, bunu denetleyemem, ama değilse bunu denetlerim dedi geçmiş yıllarda. İçine bakmadan ben zarfa bakarım. CHP’nin başvurusuyla ilgili ret verdi. Ama yerel mahkeme götürebilir. OHAL ile hiçbir alakası olmayan KHK’ler şu anda yürürlükte olduğu için savunma hakkım kısıtlanmış durumdadır.

Yine milletvekillerinin yargılanması özel bir usule tabi tutulmalıydı. Ülkemizde yok ama bazı ülkelerde çıkartıldı. Bizim ülkemizde milletvekillerine değil fakat bürokratlara ve bakanlara özel yargılama usulü var. Bazı bürokratlar son çıkan KHK ile birlikte Genelkurmay Başkanları da dahil olmak üzere, MİT müsteşarları, üst düzey yargı mensupları, bakanlar ya AYM’ye gidecek, Yüce Divan sıfatıyla yargılanacak ya da Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulu’nda yargılanacak. Ama milletvekillerine dair yok. Yani halkın doğrudan seçtiği milletvekilleri sulh ceza hakimleriyle muhatap oluyorlar. Asliye mahkemelerinin yetersizliğinden değil. Milletvekilleri yargılaması çoğu zaman politik baskı oluşturur ve bu baskıları karşılamak ağır ceza heyetlerini zorlayabilir. Partim bir kanun teklifi de hazırladı, verecek. Milletvekillerinin de Yüce Divan sıfatıyla AYM’de yargılanması gerekiyor. Suçlama ne olursa olsun, çünkü başka bir türlü mahkemeler yürütmenin baskısından kolay kolay sıyrılamazlar. Türkiye bir yerde, böyle bir konjonktürde. AYM’nin kendisi bundan kolay kolay kurtulamıyor. Hükümet, kararlarıyla ilgili tanırım-tanımam açıklamaları yapıyor. Böyle bir ortamda bizlerin asliye, sulh ya da ağır ceza mahkemelerinde savunmaya, ifadeye zorlanmamız bu ortamın politikliği nedeniyle de adil yargılama hakkının kısıtlanmasıdır. Bir Genelkurmay Başkanı, bir MİT Müsteşarı AYM’de yargılanırken, milletvekillerine böyle bir düzenlemenin yapılmamış olması, politik baskıların adil yargılamayı etkilemesi önemlidir, bunu da tutanaklara geçmiş olayım.

Tahliye falan talep etmeyeceğim

Tabii ki, ben mahkemenizde ne şimdi ne de savunmam tamamlandığında tahliye falan talep etmeyeceğim. Tutuklama kısmını geçtik de, uzun tutuklulukla ilgili mahkemenizin ara kararlarında bile bugüne kadar değerlendirme yapmaması ilginç. Haksız tutuklama AYM tarafından son derece skandal bir kararla, esas girilerek, delil değerlendirilmesi yapılarak reddedildi. Haksız tutuklama yok denildi. Uzun tutuklulukla ilgili mahkemenizin ara kararlarında bile değerlendirme yapmaması, adil yargılanma ilkesinin ihlalidir. Uzun tutukluluk mahkemenize göre nedir, bunu tariflemeniz lazım. Bir milletvekili böyle bir dosyada ne zamana kadar tutuklu kalır, bunu tartışmanız, değerlendirmeniz lazımdı. İleriki aşamada bunların hepsi benim ve avukatlarımın yaptığı itirazların değerlendirilmemiş olması nedeniyle ihlal olarak dosyaya girmiş olacak. Bugüne kadar pratikteki uygulamalarda gördük ki, milletvekili 2 yıl ceza bile alsa tutukluluğun devamına denildi. İki yıl ceza 8 aydır tutuklu, tutukluluğun devamına. Yani 10 yıl ceza verip tahliye edildiği, 1 yıl tutuklu kalan sanıkların olduğu dosyalar vardır, halen de vardır. HDP’li milletvekilleriyle ilgili uzun tutukluluk nedir, kimin tatmin olması lazım, yargının mı siyasetin mi? Tam olarak kim tatmin edilmek isteniyor? Uzun tutuklulukla siyasi çıkarların, beklentilerin gerçekleşmesi mi hedefleniyor, yoksa gerçekten yargısal çıkarlar ve beklentiler mi hedefleniyor. Bu konuda 15 aydır bir değerlendirme ve duyarlılık görmedik.

Diyor ki, “SEGBİS, çıktın çıktın, çıkmazsan susma hakkını kullanmış sayacağım”

Benim savunma hakkımı korumak, garanti altına almak, olabildiğince genişletmek konusunda da maalesef ki, hem tutuklu olduğum dosyada hem de diğer dosyalarda bir hassasiyet görmedim. Daha çok SEGBİS yoluyla savunmamın alınması istendi. Gerekçesini yazmadınız bilmiyorum. Gerekçesini okumak isterdim. Sanık duruşmada hazır edilemeyecekse bir gerekçesi olması lazım. Yasal gerekçe var doğru, ama bu yasayı uygulamanın da mutlaka Demirtaş ile şahsileştireceğiniz bir gerekçeniz olması lazımdı, bu da olmadı. Dolayısıyla mahkemeler SEGBİS yoluyla bizden savunma istemede ısrarcı bir tutum sergilemeli, ki bazı mahkemeler SEGBİS’e zorla çıkarma kararı verdi. Fakat bir sanık kendisinin duruşmada bulunması için ısrarla talepte bulunurken, mahkemenin o sanığı zorla getirme kararına benzer şekilde zorla SEGBİS’e getirme kararı alması açıkça ihlaldir. Bu benimle ilgili de yapıldı. Kolundan tutacaklar götürecekler, kamera karşısında konuş diyecekler.

Bunu ancak kime yaparsınız? Ben savunmaya gelmiyorum diyen sanığa zorla getirme kararı çıkartırsınız. Defalarca, ben duruşmaya gelmek istiyorum diyen bir sanıkla ilgili nasıl zorla getirme kararı alınabilir. Benim ve milletvekilimle ilgili. Benim SEGBİS gerekçem yok. Mahkeme neden mahkemeye gelme talebimi reddetmiş, niye uygun görmemiş, niye ben 7 Aralık’ta duruşmaya gelememişim, bilmiyorum. Mahkemenizin kararından bu anlaşılmıyor. Bunların hepsi kovuşturma aşamasında adil yargılamanın olmadığına dair bende oluşan izlenimlerdir. Bazı mahkemeler SEGBİS’e çıkmazsa susma hakkımı kullanmış olacağıma dair karar verdiler. Bana bu tebligat yapıldı. Oysa susma hakkı bir haktır. Kullanır mıyım, kullanmaz mıyım, bana aittir. Ama yargıcın kendisi diyor ki, SEGBİS, çıktın çıktın, çıkmazsan susma hakkını kullanmış sayacağım. Ara kararları var. Maalesef böyle bir yargılama süreciyle karşı karşıya kaldık.

Şimdi iddianame ile genel değerlendirmelerim aşağıya yukarı bunlar. Ara başlıklarda iddianamenin genel değerlendirmesine yine söylemlerim olabilir, fakat özel olarak tek tek fezlekeler üzerinde durmadan önce iddianamenin içeriğine dair değerlendirmelerim olacak.

Şu ana kadar usulle ilgili, politik müdahaleleri anlatmaya çalıştım. Dokunulmazlık sürecinden başlayacak şekilde. Savunmamı bu aşamadan sonra şöyle sürdürmeyi düşünüyorum; iddianamenin geneliyle ilgili değerlendirmeleri bitirdim, ama iddianamenin içeriğiyle ilgili bir genel değerlendirme yapıp, sonra tek tek fezlekelerle ilgili. Çünkü bunları yapmazsam, her fezlekede bunları tekrar etmek gerekecek. Hem genel değerlendirmeleri o yüzden yapıyorum ki fezlekelere geçince sadece geçmiş konuşmalara atıfla yetineyim. O yüzden bu genel değerlendirmeleri toparlamak istiyorum.

 

Demirtaş’ın 15 Şubat günü görülen duruşmada yaptığı savunmanın 4. bölümü

(DUYULAMADI) … Yargının esasında uzlaşma yoktur, yargılama vardır. Kamuoyunun tatmin edilmesi ve adaletin yeniden tayin edilmesi gayesi vardır. Ama siyasetin hedefindeki bu değildir. Mutlak hakikat ve gerçek üzerinden yapılmaz siyaset. O nedenle çoğu zaman uzlaşmayı gerektirir. Siyasetçiler uzlaştığı oranda ülkenin sorunları çözülür. Uzlaşma olduğu yerlerde itilaf olur. Bu tür dönemlerde de iktidarda bulunan partiler, eğer bir siyasi uzlaşma kanalı açmayı deneyip siyasi risk üstlenmezse, siyasi bir alternatif yaratmazsa, bunu göze alabilecek bir basıncı veya bu alternatifi ortaya çıkaracak bir süreci göze alamazsa, yapılacak en basit iş topu yargıya atmaktır.

DEP döneminde de öyle yapılmıştır. Bir yıl boyunca kamuoyu hazırlanmıştır. Çiller Başbakan’dır. O zaman medya şimdiki kadar yaygın değildir, sosyal medya yoktur. Merkez medya da az sayıda gazeteden ibarettir, televizyonlar da bugünkü gibi çok kanallı, yüzlerce kanaldan ibaret değildir. Ama eldeki bütün imkanlarla tıpkı bugünküne benzer bir şekilde kamuoyu yaratılıyor, “Meclis’te terörist istemiyoruz” sloganları attırılıyor ve hükümet, mevcut siyasi durumu, ülkenin siyasi problemini çözmek için bir alternatif yaratmak, diyalog ortamıyla toplumu bir arada tutan bir enerji ortaya çıkarmak yerine, hızlıca bir karar alıyor. O dönemki milletvekillerini suçlu ilan ederek dokunulmazlık hızlı bir şekilde, herkesin güle oynaya bugün olduğu gibi oy kullandığı bir şekilde kaldırılıyor. DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırıldığına dair karar Resmi Gazete’de yayımlanmadan, Genel Kurul’da ‘evet’ oyu çıkar çıkmaz polis, milletvekillerini DGM Başsavcısı’nın talimatıyla gözaltına alıyor.

O kadar hızlı, acele bir şekilde kamuoyunun gözünden kaçırılırcasına bir yargılama süreci işletiliyor ki, 15’er yıl hapis cezasına çarptırılıyorlar. Milletvekili arkadaşlarımız, biri hariç diğerleri partimizde siyaset yapmaya devam ettiler. (DUYULAMADI) Cezaevinden çıktıklarında bambaşka bir Türkiye vardı. 10 yıl yattılar, ama yargı ve siyaset bundan tam olarak ne elde etti, kimse bunun muhasebesini yapmadı. İktidarlar bunu yapmazlar, iktidarlar pragmatisttirler. Siyasetin geneli böyledir. Pragmatizm vardır. Ülkenin çıkarına, milletin çıkarına falan, bunların hepsi siyasi meşruiyeti oluşturmak için çoğu zaman uydurulmuş şeylerdir. İnanarak, güvenerek, bağlı olunarak söylenen şeyler değildir. Bunu yapmazlar, bir sonraki seçimin kazanılması hesabı yaparlar.

DEP döneminde cezalandırmanın kazanıma dönüşeceği izlenimi yaratılmaya çalışılıyordu

O gün öyle yaptılar, o gün DEP’in oyları yüzde 2 buçuk 3 civarındaydı. HDP’nin bugünkü oyu yüzde 13’tür, anketlere göre de yüzde 14-15 bandındadır. Umarım partim bir sonraki seçimde bunun da çok çok üstüne çıkacak oy oranıyla yeniden parlamentoda, demokratik siyaset sahnesinde olacaktır. O gün DEP’li milletvekillerini parlamento bahçesinden gözaltına şehvetle, şevkle, heyecanla alıp, Orhan Doğan’ın kafasını bastırarak otomobile sokmaya çalışan ve yine o gün – ben iyi hatırlıyorum, Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisiydim, duruşmaları öğrenciyken izledim, AİHM’in yargılamanın iadesi kararından sonra da avukat olarak izledim – büyük bir şevkle cezalandırmanın nasıl büyük bir kazanıma dönüşeceği izlenimi yaratılmaya çalışılıyordu. Hem medyada hem yargı atmosferinde hükümetin verdiği mesajlar böyleydi.

HDP’ye müdahale ettiler, inşallah HDP oyunu yüzde 20’ye çıkarır

Kimse kusura bakmasın, demokratik haklar ve özgürlüklerle, buna inanan insanlarla bu şekilde mücadele edilemez. Diyalog kurularak, saygı duyularak, bir kanal açılarak, ancak siyasetin önü açılarak ülkenin sorunları çözülür. DEP’e müdahale ettiler, DEHAP yüzde 6’ya çıkardı oyunu. DEHAP’a müdahale ettiler, DTP, BDP, HDP yüzde 13’e çıkardı oyunu. Şimdi HDP’ye müdahale ettiler inşallah HDP oyunu yüzde 20’ye çıkarır. Hepinizin katkısı, desteğiyle tabii.

Yargı adaleti sağlayarak toplumun önünü açabilmelidir

Demek istediğim, ülkenin siyasi sorunları yargıyı ilgilendiren meseleler değildir. Önünüze getirirler, bunların hepsi siyasi problemlerdir. Fezlekelerin her birinde yaşanan siyasi dönemler, ülkenin siyasi krizleri ve sorunlarıdır. Yargı bunları çözmekle görevli değildir. Bunun önünü açma ahlaki sorumluluğu vardır. Bu yasal sorumluluk değildir, ama bu ülkenin hukukçusu olmanın ahlaki sorumluluğudur. Yasalar hukukçulara, yargıçlara bunu bir görev olarak yüklemez. Ülkede tıkanmış siyasetin önünü açmak, demokratikleşmenin önünü açmak, demokrasi standartlarının yükselmesini sağlamak; bunlar parlamentonun asli görevidir. Yürütme de bunu parlamentonun aldığı kararlarla uygulamak zorunda olan erktir. Ama yargı erkinin temel görevi bu değildir.

Adaleti sağlayarak, gerçek anlamda adaleti sağlayarak toplumun önünü açabilmelidir. Türkiye’de yargı bu yönüyle maalesef hiçbir dönemde sistematik ve kalıcı bir şekilde katkı sunmamıştır. İstisnai kararlar vardır, yerel mahkemelerin, AYM’nin, istisnai mahkemelerin veya savcıların. Gerçekten de Türkiye’de insan hakları, adil yargılanma, demokratik siyaset hakkı, tıkanmış siyasetin bir türlü çözüm bulamadığı sorunlarla ilgili önemli kararlar alınmıştır, ön açıcı olmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin de kararları vardır, Yargıtay’ın içtihatları vardır, yerel mahkemelerin kararları vardır. Ama genel olarak yargı kötü bir sınav vermiştir. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere.

