Cezaevinde tutulan Halkların Demokratik Partisinin  önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutuklu olduğu Sincan Cezaevi Kampüsünde 15 – 16 Şubat tarihlerinde yapılan duruşmalarda yapmış olduğu ön savunmaların tam metnini eksiksiz olarak yayınlayarak tarihe not düşüyoruz.

16 ŞUBAT 2018 TARİHİNDEKİ SAVUNMASI  

Demirtaş’ın 16 Şubat günü görülen duruşmada yaptığı savunmanın 1. bölümü

Günaydın, herkese teşekkür ve selamlarımı iletiyorum.

31 fezlekemin içeriğine dair kapsamlı bir değerlendirme yapıp, her bir fezlekede ayrı ayrı savunmaya geçmeden önce bir alt bilgi oluşsun diye Türkiye’deki demokrasi sorununun, Kürt sorununun alt planını, tarihi geçmişini anlatmaya çalışmıştım; bunun kısmen bölgesel sorunlarla bağlantısını anlatmaya çalışmıştım.

Çünkü fezlekelerde bana itham edilen, iddia edilen suçlamaların bir kısmı toplantı gösteri yürüyüşleridir, ki aslında bunlar da ifade özgürlüğü kapsamındaki suçlamalardır. Çünkü sadece sözle değil yürüyüşle de, protestoyla da, mitingle de insanlar düşüncelerini açıklayabilirler. Dolayısıyla fezlekelerin neredeyse tamamı düşünce, ifade meselesiyle ilgili konulardır.

O halde bu düşüncelerim neyi ifade ediyor, neyi anlatmaya çalışmışım, tam olarak neye tekabül ediyor, hangi siyasi gelişmelere tekabül ediyor? Biraz daha kaldığım yerden devam etme ihtiyacı hissediyorum. Dün özellikle Türkiye’nin nasıl bir toplumsal yapılanma ile yeni yüzyılda yoluna devam etmesi gerektiğine dair hem kendi şahsi hem de partimin görüşlerini paylaşmaya çalıştım. Tabii ki bu görüşler bir günde oluşmuş görüşler değil. Her insanın görüşü uzun bir süreç çerçevesinde oluşur. Partiler için de bu böyledir. Partiler de görüşlerini, programlarını oluştururken tartışmalar yürütürler, çalışmalar yürütürler, çalıştaylar yaparlar, konferanslar yaparlar, araştırmalar yaparlar.

Nitekim hem DTP, yani benim ilk görev yaptığım, milletvekili seçildiğim partim DTP, daha sonra Eş Genel Başkanlığını üstlendiğim BDP ve son olarak da şu anda milletvekili olduğum ve bir müddet de Eş Genel Başkanlığını yaptığım HDP’nin görüşleri, hepsi birbirinden uzun tartışmalar, deneyimler, çalıştaylar sonucunda oluştu. İstikrarlı bir şekilde savunduğumuz görüşler de vardı. Tabii zaman zaman değişime uğrayan güncel, aktüel gelişmelere göre, ihtiyaçlara göre revize ettiğimiz parti programımız ve görüşlerimiz de oldu. Nitekim Türkiye değişiyor, dünya değişiyor, insanlık değişiyor, ihtiyaçlar beklentiler değişiyor; partiler de programlarını, kişiler de düşüncelerini buna göre değiştirmeli ve yenilemeli düşüncesinden hareketle bunları yaptık. Nitekim bazı fezlekelerde, bazı çalıştaylar, bazı toplantılar, bazı konferanslarda yaptığım konuşmalar, hatta o toplantıya katılmış olmamın kendisi bile terör örgütü üyeliği veya yöneticiliği olarak gösterildiği için özellikle bunu belirtiyorum.

DTK son derece meşru, legal, yasal bir yapıdır, bir platformdur

Partimin, şahsımın ve topluma aleni bir şekilde açıkladığımız görüşlerimizin gelişme aşamaları toplumdan bağımsız olmamıştır. Toplumun her kesimiyle yapılan tartışmalar neticesinde şekillenmiştir. Fezlekelerin büyük bir kısmı yapılan konuşmalar itibariyle demokratik özerklik üzerinedir.

İddia şudur ki; bu PKK’nin, Öcalan’ın talimatıyla uygulanmıştır. DTK, Öcalan’ın talimatıyla kurulmuştur. Bu bir terör yapılanmasıdır. Buna üye olanlar da veya toplantısına katılanlar da bu şekilde terör örgütünün yöneticiliğini, üyeliğini, destekçiliğini yapmışlardır. Hali hazırda Türkiye’nin birçok mahkemesinde benzer davalar sürdürülüyor. DTK ile şu veya bu şekilde ilişkili olan herkes hakkında bir soruşturma yürütülüyor. Kimileri işte hazırlık aşamasında, kimileri kovuşturma aşamasında.

Tabii ki, DTK son derece meşru, legal, yasal bir yapıdır. Bir platformdur. STK’ler, siyasi partiler, şahsiyetler, kanaat önderleri, akademisyenlerden oluşan ve AB ile uyum yasasındaki bir değişikliğe istinaden oluşmuştur. Nedir o değişiklik? “Sivil toplum örgütleri bir araya gelerek tüzel kişiliğe haiz olmayan platformlar oluşturabilirler.” Şu anda Dernekler Kanunu’nda bu yasa duruyor.

AB uyum yasalarında bu değişiklik yapılırken çıkarılma nedeni şuydu: O dönem Türkiye’nin çeşitli yerlerinde platform adı altında faaliyet yürüten kuruluşlar vardı, yapılanmalar vardı. Gerek kolluk güçleri, gerek soruşturma makamları, gerekse mahkemeler bu konuda tereddüt içerisindeydiler. “Nasıl değerlendireceğiz bunu, tüzel kişiliği yok, bu yapılanmayı nasıl alttan alacağız, suç oluşturuyor mu bu örgütsel yapı?” gibi tartışmalar vardı. Yargı birbiriyle çelişki halinde kararlar da veriyordu.

Örneğin demokrasi platformları, çevre platformları, kadın platformları, düşünce, inanç platformları; İstanbul’dan Diyarbakır’a, Hakkari’ye kadar her yerde bu tür platformlar faaliyet yürütüyordu. Bu çelişkiyi ve yargıda kararlardaki bu uyuşmazlığı gidermek üzere kanunda bu değişiklik yapıldı ve platform tarifi yapıldı. DTK de o dönemde Diyarbakır’da faaliyette olan Diyarbakır Demokrasi Platformu’nun aslında çok daha gelişmiş, genişlemiş, büyümüş bir yapılanmasıydı. Diyarbakır Demokrasi Platformu, Demokratik Toplum Kongresi oluştuktan sonra sönümlendi. Onun yerini DTK aldı.

İnsanları veya toplumu yasalarla demokratikleştiremezsiniz

Dün ifade etmeye çalıştığım toplumun demokratikleşmesidir. Devletin demokratikleşmesi ise başka bir şeydir. O yasalarla olur, yönetmeliğiyle, kurum kuruluşların demokrasiye uygun işleyişiyle, hukukun üstünlüğü ile olur. Toplumdaki demokrasi ise yaşayarak, pratikte hayata geçirilerek inşa edilir. Kültüre dönüştürülür. İnsanları veya toplumu yasalarla demokratikleştiremezsiniz. Üstten bir toplumsal mühendislikle yapamazsınız. Hiçbir toplum bu şekilde demokrasiyi kültür haline dönüştürmez ve demokratik bir topluma dönüşmez. Bunun için bizatihi bunun pratikle yaşanması lazım. Bu ikili ilişkilerde de, aile içinde de böyledir, kadın erkek arasındaki ilişkide de böyledir. Medeni Kanun’da, “kadın ve erkek arasındaki ilişki demokratik olmalıdır” yazsanız da bu otomatikman böyle olmuyor. Bunun yaşayarak, deneyerek, yanılarak öğrenilmesi gerekir. Bizim demokratik toplumdan kastımız budur.

DTK demokratik yaşam deneyimidir

Nasıl öğrenecek peki toplum demokrasiyi? Devlet kendi içerisinde hukukun egemenliği konusunda bir demokrasi revizyonuna tabi tutulurken, toplum nasıl demokrasiyi tanıyacak, öğrenecek? Sözde, lafta biz demokrasiyi biliyoruz. Yani demokrasiden hiç nasibini almamış bir insana da sorsanız, demokrasiyi biliyordur, kendini demokrat olarak tanımlar, ama gerçek öyle midir? “Her birimiz kendimizi bu aynada görmeliyiz” dedik. Toplumla ilişkilerimizde, birbirimizle ilişkilerimizde, öteki diye tanımlanan kimliklerle, inançlarla ilişkilerimizde, devletle ilişkilerimizde demokrasi ilkeleri yaşama geçiyor mu? “Bunu ancak şu şekilde biz hayata geçirebiliriz ve topluma bir mekanizma yaratabiliriz; demokrasiyi yaşayabileceği, deneyimleyebileceği mekanizmalar yaratarak bizler STK’lar, siyasi partiler olarak bunun öncülüğünü yaparak, yaşadığımız toplumda hep birlikte demokrasiyi deneyimlemeye çalışabiliriz” tartışmaları üzerinden oluşmuş platformlardır bunlar. DTK de bütün bu sivil toplum örgütleri, platformlar, bahsettiğim bileşenlerin bir araya gelerek oluşturduğu bir demokratik yaşam deneyimidir.

Burada kastettiğim nedir, biraz daha açmaya çalışayım. Toplumun her alanında sabah uyandığınızda evinizdeki insanlarla başlamak üzere sürekli ilişki halindeyizdir. Esnafla, şoförle, okulda arkadaşlarla, iş yerinde meslektaşlarla, kamu görevlileriyle, herkesle ilişki halindeyiz. Bu ilişkiler de normal olarak her gün rutin bir şekilde yürümeyebilir. Sorun çıkabilir, arıza çıkabilir, ki nitekim bu olduğu için hukuk doğdu. Toplumun içinden hukuk doğdu. Toplumsal hukuk bu şekilde oluştu. Bu işin devleti oluşunca da, devlete bağlı mahkemeler vs. oluştu.