Yargı başörtüsü sorununu demokratik şekilde çözebilirdi 

Mesela başörtüsü meselesi ülkenin önemli bir sorunuydu, siyaset çözemedi bunu. Büyük bir gerilim alanıydı, istismar alanıydı. Yargının önünde önemli bir fırsat vardı ve top yargının önüne geldiğinde bu sorunu en demokratik şekilde, evrensel standartlara uygun bir şekilde çözebilirdi. Ama çözmediler. Ne Anayasa Mahkemesi ne yerel mahkemeler ne başka mahkemeler. Başörtüsünün her yerde özgürce kullanılabileceği kararını rahatlıkla verebilirdi yasaya ve Anayasa’ya uygun olarak. Ama dar yorumladılar. O zamanki iktidarın ideolojik algısı çerçevesinde oluşturulmuş devlet yapılanmasına uygun kararlar verildi. Tıkanma yaşandı.

Yargı bazen verdiği kararlarla ön açar

Demek istediğim, siyasetin çözüm olamadığı, uzlaşma sağlayamadığı noktalarda yargı bazen verdiği kararlarla ön açar. Türkiye’de bu çok istisnadır. Keşke sayı daha çok olsaydı da bunlarla övünseydik. Ama Türkiye’de yargı pratiği maalesef öyle değil. DEP kararı da böyledir. DEP kararı iyi bir karar olsaydı, gerçekten adil bir yargılama sonucunda iyi bir karar olsaydı, DEP kapatılmasaydı, DEP’li milletvekilleri ve siyasetçilerin yapmış oldukları söylenen hatalar, siyasi eksiklikler kamuoyunda sertçe eleştirilse, ama bununla yetinilseydi; cezalandıracaksa seçmen cezalandırsaydı, ödüllendirecekse seçmen ödüllendirseydi. Buna tahammül gösterilseydi, Türkiye bambaşka bir noktaya gelecekti. 1994’ten söz ediyoruz. Şimdi 2018’deyiz. 24 yıl önceki bir durumdan söz ediyorum. 24 yıl önce Türkiye onları başarsaydı, yargının katkısıyla bambaşka bir noktaya gidebilmiş olurduk. Ülkenin çok daha etkili bir aktör olmasını sağlayabilirdik. Bunlar keşkeler, ihtimaller tabii. Yine başka sorunlarımız çıkardı, kahin değiliz ama, mevcut vaka üzerinden değerlendirdiğimizde Türkiye’nin siyasi tarihini etkileyen, Türkiye’deki demokrasi tarihini etkileyen, Türkiye’deki insan hakları mücadele süreçlerini etkileyen önemli kararlardır bunlar.

Meşru temsilcisi siyasetten men edilirse, seçmenin demokratik siyasete olan inancı kırılır

Çünkü bir mahkeme, kendi seçmenleri nezdinde son derece meşru olan bir temsilciyi yasalara, hukuka ve adalete aykırı bir şekilde siyasetten men ederse, o seçmenlerin demokratik siyasete olan inançları kırılır. Bununla birlikte diğer seçmenlerde de kırılmaya yol açar. İşte bu siyasette puslu bir hava yaratır, sisli bir hava yaratır. Sisli havada da, ülkenin böylesi ortamından faydalanmak isteyen herkes, ulusal ve uluslararası güçler faydalanırlar. Siyasetin çözüm olmasına engel olmaya çalışırlar. Zaten mevcut kriz yargıya havale edilmiştir, yargı da bu krizi çözecek durumda değildir. Dolayısıyla Türkiye veya o ülke; ki bu sadece Türkiye’de olan bir durum değildir, ama Türkiye her seferinde bu hataya düştü ve her seferinde bunun maliyeti ağır oldu. Bunlar olmasın diye yargı suçları görmezden mi gelecek? Hayır yargının böyle bir lüksü de yok. Gerçekten bir suç işlendiği iddiası varsa, bunu en etkili şekilde soruşturacak ve kamuoyunu tatmin edecek şekilde bir karar çıkaracaktır. Yargının işi, siyaset kriz çözsün diye suç örtmek değildir. Mesele tam tersine adil yargı meselesidir. Bizim göremediğimiz kısmı adil yargıdır. Adil soruşturmadır. Dokunulmazlık adaletli kaldırılmıyor, soruşturma adaletli yapılmıyor, kovuşturma adaletli yapılmıyor, cezaevi süreçlerinde adalet yok. Seçmenimiz bunları izliyor. Seçmenimiz olmayanlar da izliyor.

AKP ve MHP’den tutuklanmama karşı olanlardan çok sayıda mektup aldım

Türkiye’nin önemli bir kısmı bu tür davalar ve onların yaptığı siyasi, sosyo psikolojik etkileri hissediyor. Siz sadece Selahattin Demirtaş’ı sanık sandalyesine oturtmuş değilsiniz. Bana oy veren 6 milyon insan sanık sandalyesinde hissediyor kendini. En azından 6 milyon. Yapılan anketlere göre Türkiye’nin yüzde 26’sı doğrudan benim tutuklanmama karşı. Ben yaptırmadım anketi. Sadece yüzde 51’i tutuklanmamın haklı olduğuna inanıyor o da aşağı yukarı bugünkü iktidar ve onunla birlikte hareket eden muhalefet partisinin tabanına denk geliyor. AKP’den de MHP’den de karşı olanlardan çok sayıda mektup aldım cezaevinde.

Gençlere biz değil, bu tutumu sergileyenler dağın, silahın yolunu gösterdiler

Yani adil yargılama gerçekleştirmediğiniz her anda, siz yurttaşlarımızın sosyo psikolojik durumunu, ülkedeki adalete olan inancını kırdınız, kırmaya devam ediyorsunuz. DEP’li milletvekillerine yapılan şey kırılmalara yol açtı ve toparlaması uzun sürdü. Çünkü biz yeni nesil siyasetçiler – dediğim gibi o zaman hukuk öğrencisiydim – biz yeni nesil siyasetçiler o kırılmaları toparlamak üzere siyasete girdik, toparlamaya çalıştık.

Neydi kırılmalar; kimse demokratik siyasete inanmıyordu, gençler inanmıyordu. Bir yürüyüş yapsa terörist olarak suçlanıyordu. Bir konuşma yapsan, bir bildiri dağıtsan yıllarca cezaevinde kalıyorsun. Ne oldu? Gençlerin birçoğuna biz değil, bu tutumu sergileyenler dağın, silahın yolunu gösterdiler. Biz bu kırılmayı toparlamaya çalıştık. “Umut var, demokratik siyaseti yürütmeliyiz” dedik. Yeni nesil siyasetçiler olarak da bu nedenle çoğu genç arkadaşımla birlikte bunu diriltmeye çalıştık. Kırılan umutları yeniden büyütmeye çalıştık. BDP’de de HDP’de de bunu yapmaya çalıştık. Tabii ki bizler söylemimizi kurarken, jargonumuzu, literatürümüzü oluştururken, kişilik özelliklerimizin yanında partimizin programıyla birlikte tabanımıza hitap etmenin yolunu aradık. Her parti böyle yapar. Fakat kullandığımız hitap, jargon bile yargı konusu yapıldı. Kullandığımız literatür yargı konusu yapıldı.

Ateş düştüğü yeri yakar, biz ateşin düştüğü yerde büyümüş çocuklarız

Biz tutuklandık, ama verdiğimiz mesaj hep demokratik siyasete inanç üzerine oldu. İçeride de bu mesajı verdik. Çünkü bunun kırılmasının yarattığı sonuçları kimse umursamıyor olabilir, ama biz umursamak zorundaydık. Ateş düştüğü yeri yakar, biz ateşin düştüğü yerde büyümüş çocuklarız. Bütün hayatım neredeyse 2002’ye kadar OHAL ve sıkıyönetimlerle geçti. 2002’de OHAL kalktı, o yaşa kadar ben sıkıyönetim ve OHAL dışında bir şey görmedim. 3 yıllık avukattım. Şimdi 1 buçuk yıldır OHAL ile yönetiliyoruz. Bu yaşımıza kadar olağan diye tarif edebileceğimiz neredeyse birkaç yıl dışında hiçbir şey yaşamadan geldik. Türkiye’nin bütün gençleri böyledir. Hangi partiden hangi ideolojiden olurlarsa olsunlar, bütün gençlerin yaşamı böyledir.

Şu anda 40’lı yaşlarında olan herkes sıkıyönetim,  OHAL süreçlerinden geçerek, işte Avrupa’da 50-60 yıl önce İkinci Dünya Savaşı yıkıntıları arasında kendi demokrasilerini gözümüzün önünde adım adım inşa ederken, biz en geri anlayışlara mahkum edildik. Hem siyaset anlamında, hem hükümetlerin yürütme pratikleri anlamında, hem de yargı kararları anlamında. Bu bizim kaderimiz değil. Norveçliler, İsveçliler var olduklarından beri böyle yaşamıyorlar. Dediğim gibi, 70 yıl önce Avrupa’da ayakta kalmış bir bina yoktu, cadde yoktu. Yıkıntıların içerisinde hem kendilerini yeniden inşa ettiler, hem de demokrasilerini inşa ettiler. Avrupa Birliği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi önemli metinler kazandırdılar insanlığa. Bunda tabii ki, herkesin mücadelesi ve katkısı var, ama Türkiye bu doğrultuda mesafe kat etmiyor, neden? Bu doğrultuda mesafe kat ederken cesur olmuyor, neden? Riskleri göze almıyor, bunların hepsi yargı tarihimizle de doğrudan bağlantılıdır.

Çözülmemiş, bir sonraki nesle havale edilmiş bir sorun

DEP davası bu yüzden önemliydi. Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur çünkü. Kürt olduğum için ve Kürt sorununu yaşadığım için söylemiyorum bunu. Öyle olmayanlar da böyle tariflediler, doğru tariflediler. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili, Osmanlı’nın son döneminde yaşananlarla ilgili ortaya çıkmış bir krizin ve sıkıntının fezlekesi, iddianamesi önünüzde duruyor. Çözülmemiş, bir sonraki nesle havale edilmiş bir sorunun yarattığı iddianame önünüzde duruyor.

Kürt sorununa dair iddianamede tek bir satır değerlendirme var mıdır?

Böyle bir sorun olmasaydı, ben böyle konuşmaları da yapmazdım; böyle konuşmalar olmasaydı, böyle bir iddianame de olmazdı. Kürt sorununa dair iddianamede tek bir satır değerlendirme var mıdır? Çözüm süreçlerine dair tek bir satır değerlendirme var mıdır? Yargı yokmuş gibi davranabilir mi? Bunlar yok muydu? En azından benim siyasi hayatımda 2 tane, Oslo ve İmralı çözüm süreçleri yaşandı. Buna tanıklık ettik. Birinin bizzat içinde bulundum, birini de siyasetçi olarak yakından izledim, Oslo çözüm sürecini. İmralı çözüm sürecinin de bizzat içinde oldum. Ama yargı, Türkiye’de böyle bir şey yokmuş gibi nasıl davranabilir ki? Tartışmalı bunu. İddianamesinde bunu tartışmalı; yanlışı ne, doğrusu ne, ben ne yanlış yaptım; mahkeme bunu tartışmalı.

Neyim yanlıştı? Hangi söylemim, hangi eylemim? Çünkü çözüm süreci Türkiye’yi gerçekten de bugüne kadar demokraside kat ettiği mesafede birkaç basamak üste sıçratacak süreçti. Şiddetten, savaştan, kandan, terörden, bombadan kurtulacaktık ya. Can kurtaracaktık, hiçbir şey yapamasak. Siyasetçiler olarak bunun önünü açacaktık, hiçbir şey yapamasak. Başaramadık. Bu, yargıyı hiç mi ilgilendirmiyor? Niye oldu bunlar, nasıl oldu, yargı soruşturmada mesela bunu hiç araştırmayacak mı? İddianame buna hiç bakmayacak mı?

“Terör” tamam da, bir de halk var, Kürtler var

Bu Kürt sorunu nedir, nereden çıktı, bu Selahattin Demirtaş niye bunu söyledi, mesela bunlar hiç değerlendirilmeyecek mi? Hayır. İddianameye bakarsanız birbiriyle bağlantısız, tarihle bağlantısız, aktüel politik gelişmelerle bağlantısız, reel politikayla bağlantısız, yakın geçmişle bağlantısız bir soyut suçlama iddiası var. O bağlantılar o yüzden, işte bu genel değerlendirmelerle, her bir fezlekenin içine girmek zorundayım, ki anlaşılsın.

Bugün niye buradayım? Milletvekili, Eş Genel Başkan olduğum için. Niye? HDP’li olduğum için. Ayrımcılığa tabi tutulduğum için. Az önce tek tek anlattım. Niye tutukluyum? Az önce örnekler de verdim, bariz bir ayrımcılığa tabi tutuldum. Ya siyasi düşüncem rahatsız etti ya siyasi duruşum ya da aldığım siyasi kararlar rahatsız etti. Bu ayrımcılığın da tarihsel bir kaynağı var. Kim niye rahatsız oldu, bunları açığa çıkarmamız, tartışmamız gerekiyor. İddianame bu konuda hiçbir tartışmaya izin vermiyor. Heyetinizin önüne bu konuda bir satır da olsa (XXX) getirmiyor. “Terör, terör, terör.” “Terör” tamam da, ya bir de halk var, Kürtler var. Bunun dili var, bu ülkenin yurttaşıdırlar, ne yaşadılar, ne ettiler, beklentileri, talepleri ne, siyasetçiler buna ilişkin ne söylediler, bunun iddianameyle bağı ne, buna dair hiçbir şey yok. O yüzden ben kurmaya çalışacağım.

Yavuz Sultan döneminden beri de resmi olarak Kürt halkı var

DEP süreci, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması süreci bizimkiyle benzer olduğu için oradan başladım. Yoksa eğer, Kürt sorununu konuşacaksak DEP süreciyle başlamış değil, 40 yıl önceki bir mesele de değil. Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkmış yanlış bir siyaset meselesidir. Halka yanlış yaklaşım meselesidir.

Özellikle II. Abdülhamit döneminde uygulanan, bizim de bugün önemli ölçüde eleştirdiğimiz yanlış yaklaşımlarla birlikte, ortaya bir Kürt sorunu krizi çıktı. Kürtler o güne kadar Osmanlı’nın içerisinde özerktiler, beylikler şeklindeydiler. Daha çok uç beylikleriydiler. İran’a karşı, Doğu’ya karşı, Güney’e karşı sınırlarda daha çok Kürtlere güvenilirdi ve Kürtler üzerinden sınırlar korunurdu. Müslüman bir halk olması nedeniyle de halifenin aynı zamanda tebaasıydı, halifeye bağlıydılar. İstanbul’a bağlıydılar. Padişahla Kürt halkının arasında böyle bir aidiyet vardı, ümmettiler çünkü. Ümmet olmaktan kaynaklı da, bir arada yaşamaktan kaynaklı bir sıkıntı yoktu.

Osmanlı kimliğinde bir sıkıntı yoktu. Yaşanan sorunlar, her Müslüman tebaayla veya gayrimüslim tebaayla yaşanan sorunlara benzerdir. Vergi konusunda, askere alma konusunda, beyliklerin kendi arasındaki çatışmalar vs. yaşanırdı. Gayrimüslimlerle ilgili ekstra başka sorunlar, krizler, özellikle milliyetçiliğin ve ulusalcılığın tırmandığı dönemlerde yaşandı, ama iddianamenin konusu olmadığı için girmiyorum. Kürt halkı o zaman vardı, ismi Kürt halkıydı; Yavuz’dan beri, Yavuz Sultan döneminden beri de resmi olarak Kürt halkının yaşadığı coğrafya hep Kürdistan olarak adlandırıldı. Örneğin bir kısmı Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla İran’a bırakılan Osmanlı topraklarının o bölümü Kürdistan olarak adlandırılırdı. Osmanlı, kendi içindeki Kürdistanı bir bütünlüklü eyalet olarak görürdü, Musul ve Diyarbakır merkezli, Erzurum merkezli, 3 merkezden yönetmeye çalışırdı, başarılı olurdu.

Kürtler Osmanlı’nın ayakta tutanıydı

Kürtler Osmanlı’nın çok önemli bir parçası, bileşeniydi. Ayakta tutanıydı. Yaşanan sorunlar kimlik sorunu değildi, ulusal sorun değildi, yerel normal sorunlar şeklinde cereyan ediyordu. Ama ulusçuluğun ortaya çıkması, milliyetçiliğin ortaya çıkması, etnik kimliklerle birlikte halkların anılmasıyla birlikte Osmanlı’nın son dönemlerinde Kürt aydınlarıyla birlikte başlayan bir tartışmayla etnik kimlik öne çıkmaya başladı. Ve nerede kendini ifade etti? Bir kısmı İttihat Terakki’de kendini ifade etmeye başladı. İttihat Terakki’yi kurdular. Kürt aydınları var arasında, Arnavutlar var, Ermeniler var. İttihat Terakki’yi kurdular, padişaha karşı, padişahın reform yapmamasına karşı reformu savundular, fakat aynı zamanda İttihat Terakki kendi arasında Paris ve Selanik büroları olarak da  ayrışmaya başladı.

Biri Türkçülük-Turancılık üzerine çözümün mümkün olabileceğini düşünürken, diğeri daha çok İslami kimlik üzerinden birliğin sağlanabileceğini düşündü. İki akımda da İslam etkili, fakat birinde daha çok milliyetçilik öne çıkmaya başlamıştı. Turancılık olarak tarif edilen, Türk kimliği üzerinden milleti tanımlamak o dönemde yapılan tartışmalardı. Selanik bürosu etkili oldu İttihat Terakki’nin ve Osmanlı’nın yıkılış ve çözülüş dönemlerinde, iktidara da geldiler. İyi bir yönetim sergileyemediler. O dönemde Kürtlerle birlikte hareket de edildi. Kurtuluş Savaşı’nda, Çanakkale’de, bütün Müslüman tebaa birlikte hareket etti. Temel motivasyon da, halifeliğin ve İslam’ın kurtuluşuydu.

Şimdi deniyor ya, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak için bütün Kürtler-Türkler el ele verip savaştılar, tarihsel olarak bu tespit doğru değil. Türkler-Kürtler el ele verip Çanakkale’de savaştılar, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmak için değil. Temel motivasyon İslami hilafetin, halifenin korunması ve vatanın korunması, kendi ortak İslami kimliklerinin korunmasıydı. Yoksa Çanakkale’de Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortak kuruluşuyla ilgili bir karar verilmiş değildi.

1915’ten söz ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte şöyle bir durumla karşı karşıya kalındı; 1920’den söz ediyorum, Kurtuluş Savaşı önemli ölçüde mesafe kaydetmişti. Anadolu toprakları düşmandan temizlenmiş, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Müslüman tebaa başta olmak üzere el ele vermişler, bu sırada gayrimüslimler zulümler görmüş. En nihayetinde elde Anadolu toprağı kalmıştı. Misakı Milli sınırları olarak tanımlanan topraklar da bugünkü sınırlar değil. Daha geniş sınırlar olarak tariflenmiş, Kürt halkı da o günkü Türkiye milletinin asli halkı olarak kabul edilmiş. İlk Meclis’i Mebusan da Kürdistan temsilcileri sıfatıyla yer almışlar. Hatta parlamentonun renkliliği ve çoğulculuğunu da gösterebilmek için Karadeniz’den Türkiye’nin doğusundan, güneyinden, Egesinden mebuslar kendi ulusal kıyafetleriyle parlamentoya katılmışlar. “Birlikte ne kadar güçlüyüz”ü gösterebilmek için.

İlginçtir hepsi Kürdistan temsilcisi olarak anılmışlardır. Tutanaklarda vardır. Kürdistan kelimesi yasaklanmamış. Coğrafya olarak ifade edilmiş, bir devlet olarak ifade edilmemiş. Kürdistan’ın yasak olabileceğini, bir gün bunu kullandı diye ceza alabileceğini kimse aklına bile getirmez o günlerde. Böyle bir ihtimal yok, çünkü hepimiz ümmetiz. Kürt Kürttür, Allah onu Kürt olarak yaratmıştır. Kimse sorgulamaz, onun ana vatanını sorgulamaz. Dilini, kimliğini sorgulamaz, böyle bir ortam Osmanlı.

Herkes birlikte bu toprakları vatan yapabilmek için elinden geleni yapmış

Evet, o güne kadar herkes birlikte bu toprakları vatan yapabilmek için elinden geleni yapmış. O dönem büyük emperyal güçler Almanlar, İngilizler, Fransızlar olmak üzere Avrupalı güçlerdir. Amerika bu kadar etkili değildi. Bu güçlerin ortak düşman olarak tanımlandığı dönemleri yaşadık. Cumhuriyet ilan edildi, yeni devlet kuruldu. Herkes tam olarak ortaya konan ilkeler için savaştı diyemez kimse. Halk vatanını kurtarmak için savaştı. Kurulacak cumhuriyetin şeklini, ideolojisini 1924 Anayasası ile birlikte İttihat Terakki’nin güçlenmiş kanadı belirledi. 1921 Anayasa’sında bütün herkes, halklar tanımlanacak şekilde esnek bir Anayasa yapılmıştır. 1924 Anayasası ile birlikte yeni bir Türk tanımına geçilir. O güne kadar herkesin Türk kimliği altında birleşeceği tartışması bile yoktur. İttihat Terakki, bahsettiğim şekilde, iki kanat şeklinde içinde vardır, ama halkın böyle bir tartışması yoktur. Halk ümmettir, kendini böyle görüyordur. Onun ayette de dayanağı var, Kuran-ı Kerim’de. Osmanlı böyle yaklaşmış ve bir arada tutmayı başarmış.

Ancak yeni Cumhuriyet 1924’ten sonra yeni bir tanım getirmek istemiş. Nedir bizim kimliğimiz, “Türklük”tür demiş, hepimizin ortak kimliğidir Türk. Cumhuriyet’in kurucu kadroları da bunun resmi ideolojiye dönüştürülmesi noktasında baskı oluşturmuştur. O dönemin akademisyenleri de özellikle tarih kurumu, dil kurumunda çalışma yapan akademisyenler de bunun alt yapısını oluşturmuştur.

1924’te tanımlanan Türk, tam olarak Orta Asya’dan gelen Türk müdür?

Türklük yok mudur, vardır. Orta Asya’dan beri tarihi binlerce yıla dayanan, sonradan milletleşmiş, imparatorluklar kurmuş, devletler kurmuş bir millet var. Türk milleti var. Aynı zamanda bir etnik kimliği de ifade ediyor. Kökleri de Göktürk’e kadar dayanıyor. Çin ve Hun imparatorluklarıyla tarihi değiştiren münasebetleri vardır. Türkler tarih itibariyle böyledir, tamam. Peki, bu 1924’te tanımlanan Türk tam olarak o Türk müdür? Tam olarak o Orta Asya’dan gelen Türk müdür? Dili, kültürü; tarihi olarak 1924 Anayasa’sında tarif edilen Türk ile Orta Asya’dan gelen Türk aynı mıdır? Hayır. Meselenin sosyolojik olarak özü buradadır. Yeni Türklük tanımı, yeni bir dil üzerine, alfabe aksan üzerine, hatta Türk Tarih Kurumu’nun yeniden yarattığı bir tarih üzerine inşa edilmeye çalışılıyor.

Bütün ümmet de,  ümmeti olmayan yurttaşların tamamı da Türk olarak tanımlanıyor. Eğer 1924’te kurucu irade Türklüğü gerçek anlamda bir üst kimlik olarak tanımlasa, örneğin Amerika’daki gibi bir etnik kimliğin unsurlarının tanımlandığı veya bir etnik kimliğin inşasını gerçekleştirmek yerine bir üst kimlik olarak bütün dillerin ve kültürlerin de güvence altına alındığı bir üst kimlik olarak tanımlasa, Kürt sorunu da ortaya çıkmayacak.

Ama demiş ki, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkes Türk’tür, anadili de Türkçe’dir. Türkçe’den başka da eğitim yapılamaz”. Bu tabii ki Türkiye’deki etnik kimliklerin ayrışmasına, kendini öteki hissetmesine, ülkeyi birlikte kurduk, birlikte var ettik denilen noktada kendini üvey evlat hissetmesine yol açtı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bunun inşası için de her türlü baskı yönetimi uygulandı. Sürgün de olur, katliam da olur. İstiklal mahkemelerinden bir örnek okudum size, hatırlatıyorum.

Bizim atalarımızın sorunlarını çözselerdi, bugün bu sorunları yaşamazdık

Velhasıl Demirtaş ve arkadaşlarının bugün bu mahkemede bulunmasının en yakın kökleri o günlere dayanıyor. Çözmediler sorunlarımızı. Bizim atalarımızın sorunlarını çözmediler. Çözselerdi, bugün bu sorunları yaşamazdık. (DUYULMUYOR)

Dar bir gömlek bütün Anadolu topraklarına giydirilmeye çalışıldı

Türklük iyi tariflenmedi, dar bir gömlek bütün Anadolu topraklarına giydirilmeye çalışıldı. Kültürler, diller baskılandı, yok sayıldı. Bu dediğim şeyler, örgütler falan ortaya çıkmadan önce yaşanmış şeylerdir. Çözülmedi sorunlarımız. Lozan Anlaşması imzalanırken, İsmet İnönü ve beraberindeki heyet yan odada sözleşme imzalarken, öbür odada TBMM’yi temsilen bir heyet vardı. Heyetin içesinde Kürt milletvekili, Kürdistan temsilcileri olarak ifade edilen milletvekilleri vardı ve İsmet İnönü şöyle devam ediyordu: “Yan odada Kürdistan temsilcileri de var; parlamentomuzun temsilcileridirler, biz Kürtleri de temsil ediyoruz” diyerek, Lozan Anlaşması’nı imzalamışlardır. Fakat Kürt milletvekillerinin Lozan Anlaşması’nın içeriğinden de haberleri yoktu, onlar yan odadaydı. Fakat Lozan Anlaşması imzalandığında, parlamentoda bugünkü Suriye’nin kuzeyi, Rojava bölgesi denilen bölgenin Haseke Milletvekili, Qamişlo milletvekili TBMM de temsil ediliyordu. Lozan’da anlaşma yapıldı, sınır çizildi, bugünkü Suriye’nin kuzeyi aslında Misak’ı Milli sınırları içinde tanımlanmış Kürt bölgesi Suriye tarafında kaldı. Oranın milletvekilleri Meclisteler, ama seçim bölgesi sınırların dışında kaldı. Seçildiği bölge sınırların dışında kaldı. Kendisi Ankara’da milletvekiliydi. Seçim bölgesi Suriye toprağı oldu. Lozan Anlaşması böyle bir travma da yarattı. Bugünkü aktüel siyasetle ilgili olduğu için anlatmaya çalışıyorum.

Zorlu bir dönemden geçildi, Cumhuriyet kurulurken çok zorlu bir dönemden geçildi, Osmanlı’nın son dönemlerinde çok ağır acılar yaşandı. Bu topraklarda yaşayan Ermeniler, gayrimüslimler, Rumlar… Sürgünler, katliamlar, soykırımlar, mübadeleler, işgaller, idamlar… Kan revan içinde bir ülke kuruldu. Ve bu ülkenin insanlarının çok dilli, çok kültürlü, çok inançlılığına yakışır güzellikte olmalıydı. Korkularla, paranoyalarla hareket ettiler, Cumhuriyet devrimlerini koruma adı altında kanunlar çıkardılar. Şüphesiz kendi öncülüğünde kurduğu devletin her yerine yön vermek ister kurucu kadrolar.

O günün koşullarında değerlendirmek zorundayız, 2018’den bakarak değerlendirmek yerine. Ama hatalar yaptılar. Kürt sorunu o günden kalan bir mirastır. Çok partili sisteme geçildiğinde çözülmedi. Kimse Kürt sorununu tartışmadı. Kanun çıkartıldı, Türkçe dışında konuşanlar cezalandırılır. Hep bize anlatılır. Çarşıda alışveriş yapan köylünün Kürtçe konuştuğu tespit edilir. Memur ceza yazar, makbuz yazar eline verir. Cezanın niye kesildiği anlayamaz, bilemez. Çünkü memurun konuştuğu dili bilmez. İtiraz eder, bu nedir demeye çalışır, bir daha ceza keser. Kürtçe ile ilgili böyle travmalar yaşandı. Çözmediler.

Türkiye’deki Müslümanlar da kendilerini tehdit altında hissediyordu

Tek parti döneminde CHP yokmuş gibi davranıldı. Çok partili sisteme geçildiğinde, Türkiye başka krizlerle uğraştı. Partiler kendi aralarında ideolojik tartışmalara girdiler, Abdülhamit’ten kalma özellikle İttihatçıların kendi içinde kalma gerilimini, CHP ve DP gerilimi olarak yansıttılar. Çünkü çözülmemiş bir sorun daha vardı, Türkiye’deki Müslümanların sorunu. Yeni devlet laikliği, laikçilik olarak tanımlamıştı, Türkiye’deki Müslümanlar da kendini tehdit altında hissediyordu. 1960 darbesi ile birlikte tam bir kangrene dönüşen sorun haline geldi, Menderes’in idamıyla birlikte.