Fakat toplum bütün sorunlarının devlet tarafından çözülmesini beklemek zorunda değil. “Kendi arasında çözebileceği, diyalog yoluyla, uzlaşarak çözebileceği her türlü sorununu, ekonomik sorununu, işsizlik sorununu, kanalizasyon sorununu, çevre sorununu, park sorununu, aklınıza ne gelirse doğrudan devletin yargı makamlarının yetki alanlarına girmeyen, kriminal suçlar dediğimiz ceza mahkemeleri ya da Yargıtay üst derece mahkemeleri gibi mahkemelerin yetki alanına girmeyen, fakat toplumda sulhla, uzlaşma ile çözülebilecek her türlü sorunun çözümü için diyalog kanalları yaratılmalıdır” dedik. Bunun için insanların bir araya gelebilme imkanları olmalı. Nerede bir araya gelecekler? Şimdi sendikalar var, ama onlar belirli meslek gruplarını bir araya getiriyorlar. Dernekler var, o derneğin tüzüğüne ve amacına uygun davranmak isteyenler o dernekte bir araya geliyor. Toplum içinde değişik örgütlenmeler var, fakat bunların kendi aralarında işbirliği, diyalog, sorun çözme konusunda mekanizmaları yeterince yok. DTK bu konuda bir rol üstlenmek üzere bir araya gelmiş bir yapılanma olarak kendini tanımladı.

“Sivil meclislere şeklinde halk kendisini örgütleyebilir” dedik

Nasıl? Bizler bir mahallede yaşayan topluluk olarak farklı etnik kimliklerden, farklı siyasi partilerden, farklı ideolojilerden olabiliriz. Fakat o mahallede yaşadığımız için o mahalledeki her türlü sorunun çözümü ile ilgili söz hakkımız olmalı. Mahallemize bir park yapılacaksa, mahallemize bir cami yapılacaksa, mahallemizin cemevi ihtiyacı varsa, mahallemizin kilise ihtiyacı varsa, okul ihtiyacı varsa; bunun karşılanması açısından devletin belediyesi var, ilgili il müdürlükleri vs. var. Fakat bunların o mahallede tüm yaşayanlar, topluluk tarafından ortak bir kanaat haline getirilebilip oralara iletilmesinin de bir yolu yöntemi yok. Dilekçe sunulabilir, ama bu da bireyseldir.

Dolayısıyla burada aslında toplumun içinde var olan köy meclisleri, aile meclisleri, geçmiş yıllarda aşiret meclisleri var. Çok daha gerilere giderseniz, toplum hep meclisler şeklinde bir araya gelerek kendi sorununu çözmeye çalışmıştır. Bizler de sivil meclisler şeklinde halk kendisini örgütleyebilir dedik. “Bizim mahallemizin şu sorunu var, belediye meclisine mahalle meclisi olarak şu sorunun şöyle çözülmesini istiyoruz” diyebileceği bir yapı acaba toplumda o demokrasiyi işletme, “biz mahallemizi kendimiz yönetiyoruz, sorunlarımızı bir arada çözmeye çalışıyoruz” duygusunu güçlendirir mi? Aynı zamanda kamu yönetimi, devlet yönetimi dediğimiz mekanizma hizmet sunarken, toplumun kendisi de hem hizmet sunma hem de denetleme mekanizmasına bu şekilde daha fazla katılabilir mi? Bir faydası bu olur dedik.

İnsanlar birbirine dokunacaklar, temas edecekler

İkincisi, bu tür platformlarda bir araya gelecek insanlar birbirine dokunacaklar, temas edecekler.  Çünkü tanımadığın şeyden korkarsın. Aleviler örgütlü, kendi içinde örgütlü. İslami hareketler örgütlü, kendi içinde örgütlü. Gayrımüslimler kendi cemaatlerinde örgütlü. Birbirine temas eden, dokunan çok az topluluk var. Bu da toplumun birbirine karşı sürekli bir önyargı, korku beslemesini sağlıyor; bu da toplumsal birleşme dediğimiz birbirinden korkmadan bir arada yaşama duygusunun gelişmesini engelliyor. Sorunların da çözümünü engellediği gibi, sürekli büyümesine yol açıyor.

Bir mahallede, bir şehirde bizim il genel meclislerimiz var, belediye meclislerimiz var; onlar da seçimle iş başına geliyorlar fakat temsilidirler. TBMM gibi temsili demokrasidir. Bizim doğrudan demokrasi dediğimiz yerel meclisler yoluyla bu insanlar bir yerde, işte belediyenin yapacağı halk evi, halk toplantı salonu olabilir, haftada bir, ayda bir, iki ayda bir mahallede yaşayan herkes bir araya gelip orada temas da etmiş olur dokunuş olur.

Toplum bu kadar paramparça olursa demokratik bir yaşam inşa etmek mümkün olmaz

Konuşmalarımızda uzun uzun anlatılmış, iddianamede yazılmamış; şu örnekleri verdik hep: Alevilerle ilgili önyargı vardır, kimde vardır sünni Müslümanda vardır. 500–600 yıllık geçmişi var, karşılıklı önyargılara dönüşmüş. Kürt’le Türk arasında önyargı vardır. Laikle dindar arasında önyargı vardır. Çoğu da birbiriyle ikili ilişkilerden kaçınırlar. Giderek de bu artıyor. Kutuplaşma dediğimiz şey mahallelerde gettolaşmaya kadar gidiyor. Kız alıp vermelerden, evini kiraya vermeye, işe alıp çıkarmaya kadar herkes artık kendisine yakın olanı istiyor; kimlik olarak, inanç olarak, hatta oy verdiği partiye kadar ayrışmaya doğru gidiyor. Bunu da önlemenin bir yoludur, çünkü başka türlü toplumda demokrasi inşa edemezsiniz. Toplum bu kadar paramparça olursa, o toplumda artık demokratik bir yaşam inşa etmek mümkün olmaz. Böyle bir toplumun demokratik yönetimi de mümkün olmaz. Devlet de giderek bu kamplaşmaya uygun bir şekilde pozisyon alır. Siyasi partiler kamplaşmaya uygun pozisyon alır. Bu pozisyon alma kamplaşmayı giderek derinleştirir. Ve iç çatışmaya kadar, her türlü sıkıntıya kadar gidebilir. O nedenle demokrasiyi tabanda inşa etmek lazım.

Muhafazakar Sünni Müslümanların yoğun olduğu bir mahallede Alevi bir aile oturuyor olabilir. Bu tür aylık haftalık, artık hangi periyodlarla bir araya gelirlerse, tartışacakları meclislerinde bir Alevi yurttaş o toplantıya katılıp, çoğunluğun muhafazakar, Müslüman, Sünni olduğu bir toplantıya katılıp kendini ifade ettiğinde mahalleli komşuları onu daha iyi anlayabilir. “Benim yaşadığım sorun şu, sıkıntı şu, şu nedenle ben bu ihtiyacımın karşılanmasının iyi olacağını düşünüyorum, siz komşularımın da buna destek olmasını istiyorum. Ben mahallede azınlığım, ama sizler de şu kolaylığı gösterirseniz, hep birlikte çözüm için kendimiz çözebiliyorsak kendimiz, değilse ilgili yetkililerden taleplerde bulunalım.”

Sorunun bu şekilde çözümü, mikro düzeyde bir araya gelişler özgür bir ortamda yapılabilirse, bu toplum artık giderek kendi sorununu özgürce tartışabilen, çözebilen, birbirini anlayabilen, birbirine saygı duyan ve demokrasiyi özümseyen, yaşayarak kültüre dönüşen bir topluma dönüşür. Toplumsal sivil örgütlenme dediğimiz budur.

Devlet artı demokrasi

Bu devletin alternatifi değildir. Devletle birlikte toplum örgütlüdür. Devlet artı demokrasi deriz biz buna. Bizim jargonumuzda, söylemimizde budur. Devlet artı demokrasi. Devlet kendi içerisinde demokrasisini kuracak, bu bir yapıdır, bunun dışında toplum da kendi içinde sivil yapısını kuracak. Her yerde, isteyen herkes yasaların, Anayasa’nın belirlediği sınırlar çerçevesinde bu tür örgütlenmelerini, tartışma platformlarını, meclislerini oluşturacak. Kendilerini ilgilendiren, kendi sorunlarını konuşacaklar, bir mahalle meclisi olarak oturup da anayasayı değiştirelim diye tartışacak değil. Kendi mahalle sınırları içerisindeki sınırlarla ilgili, yetkili veya ehildir veya hâkimdir. Öbür mahallenin sorunu onu ilgilendirmeyebilir, ama beş mahalleyi ilgilendiren bir kanalizasyon sorunu ise, beş mahalle kent meclisinde bir araya gelip o sorunu tartışır.

Kent meclislerinin temsilcileri de bölge meclislerinde bir araya gelebilir. Bunların hepsi önerme ve biz bunları denedik, olabilir mi, toplum bu şekilde sorunlarını çözebilir mi. İki tane temel ihtiyacı veya sorunu karşıladığımı söyledim.

Birincisi, kendi sorunlarını doğrudan çözmek konusunda hâkim olma, doğrudan karar mekanizmalarına katılma, kamu yönetimini etkileme, denetleme. İkincisi, birbirini tanıma, birbirinin bu konuda önyargılarını kırma ve toplumsal bütünleşmeye katkı sağlaması.

Üçüncüsü de, bu aynı zamanda kendini o devlete, o yönetime daha fazla bağlı hissetme, aidiyet duygusu geliştirme.

Bakın, bizim demokratik özerklikte tanımladığımız demokratik kısmı budur. Özerklik kısmını dün anlattım. Yerel meclisler, seçimle işbaşına gelmiş belediyeler veya il genel meclisleri, bunlara merkezin, anayasanın tanıyacağı özerklik yetkileri; 81 il olur, 7 bölge olur bunların hepsi tartışılır. Bunlar kamu yönetimidir.

Bir de işin demokratik kısmı dediğimiz, halkın kendi sorunlarını çözebileceği, birbirleriyle tartışıp, tanışıp, kaynaşmayı sağlayabileceği ve aynı zamanda “Ben de kendi ülkemi yönetiyorum. Mahallemi yönetmek suretiyle veya şehrimde söz hakkı olmak suretiyle ülkenin yönetimine katılıyorum” duygusunu geliştirmek. İşte o devlet o zaman bütün yurttaşların ortak devleti halini alır. Herkes kendini o devletin özgür bireyi, yurttaşı gibi hissedebilir. Bu devlet ve vatandaş arasındaki bağı güçlendirir, aidiyeti güçlendirir ve birçok sorunu çözer.

Şiddet arttıkça sözün, lafın yerini silah sesleri aldı

Kürt sorunun çözümüne nasıl bir katkısı var? Her Kürt yurttaş da bu şekilde yönetime katılmış olur. Dün ifade ettim, Kürt halkı Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar bir yönetim, bir devlet, bir mekanizma arayışına girdi. İsyanlar oldu, sadece burada değil; Irak’ta, Suriye’de, İran’da, şiddet olayları oldu, halen devam eden Kürt sorunuyla bağlantılı bir sürü sorun, sıkıntı var. Çözülmedi. Bizler bunu toplum olarak herkesle tartışmaya çalıştık.