Bir başka sorun yaşayan kesim Türkiye’nin sosyalistleri ve solcularıydı. Cumhuriyet’in ilk  yıllarında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Mustafa Kemal ile hareket etmelerine rağmen, 1917 Ekim Devrimi ile bağ kurmalarına rağmen, Cumhuriyet kurulur kurulmaz Karadeniz’de gemileri batırıldı. 1970’lerde Türkiye’den Deniz Gezmiş ve arkadaşları adeta Menderes ve arkadaşlarının katledilmesine misilleme olarak idam edilerek katledildiler. Bu yıllarda Kürt sorunu gündeme alınmadı. Biz de keyfimizden almıyoruz demek istiyorum. Var sorun, o yüzden gündemimizde.

İnkarcılıktır, asimilasyondur ülkeyi bölmek

HDP’nin gündeminde olması, HDP’nin bir tercihi değil bir mecburiyetidir. O gün çözselerdi keşke. Ülkemizde, demokratik bir ülke olarak, özgürce, kardeşçe yaşamaya devam edeceklerdi. Ama bu ayrımcılığı yaratan biz değiliz. Kürtler bölücü olarak adlandırılır. Hayır, böyle değildir. Bölücülük yapanlar o zamanlar ülkenin bu hale gelmesine yol açan politikalardır, inkarcılıktır, asimilasyondur ülkeyi bölmek.

Çözmediler çözmediler, 12 Eylül geldi, bütün muhalefeti ezdi, geriye Kürt sorunu kaldı

Bugünkü siyasetle doğrudan bağlantısı var bu anlattıklarımın. Çünkü fezlekelerde savunmalara geçtiğimizde, tek tek değerlendirme yaptığımızda, partinin Programı’nı savunurken tarihi alt yapıya dayanarak bunu ortaya koyacağım. Parti Programı’nda söylemişiz de, demokratik özerklik, neye dayanarak söylemişiz, neyi amaçlamışız? Çünkü onla ilgili suçlama var. DTK neden var, ne yapmaya çalışmış? Bunu anlatabilmem için bu tarihi alt yapının bilinmesi lazım. Çözüm süreçlerini fezlekelerle bağlantılı olduğu için anlatacağım. Çözmediler çözmediler. 12 Eylül geldi, bütün muhalefeti ezdi geçti, iktidar da dahil. Geriye Kürt sorunu kaldı.

Kürt sorunu bir ayrılık, sınır, bölünme sorunu değildir

Kürt sorunu, partimiz şöyle tanımlar, bir demokrasi sorunudur. Bir ayrılık, sınır, bölünme sorunu değildir. Türkiye’de sınırları içerisinde birlikte yaşamanın demokratik formülüyle çözülebilir ancak Kütlerin sorunu. Nasıl olacak peki? Millet böyle tanımlanmış artık, hatta iktidar partisi programına aldı. Bu halk ne yapacak, nasıl çözecek?

Etnik kimlik bizi bir arada tutamıyor

Bir yandan da diyor ki, başka dillerde eğitim yapılırsa bu da toplumu ayrıştırır, ulusçuluğu geliştirir. İleride bölünme talebine gider, özerklik bölünmenin ön adımı olur. Dolayısıyla bu da Türkiye’nin bekası açısından tehdit olur. Bunların hepsi dikkatlice dinlenmesi, anlaşılması gereken fikirlerdir. Siyasetçinin işi bunların analizini yapmak ve en doğrusu neyse sonuç çıkarmaktır. Partimiz bunu yapmaya çalıştı. Şimdi parti Programı’nda ortaya koyduğumuz şey şu oldu netice itibariyle: Türkiye’de sadece Kürtler de yaşamıyor sadece Türkler de yaşamıyor. Fakat bütün bu 80 milyonluk nüfusu bir arada tutacak, bizleri bir ulus şeklinde motive edecek yeni motivasyon gerekçelerine ihtiyaç var. Daha makul toplum tarafından kabul edilecek. Etnik kimlik bizi bir arada tutamıyor. Başarılı olunsaydı 90 senedir Kürtlerle uğraşılmazdı.

Din tek başına olmuyor. ‘Evet’, Müslümanlık, İslamiyet bu topraklarda önemlidir. Birleştirici unsur, önemli bir kültür; siyaseti, toplumu etkiliyor. Fakat bütün Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını İslam kimliği altında tanımlayamayız. Müslüman olmayan topluluklar da var. Nasıl eşit yurttaş olarak tanımlayacağız şeklinde başka bir formüle ihtiyaç var.

Dil önemli bir unsur. Türkiye’de en çok, yaygın kullanılan dil; dolayısıyla Türkçe’yi birbirini anlama, birbiriyle empati kurma, vatandaşlık kurma, toprakla, devletle bağ kurma açısından önemli bir unsur olarak görebiliriz. Türkçe’yi hepimizin ortak resmi dili olarak görebiliriz. Asimilasyonda etkisi var, medyası da var. İnsanların bir kısmı Türkçe dışında diller de kullanıyor. Türkçe ortak dilimiz olabilir ama tek bir dil yaparsak bu yanlış olur. Partimiz bunu söyledi. Diğer dillere özgürlük alanı açalım. İnsanlar kendi anadilleriyle eğitim yaparken de Türkçe’yi öğrenmeye devam etsinler. Sadece Kürtçe anadilinde eğitim yapan bir çocuk bir genç İstanbul’a tatile gittiğinde, bilmediği bir dille karşılaşacak, Üniversiteyi nasıl okuyacak? İzmir’de çalışmaya nasıl gidilecek?

Batıda yaşayan Kürtçe bilmeyen biri Hakkari’ye gittiğinde, hiç bilmediği bir dilden dolayı tercüman mı kullanacak? Kendi ülkesinde bir yabancılık mı yaşayacak? Bunu önlemenin yolu bütün okullarda Türkçe öğretilsin. Ama kimse bize “bu senin anadilindir” demesin. Kendini Türkçe anadilinde tarifleyen herkese saygı duyalım. İsterse bir Kürt, anadili Kürtçedir, diyor ki, “benim anadilim Türkçedir”. Türkçeyse, Türkçe. Bir şey demiyorum. Kendi tercihidir. Artık etnik kimlikler kültürel bir olgu olarak dünyada öne çıkıyor. Kendini nasıl tarifliyorsa öyle olsun. Bu, devletin vatandaşına tanımlaması gereken bir özgürlük alanıdır. Bu durumda ulusu bir arada tutacak şeylerden biri dil olacak. Resmi dil Türkçe, öbürü de herkesin kendi dilinde eğitim öğretim yapabilme, örgütlenebilme, kültürünü yaşatabilme özgürlüğünü tanımak, gerektiğinde bunun resmi güvenceye almak.

Demirtaş’ın 15 Şubat günü görülen duruşmada yaptığı savunmanın son bölümü

 Türkiye’nin demokrasi sorunları ve özelde de Kürt sorununun değişim aşamalarıyla, kimlik sorunu, inanç sorunu ve bir bütün olarak Türkiye’de yönetim rejimiyle etkileşimli tüm bu sorunların kısa tarihi alt yapısını ifade etmeye çalışıyordum. Çünkü bugün şu yaptığımız siyasetle, siyasi konuşmalarımızla, parti Programımızla doğrudan bağlantılı meseleler bunlar. Ha keza iktidarın kurmaya çalıştığı bir rejim, kurmaya çalıştığı yeni yönetim modeli, bizim bunlara karşı eleştirilerimiz hem benim iddianamemin hem de fezlekenin konularıdır.

Özellikle son dokunulmazlığın kaldırılması tartışması başladıktan sonra hazırlanan fezlekelerin büyük kısmı, ki sayıları 25 civarındadır, tümüyle iktidarın yeni rejimi oluşturma perspektifiyle üzerimize koyduğu baskının tipik örnekleri olan fezlekelerdir. İddianameye de bu yansımıştır. Dolayısıyla bu yönlü, bunun tarihi geçmişini bir kez daha tekrarlamış olarak kaldığım yerden devam ederek anlatmak istiyorum. Çünkü özerklik nedir, bunun tarihi alt yapısı nedir, siyasi programda neye tekabül ediyor, DTK nedir; bunların tam olarak anlaşılması için bağlantıların iyi ortaya çıkarılması gerekiyor.

Mevcut resmi ideoloji başarılı olmadı

Türkiye’de ortak kimlik, bir arada yaşama motivasyonu ve ulusal birlik diye tanımladığımız birliğin nasıl inşa edilebileceği ve yıpranmış olan, zayıflamış olan bağların yeniden nasıl kuvvetlendirilebileceği üzerine siyasi tartışmalardan devam ediyorduk. Ortak dil, ortak tarih, ortak vatan, bir devlet etrafında birleşme, ortak sevinçler, ortak kederler bunlar etrafında bir araya gelirler ve bir hayali cemaat olarak tanımlanan ulusu var ederler. Dünyada her ulusun gelişimi süreci, motivasyon kaynağı aynı değildir. Benzer olanlar vardır, ama her ulusun tarihten süzülüp gelme süreçleri de farklıdır, ulus olarak var olma biçimleri de farklıdır.

Ulusu bir araya getiren unsurların ağırlıklarına göre din, kültür, inanç vb. farklı olabilir. Bazı uluslarda inanç, bazılarında toprak, bazılarında ortak tarih, bazılarında ortak vatandaşlık öne çıkar. Türkiye’de ulus tanımlanırken bir etnisite ve Türklük üzerinden tanımlandığı için, Türkiye’deki diğer kültürel varlıklar, halklar, inançlar ve mezhepler giderek bu resmi ideolojik ulus formunun sınırları içine sığmamaya başladı, sığmadıkları ortaya çıktı. Peki, ortak resmi dil Türkçe üzerinden toplumu bir arada tutabiliriz, dil öğesini birleştirici bir unsur olarak tutabiliriz. Siyasette tartıştığımız şeyleri konuşuyorum. O yüzden bu fikirleri heyetinizin de en azından bir kez daha duyması açısından önemli, esasa dair karar verdiğinizde alt yapısı oluşsun. Bizler tabii ki, bu topraklarda birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Ama bu sıkıntıları çözerken başka bir alternatif, başka bir kanal yaratabilir miyiz tartışmasını özgürce yapmamız lazım.

Mevcut resmi ideoloji olmadı. Yani herkesi tek bir etnisitede buluşturma üzerine kurulu ulus yaratma tam anlamıyla başarı sağlamıyor. Peki ne yapacağız, olmuyor diye dağılacak mıyız?  Bu toplumun birlikteliği sıkıntı yaşıyor diye herkes başının çaresine mi baksın, sevmeyen terk mi etsin? Kabul etmeyeni sürgün mü edelim? Ya da ülke ikiye, üçe mi bölünsün?

Başka bir alternatif bulmamız lazım. Bu toplumu bir arada tutabilecek, ülkenin birliği içinde yeni formüller üretmemiz lazım. Çağımızın gerekleri neyse onu yapmamız lazım. Bizim siyasetimiz, geniş siyasetimiz bunun üzerine kuruldu. O halde ne yapacağız? Yeni uluslar yaratmaya gerek yok. Kimse olmayan bir şeyi de hayali bir cemaat gibi, tarihi ve kökü olmayanı ulus diye ikna edemez, yok da edemez. Kürt halkı vardır. Kimse yok da edemez, yoktan var da edemez. Fakat bu var olanları da başka bir ortak payda üzerinde buluşturmamız lazım. Yine bir birlik içinde bir ulus haline getirmemiz lazım.

Çoklu ulusların bir arada olduğu yapılar da vardır. Birçok halkın bir arada oluşturduğu uluslar da vardır. Veya ağırlıklı bir ulusun yanında yaşayan, azınlıklarla birlikte kendini yine ulusal birlik içinde gören farklı yapılar da vardır. Bunun farklı örnekleri farklı kıtalarda vardır. Türkiye’de bütün bu tarihi geçmişimizi, acılarımızı, yaşadığımız sorunları, sıkıntıları, ortak paydaları, gelecek vizyonumuzu hepsini masaya yatırıp çözüm bulmak zorundayız. Siyaset olarak yapmaya çalıştığımız buydu. Bunu farklı üsluplarla, farklı araçlarla anlatmaya çalıştık. Mitinglerle, yürüyüşlerle, programlarla, seçimlerle, beyannamelerle, protestolarla, televizyon programlarıyla, basın toplantılarıyla; elimizdeki bütün  demokratik imkanları kullanarak bunları yapmaya çalıştık.

Dünyanın en değerli fikri benim fikrimdir diyen insan aptaldır

Neden böyle gerekiyor? Bizim fikrimiz en iyi fikir olmayabilir. Bunu söyleyen insan zaten aptaldır. Dünyanın en değerli fikri benim fikrimdir diyen insan aptaldır. Hani Ali Şeriati’nin ya da Şafi’nin galiba bir lafı vardır: Cahillerle girdiğim hiçbir tartışmayı kazanamadım. Böyle düşünen bir siyasetçi de ancak aptal olabilir. “Dünyanın tek fikrini, projesini ben buldum” demek ne siyasetten, ne tarihten, ne de sosyolojiden hiçbir şey anlamamaktır.

Biz de bu iddia ile ortaya çıkmadık. Bizim de bir fikrimiz var dedik. Türkiye’nin demokrasisi, yönetim modeli, güvenliği, ekonomik modeli için bizim de bir fikrimiz var. Mevcutlar içindeki en iyi önerme bizim olduğu için biz bir partide toplandık. Yoksa tek, mutlak geçerli fikir bizimdir diye kimse bir iddia ortaya atmadı. Ama “tartışılması için önemli bir fikrimiz var” dedik. Herkesin fikri var, bizim de var” dedik. Bu noktada partimizin siyasi görüşlerinin baskı altına alınması, tehdit olarak görülmesi, ifade edilmesinin ifade özgürlüğü sınırlarını aştığı ve ülkeyi bölünmeye götüreceği, bu fikrin tartışılmasının bile tehlikeli olduğu şeklindeki baskılardır asıl yanlış olan.

Demokrasisi tamamlansa ülke güçlü olacak

Ben daha önce parlamentoda yaptığım konuşmalarda da şu çağrıyı yaptım, yüz yüze ya da aleyhinde spekülatif laflar etmek için söylemiyorum; evet, Sayın Bahçeli’yi de eleştirdim. Geçmiş dönemde Erdoğan’la da, Davutoğlu’yla da, Baykal’la da, Kılıçdaroğlu’yla da yüz yüze görüşmeler yaptım. Onlara da fikrimizi bu şekilde anlatmaya çalıştık.

Herkesin bir fikri var; ulusa dair, ulusal birliğe dair, ülkenin güvenliğine dair. Bunları açıkça ifade ediyorlar. Fakat bize öyle geliyor ki, en iyi proje, en iyi fikir yan yana gelip bir yuvarlak masa etrafında tartışarak bulacağımız fikirdir. Sanki en iyi fikir odur gibime geliyor. Hep öyle hissettim. Bunları onlara da ifade ettim. Ben, iyi fikir benim ve partimin projesidir demeyeyim; ama siz de en iyi fikir benim ve partimin projesidir demeyin. Mevcutlar içinde sizi tatmin eden, kitlenizi, ideolojinizi tatmin eden proje deyin. Ama mutlak, sosyolojik dünyada….  (DUYULAMADI)

Hele Türkiye gibi bir gerçeklik içerisinde en iyisini bulmanın biricik yolu siyasette uzlaşmayı sağlamaktır. Farklı düşünenler de olabilir. “Ne uzlaşması!” diyenler de olabilir. Biz uzlaşmayla çözülür diyoruz. Biz bir araya geleceğiz, Türkiye’deki milliyetçilerin kaygısı nedir, beklentisi nedir, korkusu nedir, vizyonu nedir? Türkiye’de islamcılar var. Gerçektir. Herhalde kimse Türk milliyetçilerini yok etmeyecek, edemeyecek. Türkler var, milliyetçisi de var, her inançtan insan da var. Müslüman olan, ama aynı zamanda kültürel İslam dışında siyasal İslamcı da var. Aleviler de var. Gayrı müslim dediğimiz azınlık topluluklar var, etnik kimlikler var, Kürtler var, Çerkes olarak tanımlayan, Boşnak olarak tanımlayan, Laz olarak tanımlayan, Arap olarak tanımlayan kimlikler, kültürler de var. Bunların hiçbirini ne kimse yok etmeye kalkmalı ne … (DUYULAMADI).

Bunun dışında ideolojik fikirler var, sosyalisti var, sağcısı var, liberali var, Kemalisti var. Bunlar da Türkiye’nin gerçekleri. Peki, biz Türkiye’nin demokrasisinin önünü açmak için çalışırken, bunlardan herhangi birinin tümüyle yok edilmesi üzerine mi bir gelecek kuracağız, yoksa bir şekilde ortak demokrasi paydasında bütün bu fikir, inanç ve görüşleri uzlaştırdıktan sonra, yani sağlam bir demokratik temel inşa ettikten sonra mı? Cumhuriyet’in 100. yılına doğru gidiyoruz, eksiği demokrasidir. Demokrasi tamamlansa Cumhuriyet güçlü bir Cumhuriyet olacak. Ülke de güçlü bir ülke olacak.

Cumhuriyetin temeli demokrasi olmalı

Tabiri caizse, üstüne inşaat yapmadan önce sağlam bir temel daha oluşturalım, madem kurucu iktidar 1920’lerde, 24’lerde bir kuruluş gerçekleştirildi, çağımızda da bunu güncelleyelim, Cumhuriyetimizi tazeleyelim, demokrasiye de kavuşturalım, çok daha sağlam bir temel oturtalım. Bu temel ne olsun? Ancak demokrasi olabilir.

Bu temel herhangi başka bir ideolojik temel olamaz. Bu temel nedir? Hiç kimsenin dokunamayacağı, hiçbir siyasi partinin karşı gelemeyeceği, gelmemesi gereken, hiçbir etnik kimliğin, hiçbir inancın, mezhebin karşı gelmemesi gereken, aynı zamanda onu da tatmin eden, kapsayan bir temel olmalı. Bu temel artık siyasi partilere, iktidar olan partiye göre değiştirilmemeli. Bu bizim ortak yaşamımızın, demokrasimizin temeli olmalı. Artık değişmeyecek diyeceğimiz evrensel standartlarda kurallar birlikte yaşamın ilkeleridir.

Birlikte yaşamımızın garantisi olacak, demokratik özgürlükçü sivil bir anayasa yapalım

Bunu yapmak zor değil. Siyasetçiler bir araya gelir, toplum buna zaten hazırdır. Kutuplaşmayı yaratan siyasi söylem ve siyasi partilerdir. Biz bunu yapabiliriz. Bir araya gelebiliriz, bir heyecan yaratabiliriz, sağından solundan İslami hareketinden Alevi hareketine kadar herkes bir araya gelelim. Demokratik, özgürlükçü, sivil anayasamızı yapalım. Birlikte yaşamımızın garantisi, temeli bu olsun. Bunun üzerine artık siyasi rekabet, demokrasi sınırları içerisinde olabildiğince özgürce yürüsün.

Kimler merkezi iktidara gelirse, o temele dokunmamak şartıyla, o temelin üzerine kaç kat bina yapabiliyorsa yapsın. Halk onay veriyorsa, ama o temel üzerine. Halk beğenmedi, o inşaatı bir sonraki seçimde, tabiri caizse başka bir müteahhide olur versin, “olmadı bu apartman, yeni bir tane istiyorum” desin. Başka bir iktidar bunu denesin, ama neyin üzerine, o temel üzerine.

O temel dışında başka hiçbir şeyin üzerine yapılacak inşaat veya bina bizim ortak evimiz olamıyor çünkü. Herkes kendi temelini kurup kendi binasını yapmaya kalkıyor, herkes kendi binasında oturup öteki binada oturanları ötekileştirmeye çalışıyor, buradan da ortak bir ulus ruhu çıkmıyor.

Teklik değil birlik üzerinden oluşmuş bir ulus

Biz ne dedik; birlikte yaşama ruhu, ortak bir ulus tanımlayacaksak, işte bu demokrasi etrafında bir araya gelmiş ortak bir ulus tanımlayabiliriz. Teklik üzerinden değil birlik üzerinden oluşmuş bir ulus tanımlayabiliriz. İsmi önemli değil. İçeriği önemli.

Ulus teklikler üzerine oluşursa, adı faşizmdir. Birlik üzerinden, beraberlik üzerinden çoğulculuk üzerinden inşa edilmeli. Nar gibi olmalı, içinde var olan herkesi kapsayacak şekilde, birbirini zorlamadan sıkıştırmadan, her bir nar tanesi kendini geliştirecek, büyütecek şekilde var olsun. Ortak vatanımız, ortak ulus tanımımız olsun. Anayasamız bunu güvence altına alsın.

Bunun mekanizmalarının da olması lazım. Çünkü sadece bunu hayali cemaat olarak tanımlamak yetmez ki. Biz köksüz halklar olarak bu topraklarda yaşamıyoruz. Köksüzü hakaret olarak söylemiyorum. Dünyada kökü olmayanlar da var. Göçmenler vardır, Amerika’da, Kanada’da yaşıyordur. O topraklarda kökü yoktur, ama bu topraklarda hepimiz köklü tarihlere sahibiz. Bu kökleri inkar etmeden, beslendiğimiz kanalları da inkar etmeden, bunlardan da faydalanarak, çünkü bunlar birikimdir, önemli kazanımlardır, bunları ortak motivasyon gerekçemiz haline getirelim aynı zamanda. Bunları ayrılık gerekçesi değil, ortak motivasyon gerekçesi haline getirelim.

Bir anadili kolay oluşmuyor. Bazılarının binlerce yıllık geçmişi var, tarihi kökleri var. Biz bunu nasıl ayrılık gerekçesi yaparız? Bu anadilinin sahibi de bunu ayrılık gerekçesi yapmamalı, egemen kültürün sahibi de bunu ayrılık gerekçesi yapmamalı.

Ortak buluşma noktası demokratik temel olacak. Ortak resmi dil olacak, herkes kendi anadilinde eğitim yapacak, hizmet alabilecek, herkes vergide de hizmet alımında da eşit olacak. Ülkenin neresine giderseniz gidin, ülkenin resmi diliyle anlaşabileceksiniz herkesle. Ama kültürlerimiz, tarihi köklere sahip medeniyetlerimiz de varlığını bu ulusun içinde sürdürecekler.

Devletin burada yapması gereken bu işi kolaylaştırmak. Devlet bu işi tarifleyemez. Devletlerin böyle bir yetkisi yok. Devletin kuruluş amacı yurttaşa hizmettir. Vatandaşa organizasyon sağlayıp işlerini kolaylaştırmaktır. Devlet bu fikirle ortaya çıkmıştır. Ama ortaya çıktığı günden beri sürekli bana daha fazla yetki verin, daha fazla hak verin, ben de size daha fazla hizmet yapayım pazarlığı içine girmiştir yurttaşlarıyla.

Devlet tarihi boyunca hep kendisi hak ve özgürlük açısından büyümüş, yurttaş ve toplum zayıflamıştır. Az demokrasi, çok devlet oluşmuştur. Çünkü devlet, “ben senin güvenliğini sağlamak için senin özgürlüğünü biraz daha kısmak zorundayım” demiştir. Ya zorla yapmıştır bunu, ya da vatandaşı kandırarak veya ikna ederek. Bir şekilde almıştır. “Ben senin eğitim, sağlık hizmetlerini karşılamak için biraz daha haklarını kısıtlamak zorundayım” demiştir. “Ekonomik haklarından, sosyal haklarından, temel insan haklarından kısıtlamak zorundayım” demiştir. Bunu ya zorla yapmıştır ya ikna ederek yapmıştır ya kandırarak yapmıştır. Ama her seferinde devlet dediğimiz mekanizma büyürken, birey devletin karşısında giderek çaresiz, savunmasız duruma düşmüştür. Toplum da ha keza devletin karşısında savunmasız duruma düşmüştür. Bu ABD’de böyledir, İsveç’te de böyledir, Çin’de de böyledir. Burada Türkiye Cumhuriyeti devletine mahsus bir şeyden söz etmiyorum. Genel bir devlet seyrinden söz ediyorum.

Allah insanı, devlete kul köle olsun diye mi yarattı?

Peki insanoğlu buna mecbur mu? Ya da Allah en değerli varlığım, mucizem dediği insanoğlunu devlete kul köle olsun diye mi yarattı? Hayır. Hangi ideolojiye, hangi dine ve inanca bakarsanız bakın, devletin kutsal kurallarının tamamı toplumu ezmiştir. Biz devleti kutsallaştırmak yerine bireyin, toplumun özgürlüklerini genişletmeliyiz. Bunu yaparsak bir arada yaşamayı kolaylaştırırız, demokratik çerçevede bir araya gelmiş ortak, güçlü bir uluslaşmayı da bir arada sürdürürüz. Uluslaşırken köklerimizden de, dilimizden de, kültürümüzden de kopmayız. Bu da her seferinde ortak ulus anlayışımızı besler. Bunu parçalamaz, bölmez. Çünkü bu ülkede kendi anadiliyle eğitim alan bir köy Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi aidiyeti açısından daha fazla kendi devleti sayacaktır. Aidiyet bağı güçlenecektir, zayıflamayacaktır.

“Vergimi verdim, eğitimimi aldım; vergimi verdim, sağlık hizmetimi aldım. Anadilimde de eğitim alırken devletim bana hiç sorun çıkarmadı. Bu devlet benim daha fazla devletim oldu.” Bu, aidiyet bağını kuvvetlendirecek bir şeydir. Bozacak, zayıflatacak bir şey değildir. “Aleviyim ben, vergimi verdim, cemevine gitmek istedim, devletim beni engellemedi ya da kolaylaştırdı işimi. Bu devlet benim daha fazla devletim.” Artık aidiyet bağı güçlenmiştir. Orada ayrılıkçı fikirlerin güçlenmesi ihtimali zayıflamıştır. İnsanların çözüm arama konusunda şiddete meyletme ihtimalleri azalmıştır. Güvenlik sorunları da çözüm konusunda daha ihtimal dahiline girmiştir. Tümden bitmez, ama daha kolay çözüm yoluna girmiştir artık.

Bu ülke nasıl, hangi yönetim modeli ile yönetilecek?

Peki böyle bir diyarda yaşayan ulusun, demokrasiye inanan, birbirine saygı duyan, özgürlüklere inanan, ülkenin bürün ortak değerlerine, bayrağına, geçmişine, şehitlerine, bu ülke için harcanan emeklere, bu ülke için canını vermiş herkes; Kürdüyle, Türküyle birbirine saygı duyan bir toplumsal, sosyo psikolojik alt yapı yarattık ve buna doğru ülke gidiyor diyelim.

Peki böyle bir ülke kendini nasıl yönetecek? Yönetim modeli de tartışılmalı. Çünkü tek başına insanlara “sizler özgürsünüz artık” demekle otomatikman özgür olmuyorlar. Devletin aynı zamanda yönetim aygıtı olarak, idare modeli aracılığıyla da bunu fiilen sağlaması lazım. Anayasada bunu yazmak yetmiyor, hakkınız var, özgürlüğünüz var. Tamam, senin ulaşım hakkın var kardeşim, istediğin yere gidebilirsin, ama sana zırnık para yok. Haydi kullan bakalım seyahat hakkını. Anayasamızda var, herkes özgürce seyahat edebilir. AİHS’de var. Herkes özgürce seyahat edebilir. Ama bir kuruş para vermiyor. Aç bırakıyor, işsiz bırakıyor; seyahat hakkını nasıl kullanacak.

Yönetim modeli netleşmediği müddetçe demokrasiye uygun bir yönetim modeli inşa edilmediği müddetçe, benim ve bizim anlatmaya çalıştığımız ulusal birliğin özgürlüğe, eşit yurttaşlığa ve gönüllü kabule dayalı ulusal birliğin yaşamasının da şansı yok. Dolayısıyla yönetim modeli burada çok önemlidir.

Türkiye’de özerklik tartışmaları yeni değildir

Burada özerklik kavramına girmek istiyorum. Özerklik bizim icat ettiğimiz bir şey değildir. Toplum daha devlet halinde değilken özerklik vardı. İsmini koymadan, dünya siyaset bilimi henüz onu tanımlamadan özerklik toplumda vardı. İlk insanlar kendi ilişkilerini özerk yaşarlardı. Elde edilen veriler bunu gösteriyor. Daha sonradan bir yönetim modeli olarak özerklik dünya idari modeller kavramları literatürüne girdi. Denemeler oldu, yanılmalar oldu, başaranlar oldu, iyi uygulayanlar oldu, kötü uygulayanlar oldu, hala arayış içinde olan modeller var. Ama özerklik dünyada şu veya bu şekilde toplumların gündemine geldi.

Bizim de topraklarımızda gündemimize geldi. Osmanlı bir tür özerklikle yönetildi, kısmi eyalet. Kendi eyaletinde yaşayan halklara özerklik tanıdı Osmanlı, bir kültürel özerklik tanıdı. Merkezden atanan valiyle, genellikle orayı vali yönetmeye çalıştı, ama yereldeki tüm beyliklere de inisiyatif verdi, o şekilde ayakta tuttu.

Almanya bir tür eyalet sistemi ve özerklik uyguluyor. Çin’de özerklik var mesela, adı özerklik değil, ama Çin Uygur Türk bölgesi var. Özerk bir bölgedir, kısmi özerkliktir, özerkliğin başka bir uygulamasıdır. Hak ve özgürlüklerin sıfır olduğu, ama ismi özerklik olan bir yönetim modelidir. Belçika’da bir özerklik modeli vardır. Amerika’da başka bir özerklik modeli uygulanır. Fransa’da uygulanan özerklik modeli daha farklıdır, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yoluna gidilmiştir.