Yani devletimiz budur, bir Kürt olarak bizim devletimiz budur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hukukun üstünlüğü ilkesi çerçevesinde herkese eşit hizmet sunan bir devlet olacak, her Kürt de hem devlet yönetimine doğrudan seçim yöntemiyle veya işte kamu yönetimine katılmış olacak, hem de her Kürt kendi mahallesinde, meclisinde, şurada burada kendi sorunlarını çözerek aynı devletin yönetimine sivil yurttaş olarak katılacak.

Bu Kürdün de devleti, Türkün de devleti. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti hepimizin ortak devleti, bu vatan hepimizin ortak vatanı duygusu pekişmiş olur. Bu nedenle biz ‘Ortak Vatan, Demokratik Cumhuriyet’ sloganları kullandık seçim kampanyalarımızda. Ve istikrarlı bir şekilde Demokratik Toplum Partisi ve BDP ve HDP’de de seçim beyannamelerimizde, programlarımızda bunu savunduk.

Kısaca ifade ettiğim görüşümü buralarda kapsamlı bir şekilde savunduk. 2007’de parlamentoya girdiğimizde bir kitapçık halinde bunu basıp, 550 milletvekilimize dağıttık. Bu hiçbir zaman bir sağlıklı tartışma ortamı bulamadı ne yazık ki. Çünkü Türkiye’de çok az dönemlerde şiddet durdu ve tartışmanın önü açıldı. Şiddetin olmadığı dönemlerde, ölümlerin, çatışmaların olmadığı dönemlerde bizler tartışmaların önünü açabildik, büyütebildik. Şiddet arttıkça da bütün bu fikirler-tartışmalar maalesef bir kenara itildi ve sözün, lafın yerini silah sesleri aldı. Bu nedenle mesele ne anlatılabildi ne anlaşılabildi. Fezlekelerle ilgili, sırası gelince tek tek anlatacağım, işte hendek-barikat tartışmaları, işte şehir savaşları, müdahaleler ve bizim o zaman yaptığımız konuşmaların anlamı nedir? Daha iyi anlaşılabilmesi için bu altyapıyı oluşturmaya çalışıyorum, ki tam anlaşılsın.

Mıhallemileri ilk kez DTK toplantılarında tanıdım

Demokratik Toplum Kongresi, bir alternatif meclis olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin veya belediye meclisinin, il genel meclisinin alternatif meclisi değil. Destekleyen bir sivil platform olarak kendini örgütlüyor ve bugüne kadar tek bir şiddet eylemine dair ne pratiği vardır, ne kararı vardır, ne de eylemi vardır. Örneğini bulamazsınız.

Yaptığı faaliyetler çalıştaydır, mitingdir, konferanstır. Kamuoyu oluşturmak, toplantılarla herkesi bir araya getirmek, herkesin özgür fikrini özgürce ifade edip birbirini tanımasını sağlamaktır. Benim katıldığım Demokratik Toplum Kongresi’nin toplantılarında, hayatımda ilk defa tanıştığım insanlar oldu, kesimler oldu. Yani Türkiye’de yaşıyorlar, örneğin Mıhallemi diye kendini ifade eden, bizim Arap diye tanımladığımız, ama nüfusları neredeyse Ortadoğu genelinde 500 bini bulan, Türkiye’de ise yüzbinlerce yurttaşımızın olduğu, kendini farklı etnik kimlik olarak tanımladığı bir topluluk var. Biz hep Arap diye tanımlıyoruz. Fakat kendileri ‘hayır’ diyor, biz Arap etnik kimliğinden farklıyız.

İşte Mardin, Siirt, Batman o bölgelerde yaşayanlar. Mesela ben o toplantılarda tanıdım onları. Çıktılar, kendilerini ifade ettiler. Şu anda bizim bir milletvekilimiz var, kendini o kimlikten ifade eden milletvekilimiz var. Müslüman bir topluluk, ama Arap değiliz diyorlar, konuştukları dil-lehçe Arapça’ya benzese de, Mıhallemice diye farklı bir dil konuşuyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları bunlar. Demokratik Toplum Kongresi’nde tanıdım ben onları. Kürsüye çıktılar, konuştular, kendilerini anlattılar, sorunlarını anlattılar, beklentilerini anlattılar.

Buna benzer birçok toplumsal kesimle ben Demokratik Toplum Kongresi’nin toplantılarında tanıştım. Akademisyenlerle tanıştım, farklı siyasi partilerden insanlarla tanıştım. Yan yana gelmez, bir araya gelmez denilen siyasi partilerle biz Demokratik Toplum Kongresi’nin yaptığı çalıştaylarda bir araya geldik. Birazdan katılımcıların listesini size göstereceğim çalıştayların.

AKP’den DYP’ye, Cumhuriyet Halk Partisi’nden sosyalist partilere, İslami partilere, liberal kesimlere kadar. Bir masa etrafında toplandık, tartıştık, fikirlerimizi paylaştık. Son derece verimli oldu. Halen o günlerden kalan bizlerin dostlukları var. Çünkü dokunmak, temas etmek, birbirini tanımak önyargıyı kaldırdı. Hiç değilse, biz birbirimize düşman gibi bakmıyoruz. Birbirimizin fikrini beğenmesek de anlamaya çalışmanın kıymetli olduğunu anlıyoruz.

DTK bir şiddet örgütü değildir, şiddetin alternatifidir

Demokratik Toplum Kongresi böyle bir yapıdır ve halen faaliyetini sürdürüyor. Bizler onun üyesi olmakla, ”terör örgütü üyesi olmak, yöneticisi olmak”la yargılanırken, Demokratik Toplum Kongresi şu dakikada Diyarbakır’da bilinen adresinde faaliyetini yürütüyor. Çünkü yasa dışı değil. Çünkü gayri meşru bir çalışması yok. Kriminalize edip bunu bir terör örgütü gibi göstermenin de bahsettiğim çözüm anlayışlarına hiçbir faydası yok.

Bu nedir biliyor musunuz? Şiddet kullanmayın, silaha meyil etmeyin, dağa çıkmayın, başka bir alternatif var. Bir araya gelip sivil yöntemlerle, barışçıl yöntemlerle sorunlarımızı çözebiliyoruz, demokrasimizi inşa edebiliyoruz, başka yerlere meyil etmeyin demektir Demokratik Toplum Kongresi.

Bir şiddet örgütü değildir, şiddetin alternatifidir. Kendini tam olarak böyle örgütlemiştir. Ve Demokratik Toplum Kongresi’nin kuruluş dönemlerini ben çok iyi hatırlıyorum, hem İnsan Hakları Derneği’nin yöneticisiydim kuruluşun ilk zamanlarında, hem de kısa bir süre sonra milletvekili seçildim, siyasete girdim. Parlamentoda da, kulislerde de tartışmalar oluyordu. O zaman partimizin hükümetle doğrudan yönettiği bir çözüm süreci falan yoktu. Bütün siyasi partilerle ilişkilerimiz vardı.  Fakat anlayış şuydu; birçok bürokratla, emniyet müdürüyle ve başsavcıyla görüşmelerimizi ben hatırlıyorum. Aynen şu deniliyordu: “Bu son derece olumlu ve iyi bir gelişme. Şiddetten uzaklaşıp, şiddete meyil etmeden, insanların demokratik bir ortamda haklarını arayabilmeleri, fikirlerini özgürce söyleyebilmeleri. En radikal fikirler söylensin” ki söylendi ve soruşturma açılmadı o zaman. Çünkü devletin de hükümetin de yaklaşımı şuydu; biz ancak fikirlere geniş bir özgürlük alanı tanırsak, hatta bugüne kadar yaptığımızdan çok çok daha geniş bir özgürlük alanı tanırsak, yeri geldiğinde kanunları zorlayacak kadar, şiddetin alternatifini kalıcı hale getirebiliriz.

Bu nedenle Demokratik Toplum Kongresi sadece bizim tarafımızdan değil birçok siyasi parti, devlet ve hükümet tarafından da çok önemsendi, çok kıymet verildi. Çünkü gerçekten de biz toplumu şiddetten uzaklaştırmak, gençleri silahı bir alternatif olarak düşünmekten uzaklaştırmak istiyorsak, iyi bir alternatif sunmalıyız. Seçenek budur. Onu pratikleştirmeli ve onun başarılı olabilmesini göstermeliyiz. Anlayış buydu ve bu devlette de hâkimdi, yargıda da hâkimdi. Kim bundan rahatsızdı? Cemaat.

Bütün dinlemeler Cemaate aitti, çarpıtmalar Cemaate aitti. Çünkü bunun çözümü geliştirdiği ve güçlendirdiği o kadar görüldü ki, hızla bu dinlemeler yapıldı, birçoğu çarpıtıldı. Bana ait olmayan konuşmalar var, ortaya koyacağız daha sonra.

Bu gelişmelerden Cemaat rahatsızdı

Bu kadar komplo, kumpas sadece bize yapılsaydı yine anlaşılırdı da, Türkiye’nin her tarafında herkese yapıldı. Amaç neydi? Olası bir barışçıl çözümü önlemekti. Bunlar Milli İstihbarat raporuna dönüştürüldü. Milli Güvenlik Kurulu üyelerinin masalarına kadar gitti. Emniyet İstihbarat yapıyor bunu. MİT’te hâkim değillerdi bildiğimiz kadarıyla. Emniyet İstihbarat, kısmen Jandarma İstihbarat kırsal bölgelerde yürüttüğü faaliyetlerde.

Fakat Emniyet İstihbarat, adliyede kendilerine bağlı savcıdan, hakimden yasa dışı dinleme kararları alarak, usulüne aykırı olmasına rağmen dinleme kararları alarak ya da önce dinlemeyi yapıp sonra kararlar alarak, dinledikleri şeyleri cımbızlayarak, kelimeleri çarpıtarak, kişileri çarpıtarak, tarihleri çarpıtarak çalıştılar; benim dosyamda da var, hepsi çıkacak ortaya.

Bunları bir istihbarat raporuna dönüştürerek dediler ki, Demokratik Toplum Kongresi kendini bir paralel devlet olarak örgütlüyor. Ve bu bir KCK yapılanmasıdır. Dediler KCK’nin şehir yapılanmasıdır. Devlet için büyük tehlikedir. Bunlar devlet içinde devlet kuruyorlar. Bunu söyleyen Cemaat’in raporlarıdır. O kadar etkiliydi ki, bürokraside, parlamentoda ve hükümette. MGK’ya kadar herkesi etkilemeyi başardılar. Ve 2009’da ilk KCK operasyonunu yaptılar.

Başsavcı FETÖ itirafçısı

14 Nisan 2009’da 51 üst düzey parti yöneticimiz, belediye başkanımız gözaltına alındı. Ben ve o dönemki Eş Genel Başkanımız Ahmet Türk’ün de içinde bulunduğu bir milletvekili heyetiyle Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı’nı ziyaret ettik. Makamında kendisiyle görüştük.

Biz siyasetçileriz, ama yargı makamından da şöyle bir beklentimiz var diye ifade ettik açıkça: Bir toplumsal barış arayışı içindeyiz, zorlu bir dönemden geçiyoruz, sıkıntılar çok fazla. Siz de zorlanıyorsunuz yargı olarak, biz de, hükümet de, farkındayız. Ama bir şans yakalamış durumdayız. PKK ateşkes ilan etmiş o dönemde. Biz, alternatif demokratik siyaset seçeneğini güçlendirmeye çalışıyoruz, hükümetle bu konuda sürekli görüşme, diyalog arayışı içindeyiz. Gerçekten umutlar çok yüksek. Erken seçim yapılmış, belediye seçimleri yapılmış. Ülkede yeniden bir normalleşme havası esiyor. Bir gün önce de PKK ateşkesi, tam hatırlamıyorum ama, süresiz uzattığını açıklamış, öyle bir şey. Bir gün sonra siz, 51 Kürt siyasetçisini, seçilmişini, belediye başkanını gözaltına alarak aslında iyilik yapmıyorsunuz. Varsa elinizde bu belgeler neden bugünü beklediniz? Çünkü 2 yıldır dinleme yapıyoruz dediniz. 2 yıl niye beklediniz? Niye 2 yıl boyunca beklediniz ve böyle bir gün operasyon yaptınız?

‘Biz sizi izlemeye devam edeceğiz, konuşmalarınızı’ dedi başsavcı. Bize diyor. ‘Konuşmalarınızı, yaptığınız siyaset tarzınızı izlemeye devam edeceğiz’ dedi. Bu yargının işi değil. Nasıl siyaset yaptığımızı halk izler, halk karar verir. ‘Bundan sonra operasyonlara devam edip etmemeye ona göre karar vereceğiz’ dedi. Açık dedi. Beş altı milletvekiliyiz, Eş Genel Başkan Ahmet Türk ve Emine Ayna ile birlikte. Tartıştık tabii ki de… Böyle olmaz dedik, yargı siyasetin nabzına göre nasıl operasyon yapar.

‘Elimizde çok liste var’ dedi, ‘bu daha başlangıç.’ Daha sonra o dönem Diyarbakır Baro Başkanlığı yapan arkadaşlar da o başsavcı ile görüşmeler yaptılar, benzer izlenimler edindiler. En nihayetinde edindiğimiz izlenim şuydu; biz müsaade etmeyeceğiz sivil yapılanma falan adı altında örgütlenmenize müsaade etmeyeceğiz.

Biz, Ankara’ya gittik bakanlarla görüştük durum bu dedik. ‘Bakın bu iyi bir şey değil. Siz yaptığımız çalışmaların iyi olduğunu söylüyorsunuz, biz de iyi olduğuna inanıyoruz. Fakat Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı bunu yapıyor’ dedik. Başsavcının arkasında durdular, doğru yapıyor dediler, yargıdır müdahale edemeyiz dediler. Kim o Başsavcı? Durdu Kavak. FETÖ itirafçısı. Daha sonra İzmir’e başsavcı oldu. FETÖ’den açığa alındı, tutuklandı, şu an FETÖ itirafçısı.

Demokratik siyasetin güçlendirilmesine ve şiddetin, silahın yerini almasına geçiş dönemiydi

Böyle bir algı operasyonu, çarpıtma operasyonuyla karşı karşıya kaldık. Bakın, Demokratik Toplum Kongresi, bütün faaliyetleriyle mükemmel, kusursuz ve yüzde yüz yasalara uygun çalıştı demiyorum. Ama bir tolerans aralığı vardı ve o tolerans aralığına uygun çalışıyordu. Bir geçiş dönemiydi. Reel geçiş sivil, demokratik siyasetin güçlendirilmesine ve şiddetin, silahın yerini almasına geçiş dönemiydi.

Devlet, yargı, medya, toplum bu tolerans alanını geniş tutuyordu. Ciddi bir suç yoksa müdahale etmiyordu. Çünkü alışkanlıklar var, geçmişten kalma jargonlar var, yıllardır yürüttüğü çalışmalarla farklı bir siyasi çalışmaya angaje olmakta, adapte olmakta zorlananlar var. Böyle bir dönem.

DTK böyle bir dönemde kuruldu ve ayakta kalmaya çalıştı, bir suç örgütü olarak kurulmadı. Bir PKK’nin, KCK’nin kolu olarak kurulmadı. Yapmaya çalıştığı buydu. Oradaki arkadaşlarımız DTK’yi kuran, orada faaliyet yürüten herkes, AKP’nin birçok üyesi, il başkanı, milletvekilleri DTK toplantılarına katıldılar, görüş belirttiler, meclis toplantılarına katıldılar. İsimleri var burada tek tek anlatacağım.

Suç işlediler demiyorum, iyi yaptılar. Biz ancak böyle sorunlarımızı çözebiliriz. Şiddete alternatif oluşturmadan, efendim silahlar bırakılsın, şiddet dursun dediğinizde olmuyor, gerçekleşmiyor bu bir temenni olarak kalıyor. Bunun için bir şeyler yapmak lazım, pratik bir şeyler yapmak lazım. DTK de bunun bir parçasıydı. Bu barış sürecinin, toplumsal demokratikleşmenin bir parçasıydı, çabasıydı.

Az önce bahsettiğim, toplumda demokrasiyi inşa etmenin yapılarından, platformlarından biriydi. Tamamı değildi, biriydi. Biz de onun bir parçasıydık parti olarak, esnaf örgütleri de bir parçasıydı. İş adamları veya sendikalar da, onların örgütleri de bir parçasıydı. Herkes kendi cephesinden bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Biz sorunlarımızı şiddet olmadan da çözebiliriz anlayışını güçlendirmeye çalışıyorduk.

Cemaat tuzak kurmuştur

Önünüzdeki dinleme, fezleke tümüyle Cemaat’in memleketi birbirine düşürme operasyonunun dinlemeleri ve fezlekeleridir. Samimiyetle söylüyorum, kendimi kurtarmak için söylemiyorum.  Dinlemelerin içeriğinde benimle ilgili öyle ahım şahım suçlanacak bir şey yok. Fikirlerim, konuşmalarımdır. Fakat art niyetlidir, kötü niyetlidir. Bizim yapmaya çalıştığımız şeyi çarpıtıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde Kürtlerin özgür, eşit yurttaş olarak, barış içerisinde yaşamasını sabote etme çabasıdır.

Başarmışlardır. 2007’de DTK yavaş yavaş toparlanıp kendini tarif etmeye başladığında, aynı anda onlar da dinlemeler, izlemeler, bilmem neye başlamışlardır. Oysa devlet kurumlarıyla, hükümet temsilcileriyle yapılan görüşmelerde söylenen şudur; sadece bana değil, topluma, kamuoyuna aleni  söylenen şudur: Sizler Demokratik Toplum Kongresi benzeri çalışmaları yürütebilirsiniz. Son derece  meşru ve faydalıdır denmiştir. Örneklerini göstereceğim.

Meclis Başkanı’na kadar, bu çalışmalarda fikirlerinizi özgürce söyleyebilirsiniz, herkes düşüncesini özgürce açıklamalıdır. Şiddet silah olmasın. Ne söylüyorsanız, söyleyin. İsterse biri çıksın desin ki, “Ben Kürdistan’ın kurulmasını istiyorum.” Ama silah olmayacak, şiddet olmayacak. Amenna. Fikir özgür olsun. Bu denmiştir. Ve insanlar buradan aldıkları cesaretle bu toplantılara katılmış, kendini açıkça beyan etmiş. Kimi açık toplantılarda, kimi kapalı toplantılarda, kimi basın huzurunda.

Cemaat ne yapmıştır? Bunu bir tuzağa dönüştürmüştür, tuzağa. Kumpas budur işte. Devlet “gel” demiştir, “bu toplantılara katıl, sorun yok” demiştir, “fikrini özgürce açıkla” demiştir. Cemaat de aynı anda hepsini dinlemeye, izlemeye almıştır ve bütün bu dinlemelerin tamamını 2009’dan itibaren operasyona dönüştürmüştür. KCK Ana Dava, KCK Basın Davası, KCK Avukatlar Davası; davası da davası. Bize kadar geliyor işte.

Kürtlerin çıkışı Türkiye ile işbirliğindedir, Türkiye’nin çıkışı Kürtlerle işbirliğindedir

Eğer biz o dönem bu tür müdahalelerle karşılaşmasaydık, eminim siyaset çok daha doğru bir rotada ilerleyecekti. Şiddete karşı çok iyi bir alternatif oluşturacaktık biz. Demokratik siyaset inancı güçlenecekti. Ben bunu “oyumuz artacaktı” anlamında söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Partimizin oyu ile ilgili bir meseleyi tartışmıyorum. Toplumda bir arada yaşama, barış içerisinde yaşama, demokratik yollarla sorununu çözme inancı artacaktı. Ve belki PKK’ye silahları bıraktırmış olacaktık.

2007’den beri bu çalışmaları yürüttük, 2009’da sekteye uğradı. Çok önemli dönemlerdi o dönemler. Bakın neden önemlidir? Yargının bunu iyi anlaması lazım. Bugün Ortadoğu’da dönen operasyonlara bir bakın. Türkiye, kendi içindeki Kürt yurttaşlarıyla barışık bir sistemi kurmuş olsaydı, PKK tümden silahlarını Türkiye’ye karşı bırakmış olsaydı ve Türkiye’de tek bir silahlı eylem yapmamış olsaydı, bitseydi yani PKK’nin silahlı tüm faaliyetleri. Böyle bir sorun olmasaydı Türkiye’de. Ve Türkiye’nin Suriye’deki Kürtlerle diyaloğu, işbirliği güçlü olsaydı. 2009-2010. Bugün Türkiye bütün Ortadoğu’nun merkezinde ülke olacaktı. Değil Amerika’sı, Rusya’sı, dünyanın bütün güçleri bir araya gelse Suriye barış görüşmelerini Ankara dışında hiçbir yerde yaptıramazdı.