Türkiye’de de özerklik tartışmaları Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılmıştı. Mustafa Kemal’in şöyle bir beyanatı da vardır: Tabii ki Kürtler söz konusu olduğunda, bir tür muhtariyet, yani bir tür özerklikle yönetilmeleri lazım. Yeni kurulan Cumhuriyet’te bizler ancak böyle var olabiliriz.

Kürt’ü Türk’ten ayırmanın mümkünü yoktur. Tabii ki, Kürtler söz konusu olduğunda bir tür muhtariyetle yönetilmelidir. Bunun yasa tasarısı da parlamentoya sunulmuştur. Parlamentoda şu anda gizli arşivde duruyor. Bir araştırmacı, bunu ortaya çıkardı, maddeleriyle birlikte, özerklik yasa tasarısı. Evet, yasa hazır edilmişti, ama yürürlüğe girmedi.

Türkiye’de özerklik var, içi doldurulmamış ve demokrasiden yoksun

Demek istediğim, yakın siyasi geçmişimizde de var. Fakat, aynı zamanda Türkiye’de bu manada uygulanan, uygulanmakta olan muhtarlıklar var. Muhtariyet Osmanlıca’da özerklik demektir, muhtar özerk demektir. Her muhtarlık bölgesi özerk bölgedir. Yetkiler iyi midir, kötü müdür, demokratik midir, o başkadır. Ama Türkiye idari bölgelere ayırılırken, 7 coğrafi bölge, 81 il, 800-900 civarında ilçe, büyükşehir olmayan yerlerde kasaba, bucak, belde vs. ve muhtarlık. En küçük özerk, yerel yönetim birimi. Mahalle köy düzeyinde muhtariyet. İlginçtir, birileri sık sık muhtarları topluyor; muhtar özerk demek, yani özerkleri topluyor, özerkliğin bölücülük olduğunu, ne kadar kötü olduğunu özerklere anlatıyor, özerkler de onu alkışlıyor. Kimse farkında değil. Türkiye’de zaten özerklik var. İçi doldurulmamış, demokrasiden yoksun.

Özerk kurumlar da vardır. RTÜK özerk bir kurumdur. BDDK özerk bir kurumdur. Özerk idari birim kurulabiliyor. Özerk bürokratik kurumlar kurulabiliyor, bu konuda özerklikle ilgili hiçbir tartışma yok, ama bölücülüktür RTÜK’ü kurduk, yarın bağımsız olur demiyor kimse. Hatta üniversitelerin özerkliği savunuluyor. Özerk değil üniversiteler, ama üniversiteler özerk olsun deniliyor. Biz de bunu savunuyoruz. Özerk olsun.

Her şey özerk olsun, fakat yerel yönetimler özerk olsun dediğimiz zaman kıyamet kopuyor. “Ama bu bölücülüktür” deniliyor. Oysa başta da ifade ettim, bizimki de bir fikir. Az önce tariflemeye çalıştım, onu söyledim. Acaba özerklik idari modelle yan yana geldiğinde, toplum, insanlar, farklı kesimler kendini daha fazla yönetime katmak suretiyle “Evet, bu devlet benim de devletimdir” diyebilir mi? Bu yüzden tartışılmasını istiyoruz. Yönetime insanlar daha fazla katılsın. Karar alma süreçlerine daha fazla katılsın. Demokrasi mümkün olduğunca tabana insin, halk demokrasisine doğru gidelim. Partiler demokrasisinden, halk demokrasisine.

Nasıl bir model önerdik?

Yerel yönetimlerimiz bir modeldi. İyi bir belediyecilik, iyi bir denemedir. Belediye meclisleri, il genel meclisleri önemlidir, ama yeterli değildir. Bunu daha da güçlendirmek lazım. Yani insanlarımız, kendi yerelinde seçtikleri belediye meclisi, il genel meclisi üyelerinden daha rahat hesap sorsunlar, onların da daha fazla yetkisi olsun. Kendi bölgelerinde yatırım, eğitim politikaları, kendi bölgelerindeki turizm, bağcılık, hayvancılık, bütçenin nasıl harcanacağı tamamen özerk olsun. Peki kim denetleyecek buları? 81 tane diyelim ki özerk belediyemiz var. Bir tanesi Anayasa’nın dışına çıkan bir karar aldı. Türkiye’de bir tane Anayasa Mahkemesi var, yine bir tane olacak. Türkiye’de bir tane ulusal birliğimizi ve irademizi temsil eden parlamentomuz var, yine bir tane olacak. Anayasa’ya uygun olmayan ve ulusal parlamentonun yetkisi dahilinde olan bir kararı bir yerel belediye, il genel meclisi aldığında bunu iptal edebilir. Denetim AYM’dedir. Herkes hem ulusal parlamentoda vardır temsiliyet olarak, hem de yerelde kendi temsiliyetini o şekilde sağlar.

Bu, Kürt halkının da kendini yönetme, idareye katılma isteğini karşılamış olur. Kürtler’de ayrılıkçılık önemli ölçüde azalmakla birlikte vardır. Tarih boyunca vardı, hala da var bağımsız bir Kürt devleti kurma fikri. Bu nereden kaynaklı? Toplumdaki kendini yönetme isteğinden. “Bu devlet beni iyi yönetemiyor, ben halk olarak kendi devletimi kurayım, kendimi yöneteyim.” Bu sosyolojik talebin görülmesi ve karşılanması lazım.

Ama aynı zamanda ulusal birliği de bozmamalıyız. Sınırları da korumalıyız. Bunun yolu, yönetime onları başka mekanizmalarla katabilmektir. Ülke bölünmeden, ulusal birlik parçalanmadan, halkın hepsini yönetime katarak kendini idare etme, kendini yönetme isteği de karşılanmalı. Peki bunu yaparsak, Kürtlere özerklik verirsek, diğer bölgeler ne diyecek?

Partimiz bunun da çözümünü önerdi. Özerklik etnik temele bağlı olmamalı, teritoryal da olmamalı. Tüm Türkiye’de uygulanabilecek, Kürtlere özgü bir yönetim modelinden çok, genel bir Türkiye idari model değişimine gidilmeli; her belediye, her il genel meclisi bölgesinde aynı yetkilere sahip, seçimle işbaşına gelmiş, bugünkü idari işlerde benzer olanların yetkilerini özerk kılarak bu işin içinden çıkabiliriz. Dolayısıyla bir teritoryal, bölgesel, etnisiteye dayalı özerklikten çok fazla bir şey.

Örneğin Irak etnisiteye dayalı, aynı zamanda teritoryal özerkliktir. Kürdistan Federal Bölgesi nüfusunun çoğunluğu Kürt’tür. Güney bölgelerinde daha çok Arap etnik kimliğinde olanlar yaşıyorlar, çok da kaynaşma, birleşme olmamıştır. Irak’ın yakın geçmişinde de, tarihinde de Kürtler ve Araplar ayrı bölgelerde yaşamıştır. Oradakiler böyle bir çözümü kendilerine uygun görmüştür. Ne kadar başarılı olurlar, izliyoruz. Umarım bir arada yaşamayı daha fazla başarırlar.

Ama bu Türkiye için uygun bir model değil. Çünkü burada etnik kimlikler çok fazla iç içe geçmiş. Yaşam çok fazla iç içe girmiş. Kürt nüfus ağırlıklı olarak ülkenin doğusunda yaşıyor, ama batısında da yaşıyor. Türk nüfusun da ülkenin her yerinde yaşamaya hakkı ar. Arabın, Ermeni’nin de ülkenin her yerinde özgürce yaşamaya hakkı var. Peki yaşadığı her yerde aynı eşitlik ve özgürlükten faydalanabilecek mi? Bunun işte biricik yolu, Türkiye’nin tamamını aynı demokratik birlikte tutmaktır. Aksi takdirde Kürtlere özerklik, diğerlerine demokrasi dışı bir yönetim derseniz, ne Kürtler özgür olur ne diğer insanlar özgür olur ve bu da toplumdaki ayrışmayı derinleştirebilir. Evet, kısa vadede Kürtlere kendini iyi hissettirebilir ama…

Özerkliğin kendisi tek başına demokrasi getirmez

Bu ayrışmayı da derinleştirebilir, etnik çatışmayı da körükleyebilir. İnsanlar Kürtlere karşı daha fazla düşmanlık besleyebilir. Kürtler de daha fazla içe kapanabilir. Dolayısıyla Türkiye’de özel bir Kürt özerkliğindense, genel olarak Türkiye’nin tamamında uygulanacak bir idari özerklik, bir siyasi özerklik Türkiye’nin tamamı için daha uygun olur. Bir arada yaşamak için daha uygun olur. Böyle bir ulus tanımı, böyle bir etnisite tanımı, böyle bir dil tanımı. Bu ulus, kendini böyle bir yönetim mekanizmasıyla yönetirse, kendini daha fazla ülkenin vatandaşı hisseder. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin özgür yurttaşı olarak hisseder. Aidiyeti de güçlenmiş olur, kuvvetlenmiş olur.

Neden demokratik özerklik diyoruz. Az önce özerkliklerin tanımını yaptık. Sincan Bölgesi, yani Çin’deki Doğu Türkistan Özerk Bölgesi’ni bizzat gezdim, oraya gittim. Parlamento heyeti olarak, Cumhurbaşkanı heyeti olarak eşlik ediyorduk, yerinde gördük. Özerklik var, ama demokrasi yok. İki dilde tabelalar Çince ve Uygurca, Uygur Türkleri yaşıyor orada. Seçimle işbaşına gelen Uygur Türklerinin bir meclisi var, ancak Pekin’den gönderilmiş, atanmış bir Vali, Çin Komünist Partisi adına orada parlamentonun bütün kararlarını denetleme, veto etme yetkisine sahip. Demokrasi adına hiçbir şey yok. İnsanlar korkudan birbirine bakmaya, üç kişi yan yana yürümeye korkuyorlar.

Dolayısıyla, özerkliğin kendisi tek başına otomatik bir demokrasi getirmiyor. Özerklik idari model sadece. İçinin demokrasiyle doldurulmasının yolu ve yöntemi de; sırf özerklik model olarak Türkiye’de belediyeciliğin yerine inşa edildi diye, otomatikman halk demokrasiye, yönetime katılmış olmuyor. Bunun kanallarının açık olması gerekiyor. Kanalları açık değilse, yani halk siyasete katılırken, aday olurken, seçim yaparken, tercihte bulunurken, seçtiklerini denetlerken, etkili mekanizmalara ve kanallara sahip değilse, yine demokrasi olmaz. Dolayısıyla biz demokratik özerklik modelinin farkını ortaya koyabilmek, özelliğini ortaya koyabilmek için demokratik özerkliği parti programımızda tanımladık.

Belçika’da Flaman bölgesi vardır, Fransız bölgesi vardır. İkisi de özerktir. Anadilleri farklıdır. Farklı anadilleri konuşurlar. Bir tür özerklik modeli uygularlar. Belçika ulusal parlamentosu da var. Bir bölge daha vardır Belçika’da. Üç özerk bölgedir. Bir modeldir. Ama alıp Türkiye’ye uygulayalım derseniz, uymaz. Kendi içinde demokrasiyle işletmeye çalışıyorlar, olmaz.

Bizim HDP olarak bir siyasi önermede bulunmamız niye hak olmuyor?

Bu toprakların kendine has bir yönetim modelini de; tartışmayla inşa etmesi lazım. Bu bir idari model teklifidir. Kime yapılmış bir tekliftir, Türkiye kamuoyuna yapılmış bir tekliftir. Seçmen olanlara, seçmen olmayanlara bir öneri yapılmıştır. Ey halkımız denmiştir; biz seçilirsek Türkiye’yi şu şekilde yönetme arzusundayız. Milli birliğimiz dediğimiz şeyi böyle sağlayacağız. Kültürleri, dilleri böyle koruyacağız. Onun da varlığını koruyabileceği, en demokratik yönetim mekanizması olarak da bu şekilde yöneteceğiz demişiz. Bu bir önermedir.

Bu suç oluyor da; ben Başkanlık modeli ile ülkeyi yönetmek istiyorum diyeninki niye suç olmuyor? Bizimki bir önerme. Başka biri de diyor ki; hayır diyor, benim milletimin dili tektir ve bu milleti bir kişi yönetecek diyor, o da Başkan olacak diyor. Bu da bir önermedir. Bakın idari model öneriyor, milleti tarifliyor, motivasyon kaynaklarını tarifliyor, ortak tarihi tarifliyor, her gün yapıyor bunu, tekrarlıyor. Onun hakkı oluyor da; bizim HDP olarak bir siyasi önermede bulunmamız niye hak olmuyor? Özerklik dediğimiz anda, anında kıyameti koparıyorlar; “vaay bölücüler.” Parlamentoda da yaşıyoruz bunu, parlamentoda. Yargı böyle yaklaşıyor demiyorum sadece. Parlamentoda konuşma yapıyor arkadaşlarımız; ya bir dinleyin önce bir anlamaya çalışın, bu arkadaşımız ne anlatıyor. Bu arkadaşımız bir dert anlatıyor, dert ile birlikte, bir çözüm sunuyor. Bunlar bir anlaşılsın. Kabul görmezse, eyvallah, amenna başka bir çözüm üstünde tartışalım. Ama konuşulmasına, tartışılmasına fırsat verilmiyor, kamuoyuna ulaştırmamıza fırsat verilmiyor. Basın bize kapatılıyor, ambargo uygulanıyor.

Kimlik insanın onurudur, dil insanın haysiyetidir

Fezlekede olduğu için hatırlatıyorum sadece. Anadilinde eğitim; iddianamede var, yeri geldiğinde tartışacağız yine. Selahattin Demirtaş Ahmet Yıldırım’ı aramış. Dicle Üniversitesi’nde Doçent. Demiş ki, anadilinde eğitim ve özerklikle ilgili yeni anayasaya öneri yapacağız. Bu konuda çalışmayı ne yaptınız, tamamladınız mı? Bak, örgütsel terör faaliyeti…

Ahmet Yıldırım kim; Parti Meclisimizin üyesi, orada yazmıyor ama. Şu anda da Muş Milletvekilimiz, Grup Başkanvekilimiz. Bir akademisyen; coğrafya profesörü, o zaman doçent ve partimizin de resmi Parti Meclisi üyesi. Kendisini aramışız; parlamentoda yeni anayasa çalışması var. Bu başlığı sen ve Dicle Üniversitesi’nde bizim 4 tane daha Parti Meclisi üyemiz var, onlarla birlikte çalışma yürüteceksiniz. Öncesinde de konuştuğumuz için telefonda hatırlatmışız. Sen misin telefonda anadilinde eğitim, özerklik… Fezleke oradan. İşte dinleme yapmış birileri; sözde terör örgütü yöneticiliğine delil olarak koymuş oraya, gibi gibi.