Soçi’de, Cenevre’de değil, Ankara’da olurdu. Çünkü Kürtlerin yüzü Şam’a, Bağdat’a, Soçi’ye, Cenevre’ye dönük değil. Suriye’deki Kürtlerin, dün anlattım. Onların milletvekili Meclis-i Mebusan’da iken Osmanlı sınırlarından ayrıldılar. Misak-ı Milli’nin parçasıydı. Bugün Afrin operasyonu tartışılıyor da kimse bu yönlerine bakmıyor. Türkiye’nin, Kürtleri her yerde Türkiye Cumhuriyeti’nin yanına alması lazım. Bin yıllık kardeşliğimizin gereği de budur. İttifak yapmaları lazım. Bütün Kürt hareketi, örgütlerinin de, silahlı, silahsız, Türkiye’ye karşı düşmanlık yapmaması Türkiye’ye karşı işbirliğini geliştirmesi lazım. Kürtlerin çıkışı Türkiye ile işbirliğindedir. Türkiye’nin çıkışı Kürtlerle işbirliğindedir.

Başka türlü, emperyal müdahaleler de önlenemez, başka türlü Ortadoğu’da barışın inşası da gerçekleştirilemez. İşte 2009’da, 2007’de kastettiğim bu gelişmeler bunların nüveleriydi. Başarabilseydik, bugün Türkiye Ortadoğu’da bambaşka bir güce dönüşmüş olacaktı. Kendi iç demokrasisi güçlü, toplumuyla barışık, komşu halklarla barışık…

Osmanlı Kürtleri hep sınır güvenliğinin teminatı olarak gördü, tehdit olarak görmedi

Türkiye’nin 900 kilometre sınırında Kürtler yaşıyor. Doğu sınırının yarısı resmi olarak İran’ın Kürdistan eyaleti, ismi Kürdistan eyaletidir. İran eyalet idaresiyle yönetiliyor. Yani Türkiye’nin sınırlarının üçte birinin etrafında Kürtler yaşıyor. Yani bu toplumun kardeşleri, binlerce yıl bir arada yaşamış kardeşleri yaşıyor. Osmanlı bunu hep sınır güvenliğinin teminatı olarak gördü, tehdit olarak görmedi. Ta ki Kürtler ayrılıp, Osmanlı’dan parçalanıp bir kısmı Irak’ta, bir kısmı Suriye’de kalana kadar. İran’daki Kürtler 1516’da Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla o tarafta kalmıştır. Yeni bir anlayış geliştirilmesi lazım, paradigmanın değişmesi lazım.

“Kürt eşittir düşman, Kürt eşittir terörist, Kürt eşittir bölücü” anlayışının, önyargısının kırılması lazım. Bugünkü politikalar Türkiye’nin barışına, güvenliğine hizmet etmiyor. Dünyanın bütün ülkeleri gelip Kürtlere yardım etmeye çalışıyorlar, bu Kürtlerin kara kaşı kara gözü için değil. Hepsinin kendi çıkarı var. Şu silah gönderiyor, bu tır gönderiyor, hepsinin kendi çıkarı var. Yeri geldiğinde hepsi de, en başta onlar Kürtleri vururlar, vuracaklar da.

Ama Türkiye’nin de, Kürtler işte çaresiz kaldılar, ezilsinler, yok olsunlar dememesi lazım. Devletin de, hükümetin de akıllıca bir politika ile oradaki bütün Kürtleri yanına alması lazım. Çünkü Kürtler partilerden, hareketlerden ibaret değildir. Bir halktırlar. Parti, örgüt, hareket dediğiniz bugün var yarın yoktur. Bizim partimiz de öyledir. Ama halklar hep vardır, olacaklar. Halkı yanına alması lazım, işbirliği yapması lazım. Bunun imkânlarını zorlaması lazım.

DTK başarılı olabilse, hedeflerine gerçekten ulaşabilse, 2007-2009’da bize bu müdahaleler gerçekleşmese, bize bu operasyonlar yapılmasa, ben bugün sırf DTK toplantısına katıldım diye terör örgütü yöneticisi sıfatıyla karşınızda yargılanmıyor olsam, çok daha iyi bir siyasi atmosfer oluşmuş oluşacaktı. Cemaat bunları bozmakla yargılanıyor, biz onların mağduruyuz, biz de sanığız.

Demirtaş’ın 16 Şubat günü görülen duruşmada yaptığı savunmanın 2. ve son bölümü

Bir devlet kendi yurttaşına tuzak kuramaz

DTK’nin davanızın konusu olması sebebiyle neyi hedeflediğini, ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştım. Şimdi şunu demiştim, o dönem devlette, hükümette, aslında yargının da önemli bir kısmında, Cemaat dışındaki yargıda DTK’nin önemli bir fırsat olduğunu ve o dönemde kısmen aşırılıklar diyebileceğimiz şeylerin de o geniş tolerans alanı içinde mutlaka absorbe edilebilmesi gerektiği, toplumun demokrasiye, demokratik barışçıl yöntemlere inandırılması gerektiği konusunda bir genel uzlaşma vardı.

DTK’yi sadece biz mi önemsiyorduk, hayır. O dönem örneğin 2012 yılında yeni bir anayasa yapılması konusunda parlamentoda bir uzlaşma komisyonu kuruldu. 4 parti bir araya geldik, uzun süren bir çalışma yapıldı, uzlaşma sağlanamadı. Yeni bir anayasa yapılması konusunda dört parti uzlaşma sağlayamadı. 60 maddede ortaklaşabildik, ama yeni bir anayasa ortaya çıkaramadık.

Fakat o süre zarfında Anayasa Uzlaşma Komisyonu Türkiye’nin bütün bölgelerinde toplantılar yaptı, herkesin görüşünü aldı. Akademisyenleri, STK’leri parlamentoya davet etti. ‘Yeni anayasa ile ilgili görüşünüz nedir?’ diye herkese davetiye gitti, gün saat, randevu verildi. Bütün partilerden milletvekillerinin oluşturduğu Anayasa Uzlaşma Komisyonu, bütün Türkiye’yi dinledi; yeni anayasamız nasıl olmalı diye. O çalışmalar çerçevesinde DTK de TBMM’ye Cemil Çiçek imzası ile resmi olarak davet edildi.

Bakın metni buradan okuyorum. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, sayı var, tarih var. Konu; komisyona davet. Başlık: Demokratik Toplum Kongresine; “Hazırlık çalışmalarına başlanılan yeni anayasa konusunda görüş ve taleplerinize başvurulması, demokratik katılımın bir gereği olarak görülmektedir. Bu bağlamda TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, Meclis binasında 23.01.2012 tarihinde değerli kongrenizin uygun göreceği temsilci ya da temsilcilerini dinleyecektir. Temsilcilerinizin adlarının yazılı olarak bize bildirilmesi hususunu rica ederim. Bilgi ve takdirlerinize saygıyla. Cemil Çiçek, TBMM Başkanı.”

Meclis Komisyonu her gün toplantı yapardı ve o gün toplantı planlaması duyurulurdu. Tüm milletvekillerine, komisyon toplantı salonuna da asılırdı. Burada da o gün toplantıya katılacak, 23.01.2012 tarihinde dinlenecek olan STK’lerin 3 no’lu alt komisyon toplantı salonundaki programı var. Göreceksiniz; “Stratejik Düşünce Enstitüsü, saat 10:50-11:30. İkinci sırada Demokratik Toplum Kongresi, katılımcıları: Ahmet Türk-DTK Eşbaşkanı, Nurhayat Altun-DTK Başkanlık Divan Üyesi, Avukat Cabbar Leygara-DTK Anayasa Komisyonu Başkanı. Saat 11:4-12:20’de dinlenecekler” diye.

Katıldılar. Yazılı sözlü görüşlerini sundular. Görüşler daha sonra TBMM resmi web sitesinde yer aldı. Şu listeyi görürsünüz orada, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na gelen öneri ve talepler. O listede de 410. sırada. Talebin geliş tarihi 5.01.2012. Gönderenin adı – DTK. Statüsü: Platform. Konusu Anayasa raporu. Miktarı: 6 sayfa.

Menderes Yılmaz kimdi, hatırlayın

Yüzlerce Türkiye’nin STK’lerinden, kurumlarından görüş, belge, bilgi toplandı. Devlet, hükümet, yargı geniş bir tolerans alanı tanıdı. Tuzağı kuran Cemaat’ti. Bir devlet yurttaşına şunu diyemez: Şu legaldir yap. Onu yaparken de arkasından dinleyip, onu yaptığı için terörist olarak suçlayamaz. Bir devlet kendi yurttaşına tuzak kuramaz. Kim yaptı bunu, paralel devlet işte. Dinlemenin başladığı zaman DTK’nin ilk toplantısıdır, dinlemenin bittiği zaman 13 Ocak 2014’tür; Cemaat’e yönelik yargı operasyonu.

Bugün İstanbul’da kabul edilen bir iddianame var, KCK Ana Davası’nın, meslektaşınız olduğu için ismen de hatırlayabilirsiniz, biz o dönem arkadaşlarımızın duruşmalarını izliyorduk, Menderes Yılmaz; Mahkeme Başkanı. Kürtçe savunma olsun mu olmasın mı tartışmalarının Türkiye gündemine düştüğü duruşmaların hakimiydi. Bugün o başkan hakkında hazırlanan iddianamede, iddia makamı 3 defa ağırlaştırılmış müebbet istiyor ve şunu söylüyor: İddianamede sanık Menderes Yılmaz’ın konumu ve gerçekleştirdiği eylemler ile anılan örgütün adeta silah olarak kullandığı yargı yapılanmasının örgüt için en mahrem kabul edilen ve kamuoyu için de önem arz edilerek Diyarbakır 6 Ağır Ceza Mahkemesi ve İzmir 7. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na konumlandırıldığı, Fethullah Gülen talimatıyla bizatihi bu makama yerleştirildiği ve bu davaları yönlendirdiği…” İddianame de kabul edilmiş, yargılanacak bu kendine hakim diyen kişi.

Demek istediğim, sizler bugün bu davaları değerlendirirken, bu konuşmaların, eylemlerin geçtiği atmosferin siyasi havasını, beklentisini iyi okumalısınız. Bugünden bakarak değerlendirmek doğru olmaz. Bugün de Türkiye bir gerilimli siyasi atmosfer yaşıyor. Darbe tehdidi atlatmış, FETÖ’yü temizlemeye çalışıyor devlet kendi içinde; bir yandan Afrin operasyonu var, bir yandan Türkiye içinde şiddet eylemleri var. Tutuklu milletvekilleri, belediye başkanları var, OHAL var. Türkiye olağanüstü bir dönemde, ama bu pencereden bakarak siz 2007’yi, 2009’u, 2010’u değerlendiremezsiniz. O dinlemelerin, o izlemelerin ne amaçla yapıldığına bakmanız lazım. Amaç biz devlete karşı suç işledik de onu cezalandırmak değildir. Amaç tam da söylediğim gibi Kürtler ve Türkiye Cumhuriyet Devleti arasında sıcak ilişkiler gelişiyor, yurttaşlık ilişkisi bilinci gelişiyor, aidiyet bağı gelişiyor, barış ihtimali, PKK’nin silah bırakma ihtimali doğuyor, ben bunu nasıl önleyebilirim. Amaç budur. Amaç devlete karşı suç işlemiş olanları tespit etmek değildir.

Başarısız siyasetçiyi ağır ceza mahkemesi değil halk cezalandırır

Bakın devlet o zamanki görüşmelerinde şunu demiştir; “bir PKK’li silah bırakıyorsa, gelsin DTK’de çalışsın, silah kullanmasın, DTK’de görüşlerini söylesin, yeter ki silahını bıraksın.” Bu kadar açık söylemiştir. Senin devletin sana bunu söyleyecek, bırak STK’yı, bırak milletvekilini, belediye başkanını; adam dağdan gelsin DTK’de veya siyasi partide çalışsın, problem değil diyor. Devletin sana tuzak kuramaz. Önce gel, sonra da sen niye bunu yaptın dememeli. Demedi de işin doğrusu, Allah var demedi. Kim dedi? Cemaat dedi.

Yoksa biz, Türkiye Devleti üyeleri ve hükümeti ile o dönemki siyasetçiler olarak son derece güvene dayalı bir ilişki geliştiriyorduk. Karşılıklı çok önyargılar vardı, 100 yılın birikimi vardı, halen de var. Başaramadık. Bak bu günlere geldik, binlerce insanımızı kaybettik. Binlerce. Kürt, Türk binlerce annenin yüreği yandı, yanmaya devam ediyor.

Bunda Selahattin Demirtaş’ın payı varsa, Cemaat’in hiç mi payı yok? Hükümetin hatalı politikalarının hiç mi payı yok? Tamam, hatalı siyasetimiz var da, fakat suçumuz yok. Yani Ceza Kanunu’na karşı bir suçumuz yok. Eksik siyasetimiz olabilir. Eleştirilecek siyasetimiz olabilir. Başarısız siyasetimiz olabilir. Başarsaydık bu konumda olmazdı Türkiye. Bütün siyasetçiler olarak.

Ama bu, yargının konusu değil. Bu, halk tarafından denetlenir. Başarısız siyasetçiyi ağır ceza mahkemesi değil halk cezalandırır. Ağır ceza mahkemesi yargılamaz. Siyasetteki başarısızlığın hesabı orada sorulur. Benim, arkadaşlarımızın sorgu aşamasında savcıya verdiğimiz ifade budur, yargıyı tanımıyoruz değildir. Bizim siyasi faaliyetlerimizi ancak halk yargılar dedik, suç konusu olamaz. Bu yüzden ifade vermiyoruz dedik. Hepsi siyasi faaliyetlerimiz çünkü. Varsa sizin de mahkeme başkanı olarak eleştiriniz, mutlaka vardır ya da olur olmaz, bu tepkinizi nerede göstereceksiniz? Sandıkta. Bu ülkenin yurttaşısınız aynı zamanda. Ama ağır ceza heyeti olarak beni bundan dolayı sorumlu tutamazsınız. Savcılık beni bundan dolayı sorumlu tutamaz. Hiçbir arkadaşımızı sorumlu tutamaz.

DTK, demokratik özerklik önerisini Anayasa Uzlaşma Komisyonuna sunmuştur

DTK çalışmaları sadece parlamentoya bunları sunmaktan ibaret değil. Burada Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu metni de göreceksiniz, ben burada okumak istemiyorum, 6 sayfalık metin sunmuş ya, orada da demokratik özerklik var. Yani Cemil Çiçek’in davetiyle parlamentoya gelen DTK; ekonomik sorun, kültürel sorun, vatandaşlık, dil, eğitim, sağlık, yönetim modeli… Hepsiyle ilgili öneri sunmuş. Yönetim modelleri önerilerinde demokratik özerklik de var.

Yani öyle gizli saklı bir faaliyet olarak bunu savunmamış. DTK dediğim gibi sağlık konusunda çalıştaylar yapıyor. Nedir bundan amaç? Toplumdaki sağlık sorunları dediğimiz şey sadece hastanenin, doktorun çözebileceği bir şey değil. Sağlıkçılar, sağlık memurları, doktorlar, sağlıkla ilgilenen kesimler, hatta yurttaşlar bir araya gelip halk sağlığı dediğimiz şeyi, yani önleyici hekimliği – yanılmıyorsam öyle tarif ediliyor – tartışıyor. Mesela bunun geliştirilmesi devletin görevi midir? Evet, devlet sosyal devlet ilkesi gereği yapmalıdır, ama yapmıyorsa ne yapacaksınız?

DTK mesela sağlık çalıştayları yapmıştır. Önleyici hekimlik nasıl daha yaygınlaştırılabilir, ücretsiz sağlık hizmeti nasıl yaygınlaştırılabilir, toplumda sağlık hizmetlerinin tabana kadar, en yoksula kadar ulaştırılması nasıl sağlanabilir? Bunu yaparken, devlete alternatif olarak “Biz devleti tanımıyoruz” babında yapmamıştır. “Devlete ek olarak biz ne yapabiliriz?” Çünkü toplum ancak bu şekilde, kendi sorunlarıyla uğraşarak, onları çözerek özgüven kazanır. Çözdükçe seçtiği kişi ve kurumları daha rahat denetler. Çözdükçe, seçimle işbaşına getirdiklerinden daha rahat hesap sorar. Çalıştaylar da bu yüzden yapılıyordu. Mevsimlik işçi çalıştayı yapılmış. Hukuk çalıştayı yapılmış. Anayasa çalıştayı yapılmış. Demokratik özerklik çalıştayı yapılmış.

DTK Çalıştayı katılımcıları listesi çok renklidir

Bakın, basında yer aldığı şekliyle “Demokratik özerklik çalıştayı”. Basına, kamuoyuna açık. Açılış konuşmasını DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk yapmış. Katılımcıların bir kısmını okuyayım. Çok uzun, liste çok uzun, size sunacağım. Zamanınız olursa daha sonra detayıyla da inceleyebilirsiniz. Konu başlıkları da; Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne değişim, demokratikleşme, Türkiye’de ulus devletin şekillenişi, kimlikler; Kürt-Türk ilişkileri; demokratik özerklik projesi; katılımcı demokrasi.

Çok sayıda başlık var. Kamuoyuna açık, basına açık çalıştay. Katılımcılar; Prof. Doğu Ergil, Ankara Üniversitesi’nden. Ahmet İnsel, Galatasaray Üniversitesi’nden. Zeynep Gambetti, Boğaziçi Üniversitesi’nden. Akın Özçer, araştırmacı yazar, emekli büyükelçi. Cemil Ertem, İstanbul Üniversitesi, Kendisi şu anda Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanıdır. Cevat Öneş, gazeteci yazar, eski MİT müsteşar yardımcısıdır. Çok sayıda profesör. Dr. Yasin Aktay, Selçuk Üniversitesi, şu anda AKP milletvekili, AKP’nin parti sözcüsüydü. Binnaz Toprak, CHP milletvekilliği yaptı. Kadri Gürsel. Sırrı Süreyya Önder, gazeteciydi, daha sonra partimizden milletvekili oldu. Onlarca isim, tek tek saymayayım. Katılımcıların renkliliğini anlatmaya çalışıyorum.

Neyi tartışmışlar burada? Ben de katılımcıyım orada. Partim adına katılmışım toplantıya. Neyi tartışmışız? Demokratik özerklik nedir, ne olmalıdır? Nasıl hayata geçer, nasıl savunmalıyız? Eksiği ne, fazlası ne, yanlışı ne? Buna benzer çok sayıda çalıştay. Mesela bu çalıştayın hazırlık toplantısı dinlenmiş. İddianamemde var mı, emin değilim, fakat başka arkadaşların davalarında var. Hazırlık toplantısı yapılacak; kimleri çağıracağız, kimleri ağırlayacağız, yemeği nerede vereceğiz, misafirimiz olursa otelde kim misafir edebilir, masrafları nasıl karşılayacağız… Bir hazırlık toplantısı dinlenmiş. Bu hazırlık toplantısında yapılan konuşmalar bir örgütsel faaliyet olarak kodlanmış ve oraya [dosyaya] konulmuş. İşte “KCK’nin il sorumlusu şuna şu talimatı verdi. Öbürü şuna şu talimatı verdi. Şu şunu aradı, DTK’ye davet etti. Öbürü Selahattin Demirtaş’ı aradı, şuraya iki milletvekili gönder dedi.” Bunların hazırlık toplantısı mesela.

Ya da DTK miting yapmış. Mesela Diyarbakır’daki Newroz mitinglerini hep DTK yapmıştır. Resmi üstlenici DTK’dir. Yedi kişilik tertip komitesi hazırlamıştır, Diyarbakır Valiliği’ne başvurmuştur, izinli bütün faaliyetler, devasa pankartlarla televizyonda – belki de denk gelmişsinizdir – ya da basında. DTK, 2007’den bugünlere kadar Diyarbakır’da Newrozları yapmıştır. Hepsini DTK yapmıştır. Bunların da hazırlık toplantıları yapılmıştır. Bu hazırlık toplantıları örgütsel faaliyet olarak, terör faaliyeti olarak kodlanmış, dinleme yapılarak dosyalara iliştirilmiştir. Ve Menderes Yılmaz’ın başkanlığında toplanan mahkemeye yüzlerce arkadaşımız yıllarca bunları anlatmaya çalıştılar. Beş yıl sürdü. Beş yıl tutuklu kaldılar, işte beş yılla sınırlandırıldı, yasa çıktı da öyle tahliye oldu arkadaşlarımız. Belediye başkanlarımız, milletvekillerimiz.