Bu ülkede Başkanlıkla ilgili, adı Başkanlık, keşke Başkanlık olsa çok daha iyi olurdu; Başkanlıkla ilgili  propagandaya kimse, bu bir suç unsuru taşıyor, ülke için tehlikelidir diyebiliyor mu? Bu imkân da kalmadı, tartışmak bile yasak. Belki kötüdür, belki bu her şeyi bir tek adamda birleştirmek ülkeyi bölüp parçalayacak, belki tek adamda her şeyi birleştirmek, yetkileri ona vermek, ulusal birliği bozacak. Belki tehlikelisi budur, ki bize göre budur. Bunun da tartışılmasına izin yok.

Başkanlık modelini savundu diye gözaltına alınan bir AKP ilçe yöneticisi tanıyan var mı, yok? Ama özerkliği savundu diye tutuklu olan yüzlerce HDP’li var. Peki ne yapacak HDP’liler, biz ne yapacağız? Sadece Kürtler demiyorum, HDP’de sadece Kürtler yok, birçok inançtan, kimlikten insan var. Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak tanımlıyoruz kendimizi, bu ülkenin evlatları olarak tanımlıyoruz. Etnik kimliğimizi öne çıkarmamaya çalışıyoruz.

Kimin lafıydı hatırlamıyorum; ‘neden bu kadar çok Kürtlüğünüzün altını çiziyorsunuz’ diye bir soru sorulmuştu. Çünkü yüz yıldır üstünü çiziyorlar, bu sebeple altını çizmek istiyoruz, bu kadar. Etnik kimliğin bizim açımızdan başka bir anlamı yok. Kürt olunca aniden özgürleşip, Kürtlüğün kabul edilince, başımız tavana ermiyor. Ama yasaklandığı müddetçe de; bir onur, haysiyet sorunudur. Çözmeden başka bir şeyle de ilgilenemezsin.

Kimlik böyle bir şey; insanın onurudur, dili insanın haysiyetidir. Dilin yoksa onurun yoktur. İster konuş, ister konuşma. Yasaklanmaması lazım. Kimliğin, dilin, kültürün yasaklanmaması lazım. Yasaklandığı müddetçe partimiz bunun savunmasını her bir etnik dil, kültür için yapmaya devam eder. Ama bu yönüyle HDP, sadece Kürtlerin partisi, Kürtlerin haklarını savunan bir parti değil.

Tek millet değil, bir millet

Az önce anlatmaya çalıştığım çerçevede, yeni bir ulus tanımlaması, yeni bir motivasyon, yeni bir heyecanla bir arada yaşamaya devam etmemizin, yeni yüzyıllara doğru vizyonumuzu oluşturmamız lazım. Bu, Türk milletini yok saymak değildir. Türk milletini yok etmek değildir. Bu, Türk milleti için bir tehdit değildir. Türk milleti vardır ve olmaya devam edecektir. Aynı şekilde, aynı hakkıyla, aynı özgürlüğüyle; kendi devletinde, anavatanında, toprağında bu şekilde yaşamaya devam edecektir. Bu Türk milletinin, yok edilmesi, parçalanması değildir.

Ben mesela, kendine Çerkez diyen birine, “hayır sen Kürt’sün kardeşim” demeyi kendime hakaret sayarım, bırak ona. Adam Çerkez’im diyor, Arap’ım diyor, yok sen Kürt’sün, sen benim milletimdensin. Sen nasıl bir milletsin ki; kendine Kürt diyeni de, Arap diyeni de, Laz, Çerkez diyeni de, ille de hayır sen benim milletimdensin deyip, milletine dâhil etmeye çalışıyorsun. Milletler böyle değildir. Milletler zoraki, tehditlerle bir araya gelip varlığını sürdüremezler. Bu Türk milletine de zarar verir. Türklüğe zarar işte budur.

Türklüğü korumak isteyen, Kürdü zorla Türk yapmaya çalışmaz. Kendi diliyle, kültürüyle ilgilensin; benim Türk kardeşimin de her türlü hak ve özgürlüğünü, bir Kürt olarak savunmama da izin versin, müsaade etsin. Ben de onu yapayım. Aynısını, o da benim için yapsın. Biz böyle kendimizi bir millet sayalım.

Tek millet değil, bir millet. Tek başkadır, bir başkadır. Bizim sloganımız birliktir, teklik değildir. İkisi aynı gibi görünür, öyle değildir. Tek’in çoğulu, çoğul kullanımı tekliktir. Bir’in çoğul kullanımı, birliktir. Rakam olarak, nicelik olarak aynı şeye tekabül etse bile, içerik olarak aynı şey değildir.

Sloganımız birliktir, teklik değil

Biz birliği savunuyoruz. Birlik içerisinde olmalıyız ve bunları yaparken de, elimizdeki demokrasinin bütün imkânlarını sonuna kadar kullanmalıyız. Parlamentoyu, yargıyı, basını, akademiyi, yürütmeyi, yani devlet ve sivil toplum olarak elimizde ne kadar imkân varsa hepsini aynı motivasyona doğru harekete geçirmeliyiz.

Peki kim yapacak bunu? Siyaset kurumu. Başka kimse öncülük yapamaz buna. Siyaset kurumunun içinde bulunduğu durum ne peki? Birisi kendini Başkan ilan edebilmek için, 2019’a kitlenmiş, başka bir şey umurunda değil. Öbürü hesapsız kitapsız destek vereceğini açıklamış. Bir diğeri ben nasıl Başbakan olabilirim derdinde. Biz de hapisteyiz.

Hangi siyaset kurumu, Türkiye’nin geleceğinin öncülüğünü yapacak, bu vizyonla? Ne olacak? Doğa, tarih, sosyoloji, bilim boşluk kabul etmiyor. Başka birileri dolduruyor, dolduracak. Şiddet örgütleri dolduracak, terör örgütleri dolduracak, emperyalistler dolduracak, işgalciler dolduracak. Hayatta Ortadoğu gibi bir yerde, dünyanın en kıymetli coğrafyasında bu boşluğu kimse kabul eder mi? Etmezler, dolduracaklar. Biz dolduramazsak, başkaları dolduracak bu boşluğu. Biz dediğim, işte hepimiz. Ve biz böyle tarihi bir dönemde, bu muameleyle karşı karşıyayız. Bunu hak etmiyor, Türkiye de bunu hak etmiyor.

Başkanlık modeline değil tek adamlığa karşıyız

Başkanlık modeli olabilir. Partimiz model olarak Başkanlık modeline hiçbir zaman karşı çıkmadı. Model olarak… İçeriğine karşı çıktı, tek adamlığa karşı çıktı. Az önce anlattığım özerklik idare modelinde Başkanlık da olabilir. Ülkenin bir Başkanı da olabilir. Merkez Başkanlık modeliyle yönetilebilir. Ülkenin bir senatosu olur, hatta iki parlamentosu olabilir, bir de Başkanı olur.

Ama yerel yönetimlerin tamamında yerel özerklik olur. Aykırı değil ki… Ya da özerklik olmaz, ama Başkanlık tümüyle demokratik bir denetime tabi olur. Parlamento, yerel yönetimler, medya, sivil toplum, yargının denetimine açık olur. İsmi Başkanlık modeli olur, o da olur, tartışılabilir. Partimiz buna da karşı çıkmadı, bir model olarak tartışılabilir. Tartışmaya değerdir. Bizim karşı çıktığımız, bugün bana karşı kişisel olarak da… (DUYULAMADI)

Biz böylesine tek adamlığa karşıyız. Bununla mücadele de ederiz. Bu ülkenin geleceği açısından çok önemlidir. Eğer bu model ülkeyi bir arada tutacak diye söylüyorlarsa, kesinlikle yanılıyorlar. Çok çok büyük tehlikeler çıkabilecek. Bakın Başkanlık, model olarak uygulanan ülkelerde seçimle olmaz, rızayla olur. Seçim sadece kimin Başkan olacağını belirler. O Başkan adayına oy vermemiş olanların rızası, o Başkanın meşruiyetini sağlar. Örnek olarak Obama seçildiği gün Başkan olmuştur. Çünkü kendisine oy vermeyenlerin büyük kısmı rıza göstermiştir Başkanlığı’na. Ancak Trump halen Başkan olamamıştır, çünkü kendisine oy vermeyenler, onun Başkanlığına rıza göstermiyorlar.

Yüzde 50+1 oy verenlerin değil, oy vermeyen yüzde 50’nin rızasına ihtiyaç var

Başkanlık yüzde 50+1 oy almakla gerçekleşmiyor. Model olarak da, bu şekilde hayata geçmiyor. Sana oy vermeyenlerin rızasıyla, sen Başkan olabiliyorsun. Resmi olarak sana oy vermiş olanlar, seni göreve getiriyor; ama senin meşruiyetini asıl seni seçmeyenler sağlıyor. Çünkü demokrasi, onlarla kuracağın ilişki üzerine inşa ediliyor. Başkanlık’ta da böyledir. O nedenle Türkiye’deki bu anlayışla, asla ülkeye birlik, huzur gelmez, gelemez. Çünkü bir Başkan adayı yüzde 50+1’in peşinde koşuyor şu anda. Diğer Başkan adayları da bunu yapmak zorunda kalacak.

Ben kazansam mesela, hasbelkader Selahattin Demirtaş kazandı. Yüzde 50+1 aldım. Ben de adaydım. Türkiye’nin yüzde 50’si rıza göstermeyecek bana. Demirtaş gibi biri, bizim Başkanımız olamaz diyecek. Peki ben bu ülkeyi nasıl yöneteceğim? Nasıl sağlayacağım bu ülkenin birliğini. Başkan, ülkenin birliğini temsil eder. Modelin tasarımında hata var. Bu topraklara uygun değil. Başkanlık sistemi olabilir bu topraklarda, ama tasarımı yanlış yapılmış. Bu kadar yetki, bu kadar sorumsuzluk, bu kadar güç üzerine Başkanlık bu topraklarda inşa edilirse, tehlikeli olur.

Bu topraklar Yavuz’u da gördü, Kanuni’yi de gördü, İskender’i de gördü bu topraklar. En güçlü, en muktedir, en işte her şeyi ben yaparım diyenler, bu kadar yetkiyi almadılar, istemediler, tehlikeli gördüler. Giderek yetkilerinden vazgeçtiler. Abdülhamit’e, Abdülmecit’e geldiğimizde; parlamento artık Padişahın görevden alınıp alınmayacağını, yetkisini tartışıyordu. Çünkü bu topraklar taşımıyor artık böyle bir şeyi. Oraya dönüş olmaz, olamaz. Çok yanlıştır, büyük bir hatadır.

Özerklik bunun panzehiridir. Başkanlık modeli olacaksa, demokratik denetime açık bir Başkanlık, yerel yönetimlerde de özerklik. Alın size ulusal parlamentomuzda, ulusal birliğimizin temsili. Bir bayrak altında, eşitçe, kardeşçe yaşayabileceğimiz modeller. Yine diyorum; dünyanın en iyi fikrini biz savunduk da demiyorum. Tartışmaya değer en azından. Bakın fikir üretiyoruz, proje üretiyoruz. Bunlar da öyle arkadaşlarımızla oturup iki günde, üç günde oluşturduğumuz bir şey değil.

Tartışmıyorlar, yasak diyorlar…

Fezlekeye konu olan özerklik çalıştayları, onlarcası yapıldı. Demokratik Toplum Kongresi’nin düzenlediği onlarca özerklik çalıştayları. Akademisyenler, siyasetçiler, AKP’liler de dâhil, CHP’liler dâhil, MHP’ye yakın milletvekili katılmadı, ama akademisyen-siyasetçi katıldı bu toplantılara. Fikirlerimizi paylaştık, böyle düşünüyoruz dedik. Eleştirilerini yaptılar. Şurası tehlikeli dediler, şurası iyi dediler, şöyle olsa iyi olur dediler. Bir kolektif, ortak bir akıl oluşturmaya çalışıldı ve onun senteziyle birlikte, bir şeyler yapmaya çalıştık bu ülke için. Birlikte nasıl yaşayabiliriz diye, bunun için…

Arkadaşlarım hep bunu anlatmaya çalıştılar, dilleri döndüğünce. Kolay bir iş de değil. Türkiye gibi bir yerde farklı bir modeli bir Kürt olarak, ayrılıkçı, bölücü bir Kürt olarak yaftalanmışken, bunu anlatmaya çalışmak kolay bir iş değil. Fakat buna rağmen, yapmaya çalıştık. 2007-2008’de parlamentoda “özerklik” diye bir kitapçık çıkartıp 550 milletvekiline dağıttık.

11 yıl önceden söz ediyorum, 11 yıl önce. O günden beri tartışıyoruz, en iyisini bulmaya çalışıyoruz. Ama bir gün; özerklikten daha iyi bir model var, özerklik değil ama merkezi sistem içerisinde şöyle şöyle mekanizmalar kurulursa, daha iyi olur diye bir fikir gelişmeye başlarsa, biz buna da açığız. Düşünce dediğiniz şey, değişime açık olmalı. Partimiz kutsal bir metin oluşturmuyor ki. Parti programları geçicidir, değişkendir. Buna da açığız. Ama kimse bizim fikrimize iyi olmuş, kötü olmuş şeklinde eleştirilerle konuşmuyor. Yasak diyorlar yasak! Bunu konuşmak yasak, bunu savunmak yasak! Bununla ilgili yazı yazmak yasak! Akademide çalışma yapmak yasak! YASAK, YASAK, YASAK! İstiklal Mahkemesi’ndeki Diyarbakırlı Kürtçe konuşan çocuğun, Kürtçe konuşmasından beri, yasaak, yasaaak deniyor! Biz bunu aşmaya çalıştık, mahkemenizin önüne iddianame olarak geldi. Hiç değilse bunu başarmış olmalıydık, tartışabilmek… Bir tartışabilseydik de, yine yargılansaydık. Bunu tartışabilmeyi, bir kültür halinde öğrenebilseydik, yine yargılansaydık. Denseydi ki, şurada şurada şu suçu işlemişsin, ama tartışılmadı. Yargı bunu tartışmıyor, iddianame hazırlayan savcılar, iddianamede bunu tartışmıyor, bu nedir diye bakmıyor, bu anlattıklarımın hiçbirine değinmiyor, kimse umursamıyor. Umursamayınca, üstü örtülmeyince yok olmuyor, sorun büyüyor, devam ediyor. Sonra başka çözüm arayışları, fikirleri ortaya çıkıyor, en tehlikelisi de, müdahaleler oluyor, müdahaleler. İçten, dıştan, emperyal güçler müdahale ediyor.

Siyasi hatalarımız, eksiklerimiz var

Dünyanın en zengin toprakları üzerinde yaşıyoruz. Sadece maddi zenginlikten de söz etmiyorum. Neredeyse 30’a yakın medeniyet iz bırakarak buralardan geçmiş. Kültürlerin zenginliği, dinlerin, inançların, dillerin zenginliği… Yeraltı, yerüstü zenginliğini zaten söylemeye gerek yok. Dünyanın birçok yerinde su kıtlığı yaşanırken, ülkemiz hem tuzlu su, hem tatlı su açısından bir cevher gibi. Yeraltı, yerüstü madenleriyle bir cevher gibi. Fakat bütün bu zenginliğin üzerinde, hem kültürel yoksunluk ve yoksulluk, hem ekonomik yoksunluk ve yoksulluk açısından dünyanın en fakir ülkelerinden biriyiz. Bunda hiç kimsenin suçu yok mu yani, bütün suç bizde mi? Bölücülük yaptık da, böyle oldu da; özerkliği savunduk şöyle oldu da; Kürtçe konuştuk da… Başka hiç kimsenin suçu yok mu bu ülkenin bu hale gelmesinde? Niye bu kadar zenginliğin, hazinenin üstünde yoksullar olarak yaşıyoruz? Niye bu kadar kültür yoksunuyuz? Niye bu kadar dil yoksunuyuz? Bunların hepsi problem.  Tutumlarımızdan kaynaklı…

Bizim de hatalarımız var. Yeri geldiğinde de değineceğim. Siyasi hatalarımız var. Suç işleme saikiyle, tek bir eylemim, faaliyetim yoktur. Ama siyasi hatalarımız var. Kendimi doğru ifade edebilme, Çin atasözüdür yanılmıyorsam; “Senin ne kadar bildiğin, karşındakinin ne kadar anladığıyla ilgilidir” diye. Karşıdaki ne kadar anlıyorsa, senin bilgin o kadardır. Dolayısıyla aynı zamanda, bir iletişim problemidir siyasette.

Ben çok başarılı olduğumuzu düşünmüyorum. Eksikliklerimiz var, kendimizi anlatamadık, ifade edemedik. Hep bizi yanlış anladılar diye de, muhataplarımızı çoğu zaman suçladık. Böyle de davranmamak lazım, bizim de eksikliklerimiz var. Kendimizi anlatmak zorundayız. Ne yapalım? Mağdurun böyle bir yükü her zaman vardır. Mazlumun böyle bir yükü her zaman vardır. Bizi anlasınlar ne yapalım. İşte Amerika bizi anlasın, Türkiye mağdur. Anlamaz! Avrupa Birliği bizi anlasın, anlamaz, anlatacaksın. Kürtlerin de bu psikolojiden çıkması lazım. “Bizi anlasınlar.” Hayır.

En doğru yolu bulmamız lazım. En doğru sözcükleri bulmamız lazım. Doğru örgütlenme modelini, propaganda modelini bulacağız. En doğru araçlarla kendimizi bütün Türkiye’ye, bütün dünyaya anlatacağız. HDP bunun partisidir. İşte bu fikrin kurumsallaşmış siyasi partisidir. Programında bunlar vardır. Daha doğru anlatma iddiasıdır, HDP’nin iddiası… Yeni yaşamı kurma ve bunu Türkiye toplumuna daha doğru anlatma iddiasıdır. Farkı budur. Yeni bir şey icat etmiyoruz. Sorun yaratmıyoruz. Var olan sorunların üzerine, katmerleştirecek yeni sorunlar katmıyoruz. Sorunları doğru tahlil edip, tarihi doğru analiz edip, iyi bir gelecek vizyonu oluşturup, bunu da doğru bir dille Türkiye’ye anlatmaya çalışıyoruz. Ve başımıza gelenler budur!

Atı alan Üsküdar’ı geçememiştir bugüne kadar

Bir başka fikri olan lider ve parti var. Benim fikrim başka diyor. Bunun önüne çıkanı da ezerim, çünkü gücüm var. Ben illa kendi projemi uygulayacağım diyor. Buna karşı çıkana da; milli birlik ve kardeşliğimize karşı çıkıyor diyor. “Bu bizim mili birlik meselemizdir.” Niye öyle oluyormuş? Sen niye bizim milli birliğimizi temsil ediyorsun ki? Sen sadece partinin birliğini temsil ediyorsun. Cumhurbaşkanı yönünden de, devleti temsil ediyorsun. Ben mesela kendi temsiliyetimi sende görmüyorum. Siz bende görebiliyor musunuz? AKP yönetimi olarak ben Cumhurbaşkanı olduğumda, bu modelde Başkan olduğumda, milletin birliğinin bende temsil edildiğini görebilir misiniz, göremezsiniz. Biz niye sende görebiliyormuşuz? Seni eleştiren niye bu ülkenin düşmanı oluyormuş? O modeli eleştiren, niye vatan haini oluyormuş? Niye dış güçlerin maşası oluyormuş? Yok böyle bir şey. Bu bir kandırmaca, aldatmacadır. Bir alavere, bir dalavereyle 2019 seçimlerini kotarıp bitti bu iş, atı alan Üsküdar’ı geçti lafının tekrarını söylemek için mi bütün bu hazırlıklar yapılıyor?

Hiç de öyle Türkiye’de, atı alan Üsküdar’ı geçememiştir bugüne kadar. İnanmıyorsa, İskender’i okusun, İskender de buradan geçti. Baksın bakalım var mı İskender’den kalan bir şey; taş topraktır. Gideceğiz, hepimiz gideceğiz. Her birimiz gideceğiz. Kimse kendini baki olarak görmesin. Türkiye’de, başka bir model dayatması adı altında, milli birlik, milli heyecan, yerlilik meşruiyeti yaratma adı altında, kimseyi ötekileştirmesin, düşmanlaştırmasın. Biz bunu kabul etmeyiz. Milliliği, yerliliği, nasıl böyle bir modele göre tanımlarlar ki? Nasıl bizim fezlekede önerdiğimiz model düşman model olur da, başka bir partinin modeli, milli ve yerli model olur? Bunu kabul etmeyen de Türkiye’nin düşmanı kabul edilir.

İmralı’dan bize talimat falan gelmedi

Bu iddianame aynı zamanda bunu bize söylüyor. Sen diyor bu modeli savunmakla, hayata geçirmeye çalışmakla, konferansını yapmakla, bunun çalıştayını yapmakla düşman oldun diyor. Biz bunu kabul etmiyoruz, asla kabul etmiyoruz, suçlama olarak bile kabul etmiyoruz. Fikirlerimizi savunmakta da ısrarcıyız. Türkiye’yi kurtaracak şey tek adam değildir, çok insandır, çözüm budur; Türkiye’yi tek adam değil çok insan kurtarır. Ne kadar çok insan bir araya gelip ülkeyi yönetirsek, o kadar kurtuluş umudumuz vardır. Gerisi Türkiye’nin daha fazla zorluk yaşaması anlamına gelir. Buna karşı çıktık, bunu eleştirdik diye hedef haline geldik. Çözüm sürecinin bitirilmesi ile tehdit edildik; “Bunun önünü keserseniz biz de çözüm sürecini bitiririz.”

İşte dün bir laf söyledim de basında farklı speküle edildi. İmralı’dan bize talimat falan gelmedi, hükümet bunu talimat diye sundu. Orada talimat falan yazmıyor. İmralı’da Cumhurbaşkanı adayı olmamam, 7 Haziran’da parti olarak seçime girmememiz için her türlü lobiyi yaptılar. Ama ne kendisi kabul etti, ne de biz kabul ettik. Böyle bir şey olmadı. Çünkü çözüm süreci dediğimiz şey demokrasinin ortaya çıkarılması için, silahların susması, akan kanın durması için yapılan bir şeydi. Bir kişinin yeniden güçlenip, saltanatını oluşturması için çözüm süreci başlatılmamıştır. Buna karşı çıkmamız da, siyaseten hedef haline getirilmemize neden oldu.

“Demirtaş çözüm sürecini bitirdi, Demirtaş sessiz kalsaydı çözüm süreci başarılı olacaktı, Demirtaş ‘Seni Başkan Yaptırmayacağız’ demeseydi Tayyip Erdoğan sorunu çözecekti, Demirtaş şöyle yapmasaydı bugün ülkede tam demokrasi vardı…” bunların hepsi yalandır. Demirtaş’ı ve HDP’yi hedef haline getirip yargının önüne atmanın psikolojik alt zeminini oluşturma çalışmalarıdır.

Bir insan rahatlıkla diktatör olabilir, ama kolay başkan olamaz

Türkiye’de AKP’nin nereye gittiğini en hızlı şekilde ilk tespit eden biziz. Nasıl ki, Cemaati ilk tespit edip teşhir eden, 8-9 yıl önce biz idiysek, AKP’yi ve Erdoğan’ın gidişatını da ilk biz tespit ettik. O yüzden çıkıp “Seni Başkan Yaptırmayacağız” dedik. Bizim derdimiz Recep Tayyip Erdoğan’la değil, modelin kendisiyledir. Model demokratik olsun, halk onu seçecekse baş göz üstüne. Başımızın tacıdır diyeceğiz. O seçildiyse geri kalanların da rızası oluşur sadece. Biz de buna rıza veririz.

Ama rıza yoksa, ki yok, “Seni Başkan Yaptırmayacağız” demek rıza vermeyeceğiz demektir. Seçilirsin, ama başkan olamazsın demektir. O nedenle HDP’liler yaşadığı, nefes aldığı sürece “Seni Başkan Yaptırmayacağız” dedik. Rıza vermeyeceğiz.

Bizim gibi düşünen Türkiye’nin yüzde 50’sinden fazlası var, rıza vermeyecekler. Niye zorluyorsun bu ülkeyi böyle. Rızasını al ülkenin. Oyunu değil sadece, rızasını al, geri kalanların gönlünü al. Bunu da demokrasi ile yapabilirsin ancak. Başka türlü yapamazsın. Bir insan rahatlıkla diktatör olabilir, ama kolay başkan olamaz. Çok zor bir şeydir. Daha geniş bir gönül ister. Demokrasiye yürekten inanmayı, demokrasiyi kültürel olarak benimsemeyi gerektirir.

Demokrasiyi bir kültür haline dönüştürecek modelin önünü açmalıyız

Demokrasi anayasada yazmaz, önünüzdeki kanunlarda yazmaz. Parlamentoda biz demokrasi yapmayız. Kuralları belirleriz, yasa koyucu irade bunu yapar. Ama kültür geliştikçe, demokrasi kültürü evrimleştikçe, demokrasi yaşam tarzına dönüşür.

Vereceğim örnekten dolayı kusura bakmayın, ama sokağa tükürmek bir kültürel meseledir. Suç olup olmaması ile ilgili bir mesele değildir. Şu anda Kabahatler Kanunu’nda yanılmıyorsam bulunuyor. Sokağa tükürmek Kabahatler Kanunu’na göre suçtur. Ama mesele bu mudur? Kabahatler Kanunu’nda yoksa ya da yokken sokağa tükürmek normal miydi? Kültür meselesidir. Zaman alır.

Mutfağınızda pişen yemek bir kültürdür. Tuzu, baharatı, biberi bir kültürdür. O kadar uzun yıllar sonucunda oluşmuştur, ki o aniden oluşmaz. Yemek kültürünüzü hemen değiştiremezsiniz. Anadan, atadan, dededen gelmiştir. Demokrasi de böyledir. Ben bu sabah demokrat uyandım diyemezsiniz. Dün bir yasa çıktı hepimiz demokrat olduk diyemezsiniz. Bir kültürdür, zamanla oluşur, nesillerin geçmesi gerekir. Yasalarla oluşmaz, ama yasalar bunun önünü açar.

Bir kişi veya bir lider de kimseyi demokrat yapamaz. Böyle bir modelden demokrasi çıkmaz, demokrasi kültürü çıkmaz. Budur mesele. Biz demokrasiyi bir kültür haline dönüştürecek modelin önünü açmaya, bunu savunmaya çalışıyoruz.

Cemaat’in projesi, AKP’yi bir paravan olarak kullanıp arkasından AKP’yi ele geçirmekti

Kendisi birikmiş bütün bu demokrasi sermayesini yok edecek bir modelde ısrar ediyor. Yargılamanın konusudur diye bunları konuşuyorum. Hepsi yargılamanın konusudur. Cemaat buna müdahale etmiştir uzun süre. Yapmaya çalıştığı şuydu, basitçe söyleyeyim. Siz daha iyi çözmüşsünüzdür eminim. Bu konuda farklı da düşünüyor olabiliriz, ama Cemaat şunu yapmaya çalıştı.

Fethullah Gülen Cemaati, gücü önce AKP’de ve Erdoğan’da buluşturup, orayı ele geçirmeye çalıştı. Cemaat’te gücü birleştiremeyeceğini biliyordu, kimse Cemaate oy da vermiyor, seçime de girmiyor, bir yasallığı da yok. Toplum içerisinde bir cemaat olarak meşruiyetini sürdürüyor sadece. Ama AKP’yi bir paravan olarak kullanıp, bütün yetkileri, devletin bütün kurumlarının yetkilerini önce orada toplayıp, arkasından AKP’yi ele geçirmek. Proje, hamle buydu. Bunu başaramadılar.

Demokraside devleti kimse ele geçirememelidir

Tehlikenin büyüklüğü işte buradadır. Biz niye bütün gücü bir kişi veya partide biriktiriyoruz ki? Bakın işte biri çıkıp ele geçirince, her şeyi ele geçirmiş oluyor. Çok tehlikeli bir şey, demokraside devleti kimse ele geçirememelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hiç kimse ele geçirememelidir. Bir parti, bir kişi ele geçirememelidir. Devletimiz buna izin vermeyecek bir mekanizmaya sahip olmalıdır.

Devleti ele geçirmeye çalışmak çok tehlikelidir. Çok tehlikelidir. Toplum buna hem farklı refleksler göstermiştir, ki gösterir. Bundan vazgeçilmesi lazımdır. Ben iktidara geldim, devleti ben ele geçireceğim. Mesela Almanya’da böyle bir şey yok, bir kültüre dönüşmüş artık yavaş yavaş.  Almanya’da hükümet değişir, ama İl Milli Eğitim Müdürü değişmez. Çünkü o devletin memurudur. Devletin temeli vardır, o temele dair onu işletmek üzere oradadır. Almanya’da iktidar, hükümet değişir… (DUYULMADI) Merkel’in partisine yakın biri oraya getirilmez.

Ama bizde öyle mi? Parti iktidara gelir, sınıf başkanına kadar değişir. O kadar diyeyim artık. Sınıf başkanına kadar mümkünse ilkokuldaki, ortaokuldaki sınıf başkanları da o partiden olmalıdır. O kadar müdahale edilir. Bu devlete müdahaledir. Partiyi devlete sızdırmaktır. Parti devleti haline getirmektir. Bu AKP ile başlayan bir şey değildir. Bu işin piri de CHP’dir. En başarılı şekilde yapmış olan CHP’dir.