Türkiye’nin barışını sağlayacaktık, en çok korktukları şey buydu

İddianameye Ali Oruç, KCK Ana Davası’nda sanık, bir şey konulmuş, örnek olsun diye söylüyorum. Sabri Ok Ali Oruç’u aramış, demişler ki, Gültan Kışanak ile Selahattin Demirtaş Elazığ’da bir aileyi ziyaret edecekler, aileye bir şeyler diyecekler. İddianameye göre örgüt bizi görevlendirmiş. Bunu da dinlemeyle bulmuşlar. Bakın bu iddianameye konulmuş, ama şuna bakmamışlar: Selahattin Demirtaş ile Gültan Kışanak, bahsedilen aileyi ziyaret etmiş mi? Aileye sormuşlar mı? Yok. Ali Oruç ne olmuş peki? Şu anda bizim iddianamemizde yok. Beraat. Beraat etmiş Ali Oruç. Böyle bir faaliyetin olmadığı…

FETÖ operasyonlarından sonra devam eden yargılamalarda yeni mahkeme heyetleri oluşturuldu. Birçok şey ortaya çıktı. Fakat hiç değilse Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı bu iddianameyi hazırlarken Selahattin Demirtaş’la ilgili ciddi bir ithamda bulunuyorsun ya, diyorsun ki, “Bir örgüt yöneticisi bunu görevlendirdi. Koskoca iki Eş Genel Başkana dedi ki ‘Gideceksiniz Elazığ’da şunu yapacaksınız.’” Bir araştır bari, yapmış mıyız onu en azından? O aileyi bir çağır, ifadesini al. “Geldiler mi yanınıza?” Geldiler mi gelmediler mi? Bir şey söylesinler. Araştırmayı bir derinleştir. Ali Oruç ne oldu, bize bunu aktaran kişi iddiasıyla yargılanan, o ne oldu? Onu da oraya yaz. Beraat etmiş. Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak, böyle bir konuşmayı, iddiayı fezlekede duymuş. Hayatımız boyunca böyle bir şeyden bilgimiz olmamış. Ama biz, bundan dolayı örgüt yöneticiliği, üyeliği… Sırf dosyayı güçlendirmek açısından dosyaya delil olarak konulmuş.

Demek istediğim, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı bu çalışmayı yaparken FETÖ’yü ayıklamalıydı. Art niyetliydiler. Niye bizde iyi niyetli olsun ki? Herkeste art niyetli de bizde iyi niyetli olsun ki?

En çok bizimle uğraştılar. Çünkü biz yapacağımız siyasi çalışmalarla Türkiye’nin barışını sağlayacaktık. En çok korktukları şey buydu. Barış içerisindeki bir Türkiye’yi kim durdurabilirdi. Cemaati de silip süpürüp atardı o Türkiye. Hiçbir yere sığamazdı. 15 Temmuz gibi bir şey de olmazdı. Türkiye zayıf düşmeseydi böyle bir şey de yaşanmazdı. Darbe mekaniği dediğimiz şey buydu.

Hep boşluk bırakarak, sürekli Türkiye tehdit altında, biz tehdit unsuruyuz. Şunlar tehdit unsuru. Cemaat de devleti koruyor. Kendilerini hep böyle gösterdiler. Biz olmasak devlet batar. Bak biz ne güzel faaliyetler yürütüyoruz. Yaptıkları çalışmaların neredeyse tamamı temel hedef olarak buydu. Yine altını çizerek belirtiyorum. Biz çok mükemmeldik, onlar da çok kötüydü demiyoruz. Eksiklerimiz, yanlışlarımız vardı, ama suçumuz günahımız yoktu. TCK anlamında suçumuz yoktu.

Paralelin kendisi bize paralel devlet yaftası yapıştırmış

Demokratik özerklik ve demokratik özerklikte ekonomi, Van’da yapılmış bir sempozyumdu. Sempozyumun katılımcıları, programı dosyanızda olacak. Demokratik Toplum Kongresi yapmış. Bakın burada DTK logosuyla, ismiyle bu broşürler dağıtılmış. Billboardlar asılmış kente. Günlerce haftalarca duyurular, basın gelmiş. Bunlar gizli saklı örgütsel faaliyetler değildi. Çok meşru, son derece legal çalışmalardır. Nasıl buna terör örgütü faaliyeti denilebilir?

Dosyaya bir tane DTK’nin şiddet eylemi, bir tane terör eylemi denilen şeyi koysalar ben de bunu göstermesem. Yok böyle bir şey. Bir miting olmuş, yürüyüş olmuş, yürüyüş dağılırken gençlerle güvenlik güçleri arasında çatışma olmuş. Bu birçok parti mitinginde olur. Bu DTK’nin bir şiddet faaliyeti değildir ki. Orada bir şiddet faaliyeti gerçekleşmişse onu yapan kişiler suç işlemişse yargı gereğini yapmıştır. Böyle bir iddia da yoktur dosyamızda.

Ne vardır? Toplanmışlar, demokratik özerkliği savunmuşlar, toplanmışlar devleti bölmeye çalışmışlar, aykırı fikirler, alternatif, paralel devlet oluşturmuşlar. Paralelin kendisi bize paralel devlet yaftası yapıştırmış, bununla arkadaşlarımızı tutuklamış yıllarca. Göreceksiniz, 1-2-3-4 no’lu fezlekelerin tamamı bu. Konuşmalarım, ortam dinlemeleri tamamı çarpıtmadır. Ses kayıtlarını isteyin karşılaştırın. Bakın içeriği ile ilgili de tamamını okumadım şimdi, aklımda da değil. Kendimi biliyorum, arkasında duramayacağım tek bir konuşmam, tek bir faaliyetim yoktur. Buna güvenerek söylüyorum. Kriminal laboratuvarda ses incelememi yapın, bana ait konuşmaların sağlıklı çözümü, dökümü yapılmışsa bir sonraki celsede size bunları da izah edeyim. Ama önce bunu bir netleştirin. Burada bir hile hurda, bir kumpas var mı bunu görmemiz lazım.

15 aydır kovuşturma ve soruşturma aşamalarında bunlar yapılmadı. Şu anki yargı bu delilleri toplamış olsaydı mesele yok derdik. Ama o dönemin yargısı şaibelidir. Bunların ben söylemeden gözden geçirilmesi lazımdı. Benim savunma hakkımın, adil yargılanma hakkımın sizler tarafından korunması lazımdı.

DTK hakkındaki bazı görüşler

Yasin Aktay’ın bir demecini okumak istiyorum. Dün bir demecini okumuştum; bizi kendisi tutuklatmış, öyle demiş. “Biz tutuklamasak infial olacaktı, tutuklattık iyi oldu” falan. Aynı Yasin Aktay’ın 2010 yılında basına yansıyan demeci: “DTK’nin Diyarbakır’da hafta sonu gerçekleştirdiği demokratik özerklik çalıştayı, devletin Kürt sorunu konusunda militarizmden bir nebze temizleyerek siyasete açmış olduğu alanın bir bakıma işlemeye başladığını gösteriyor. Kürt sorunu ile bir şekilde ilgili, genelde olumlu ama Kürt siyasetinin silahlı vesayetine karşı eleştirel tutumlarıyla da bilinen birçok gazeteci, yazar ve akademisyenin davet edildiği toplantıda DTK’nin demokratik özerklikten ne anladığı dinlendi ve bütün boyutlarıyla tartışılarak gerektiğinde en ağır şekillerde de eleştirildi. Bu eleştirileri DTK ve DBP temsilcileri sonuna kadar dinledi. Ve kendilerine göre cevaplar da verdiler. Ama bu yolla tam da siyasi alanda olması gereken şey oldu. Kanaatimce önemi bir diyalog ve tartışma gerçekleşmiş oldu.” Yasin Aktay’ın kendi görüşleri.

16.11.2013, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır ziyaretinde görüştüğü kesimler. Basından okuyorum: Başbakan RTE ve eşi Emine Erdoğan ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda bakan öğlen saatlerinde Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’i ziyaret etti. Başbakan Erdoğan’ı Belediye girişinde Baydemir’in yanı sıra DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk ve Bağımsız Milletvekili Leyla Zana, BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan ve BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık karşıladı. Bu görüşmede bir konuşma yapan DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk, bu diyalogun müzakereye dönüşmesi, Kürtleri bir halk olarak gören bir anlayışla artık meseleye yaklaşılması gerektiğini ifade etti.

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi binasında Başbakan, DTK Eşbaşkanı sıfatıyla Ahmet Türk ile görüşme yaptı. Basına yansıyan kısmı bu.

Galip Ensarioğlu, 20.12.2010, NTV canlı yayını: “Kader birliği yapmış iki ulus. Bölünmenin ne Kürtlere ne de Türklere hiçbir faydası olmaz. Bunu Kürtler de çok iyi biliyor DTK’nin bu toplantısı kimine göre olumludur, kimine göre de olumsuzdur. Türkiye’de özgür tartışmadan korkmamak lazım. Kapalı kapılar ardında olup bitenlerden korkmalıyız. Siyaset üretenler, siyasiler veya Türkiye’deki düşünce insanları her şeyi konuşabilmeli.” Kendisi de katılımcı. NTV canlı yayınındaki görüşleri bu.

6.07.2011, Bülent Arınç: “Demokratik Toplum Kongresi diye bir şeyi iki günde bir topluyorlar. Çay içip dağılıyorlar.” O çalışmayı beğenmiyor, niye çay içip dağılıyorsunuz, daha iyi şeyler yapmıyorsunuz diye.

Selahattin Demirtaş: DTK Kongresi ile ilgili NTV canlı yayını – 20.12.2010, Ne demişim, 8 yıl önce? “DTK adına konuşma yetkisine sahip değilim. Her şeyden önce çalıştayda alınmış bir karar yok. Çalıştayda yapılan tartışmalar ve sunulan taslaklar var. Sadece düşünce ve çözüm önerileri açıklanmasına bu kadar tahammülsüzlüğü anlamakta zorlanıyorum doğrusu. Sanki ortada fiili bir durum var ve sanki insanlar ülkeyi böldü bölecek. Devlet, Meclisi ile ordusu ile teyakkuza geçirilmeye çalışılıyor. Bölünmeyi önleme adına milliyetçi bir paranoya yaratılıyor. Bundan çok büyük bir rahatsızlık duyuyorum.”

Ekonomi sempozyumundaki açılış konuşmaları, ekonomi kongresindeki açılış konuşmaları; bunların hepsinin örneğini göreceksiniz. Bunlar sadece birkaç örnektir. Yüzlerce böyle örnek var. Açık açık çalışma ve faaliyet örnekleri var. Mahkemeniz bu konuda daha kapsamlı bir araştırmaya ihtiyaç duyuyorsa Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne, Valiliğe yazıp talep de edebilir. DTK’nin 2007’den bu yana kentinizde yaptığı faaliyetlerin tam listesi derseniz, yüzlerce liste gelecektir. Billboard’undan afişine, mitingine hepsi gelecektir.

DTK iyi birşeydir, HDP olarak da bir kötülüğünü görmedik

DTK budur aşağı yukarı. İyi bir şeydir yani. Bugüne kadar HDP olarak da bir kötülüğünü görmedik. Kötü bir faaliyetine de tanık olmadık, parti olarak da hep yararlandık. Partimiz doğal üyesidir. Şu anda ben Eş Genel Başkan değilim, yeni Eş Genel Başkanlarımız doğal üyesidir. Çünkü biz DTK’in üyesi bir partiyiz. Başka partiler de STK’ler de var. Çok sayıda iş insanı da üyedir.

Üyelik nasıldır, gönüllüdür. Ben bu toplantıya katılmak istiyorum diyen herkese açıktır. Örneğin Diyarbakır MHP İl Teşkilatı dese ki, ben bu toplantıya katılıp görüş belirtmek istiyorum, hiçbir başvuru formu, aidatı yoktur. Gelirsin, eleştiriye açık bir platformdur.

Evet dediğim gibi; platform olarak sonuçta. Bir kayıt, aidat yok. Bir etkinlik yapılacak, maliyeti nasıl karşılanıyor? Orada mali işleri yürüten bir arkadaşımız var. Sempozyum yapılacak, ihtiyacı nedir; işte üç tane pankart yapılacak; onu sen karşılasan iyi olur. Yemek verilecek konuklara; Selahattin Demirtaş “sen bir öğlen yemeği konuklara verebilir misin?” Akşam üç misafirimiz olacak, bir işverenimiz acaba bu üç kişiyi otelde misafir edebilir mi? Böyle ayarlanıyor. Dediğim gibi, Cumhuriyet Halk Partisi, Ak Parti, gelip Demokratik Toplum Kongresi’ne; biz de görüş belirtmek istiyoruz dediğinde; herkese açıktır. Ben burada oy kullanmak istiyorum, burada eleştirmek istiyorum, buna katılmak istiyorum dediğinde, herkese açıktır. Belli bir yapının, belli bir ideolojinin, belli bir siyasi angajmanın yapısı değil.

Kaldı ki, KCK yapısı olarak tanımlanıyor ki; HDP’nin bile değil, bırakın KCK’yi, HDP’ye bağlı değil. HDP’nin bir yapılanması değil. Biz de onun, gönüllü katkı sunan bir üyesiyiz. Gidip görüşlerimizi belirtiyoruz. Oradaki görüşleri de dinliyoruz. Ve bu önemli bir demokrasi deneyimi sağlıyor bize. Bunun Türkiye’deki topluma faydalı olduğunun anlaşılması açısından ben ifade ediyorum ki; bunların hepsi birbiriyle bağlantılı mekanizmalardır.

Demokratik özerkliğin idari boyutu, toplumsal boyutu, devletle, toplumla, bireyle ilişkileri, bu bizim jargonumuza da yansıyor. Türkiye toplumuna biz bunu çok iyi anlatamıyoruz, ama literatürümüze yansıyor. O yüzden, HDP’li siyasetçiler birbiriyle konuşuyorken iyi anlaşıyor da, dışarıya konuştuğumuzda iç jargonumuz kullanıldığında, anlaşılmaz hale geliyor bazen. O yüzden kavramların altını iyi doldurmalıyız. Bu sorun bizdedir. Bunu iyi yapmalıyız ki, Türkiye toplumu iyi anlasın, mesele başka yerlere çekilmesin.

Dediğim gibi, Demokratik Toplum Kongresi şu anda, şu dakikada Diyarbakır’da bir binada, tabelası asılı duruyor, sekreteri var, telefon açsanız; “Alo, Demokratik Toplum Kongresi” diyecektir. Meşru, legal faaliyetlerini yürütüyor. Şu dakikada, hiçbir sıkıntı da yok. Yargı niye bu işle bu kadar uğraşıyor, anlamış değiliz. Cemaat uğraştı, tamam da, şimdi neden bu iş büyütülüyor, illa terör örgütü denip kriminalize edilmeye çalışılıyor. Zaten faaliyetleri önemli ölçüde sınırlandı, engellendi. Zaten Cemaat başarılı oldu. Faaliyet minimuma indi de, hiç değilse umut bitmesin, orada kalsın. O yüzden arkadaşlarımız, orayı açık tutuyor, diri tutuyor ve bir gün mutlaka bizler yeniden…

Mahkeme Başkanı; Şu andaki başkanı kim?

Leyla Güven, Berdan Öztürk, ikisi Eşbaşkan… Yöneticileri, sekreteri, şu anda faaliyet yürütüyor.

Bakın bizler, doğrudan o dönemler çözüm süreçlerinin içinde değildik. Devletin, hükümetin doğrudan, dolaylı PKK ile görüşmeleri oluyordu. Oslo’da veya başka nasıl yapıyorlardı, bilmiyorum, hakim de değilim. İşin doğrusu partinin eşbaşkanı da değildim o zaman. Grup Başkanvekiliydim ve daha çok meclis faaliyetleriyle ilgileniyordum. Fakat bir çözüm süreci vardı ve bizler bunun sosyo-psikolojik altyapısını da hazırlamaya çalışıyorduk. Bu da bizim görevimiz… Yani her parti kendi tabanını, buna hazırlamalı, adapte etmeli, inandırmalı, barışın olabileceğine inandırmalı. Çünkü çözüm süreçlerinde toplum desteği olmazsa…

Mahkeme Başkanı; Size böyle bir hazırlık yapma şeyini, kim söylüyor yani?

İşte tam oraya geliyorum. Böyle bir hazırlık olmazsa, bu tür çalışmalar sekteye uğrar. Cemaat bunları engelledi, müdahale etti, nereye kadar; 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan ifadeye çağrıldığı sürece kadar. O zamana kadar, yargıdan doğru bir müdahale yoktu. Bizler, hükümetle, Bakanlarla yaptığımız görüşmelerde, herkes kendi partisinin tabanını ikna etmeli, medya üzerinden, toplantılar üzerinden buna hazırlamalı, barış ancak bu şekilde sağlanabilir yönünde, parlamentoda da konuşmalar yapılıyordu, kürsüden, kulislerde, biz Bakanları ziyaretlerimizde yapıyorduk. Bazen Bakanlar bizleri, bulunduğumuz makamlarda ziyaret ediyorlardı. Bu diyaloglar hep konuştuğumuz şeylerdi.

Biz çözüm sürecinin içinde değildik, ama parti olarak destekliyorduk. Desteğimiz de şuydu; toplumsal tabanı sürekli olarak buna hazırlamak, barış olabileceğine, silahların bırakılabileceğine inandırmak, Türkiye’nin demokratikleşebileceğine inandırmak… Parlamentoda da, yasal çalışmalarda da destek sunduk. Hükümetle bu konuda ortaklaştık. Sonra İmralı çözüm süreci başladığında, biz doğrudan içindeydik. Ben de Eş Genel Başkan’dım. Sayın Kışanak da Eş Genel Başkan’dı.

Bizler parti çalışmaları olarak da hükümetle hem parlamento ayağında, hem yürütme ayağında bu çalışmaları yürütüyorduk. Kamuoyunu zaman zaman bilgilendiriyorduk, parlamentoyu bilgilendiriyorduk. Ama Cemaat’in müdahalesi yine vardı. O nedenle şöyle bir yasa çıkarma ihtiyacı duyuldu.

Geriye doğru yürüttüğümüz bütün bu faaliyetler, bir daha yargı konusu olmasın… Çünkü biz açık ve kapalı toplantılarda, kendi tabanımızın anlayabileceği dil, jargonla, onların ikna olabileceği üslupla, konuşmalar yapıyoruz. AKP’liler kendi tabanına kapalı, açık toplantılarda, anlatmaya çalışıyor, ikna etmeye çalışıyor. Herkesin farklı bir jargonu var. Siz mesela, bizim tabanımızı ikna edecek bir konuşmayı, konu olarak da başarsanız, üslup olarak başaramayabilirsiniz. Tabanımızla siyasi ilişkileriniz yoktur. Siz derken, bizim partili olmayan birini kast ediyorum, şahsınızı değil. Bunu kim yapabilir, ancak o partinin yöneticileri, partili olanlar, Eşbaşkanı, milletvekilleri, ilçe eşbaşkanları, belediye eşbaşkanları vs. Bizim yaptığımız bu tür ikna toplantıları, ki Akil İnsanlar da bunu açık ve kapalı toplantılarda yürütüyorlardı, biz de yapıyorduk. Bunların da bir kısmını, tamamıyla terör faaliyeti olarak tanımladılar. Küçük bir kısmı benim iddianameme girdi, ancak birçok arkadaşımın böyle faaliyeti, terör faaliyeti olarak tanımlandı.

Çözüm süreci kapsamında yapılan bütün faaliyetler yargı bağışıklığına kavuştu

Bir yasa çıkardık Meclis’te. Yasanın ismi şu; “Terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesine dair kanun”… Kanun no: 6551, tarih 10/07/2014. Bu yasa çıkarılırken, özellikle Hakan Fidan meselesinden sonra, yargının içerisindeki bu tehlike arz eden durumun, çözüm sürecini sabote edebileceği, yapılan çalışmaları sabote edebileceği, bu çalışmaların içerisinde bulunanları, yargısal tehdit altında bulundurabileceği gerekçesiyle, uzun bir gerekçe de var, burada okuyup zamanınızı almak istemiyorum.

Fakat yasanın ilk hali şuydu. MİT Müsteşarı’nı daha çok, onu tarifleyen bir yasaydı, fakat yapılan görüşmelerden şu açığa çıktı. Biz de eleştirdik, dedik ki bu çalışmaların içerisinde olan bir tek MİT Müsteşarı mı, biz de bu çalışmanın içerisindeyiz. Akil İnsanlar da… Yeri geldiğinde yargı mensupları, bu çalışmanın içerisinde, çözüm sürecine destek, toplumsal barışa destek. Herkes kendi cephesinden bir şeyler yapmaya çalışıyor. Yani bir tek MİT Müsteşarı mı bu tür tehdit altında kalıyor? Bu kabul gördü ve yasanın ilgili maddesi değiştirildi, hepimizi kapsayacak hale getirildi. Bizim bu çerçevede yaptığımız, bu kapsamda yaptığımız bütün faaliyetler, yargı bağışıklığına kavuştu.

Yasanın 2. Maddesi’nin (b) fıkrası şöyle der aynen; “Gerekli görülmesi hâlinde, yurt içindeki ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, buradan kast edilen yasa dışı, yasa içi, bütün kurum ve kuruluşlarla temas, ayrım yapmıyor, diyalog, görüşme ve benzeri çalışmalar yapılmasına karar verir ve bu çalışmaları gerçekleştirecek kişi, kurum veya kuruluşları görevlendirir.’’

Kim yürütüyor bu kanunu, Bakanlar Kurulu bu kanunu yürütür. Yani çözüm süreci kapsamında görüşmelere katılan, kanunda belirtilen amaca uygun çalışmalara katılan, çözüm sürecinin başarıya ulaşması için; Akil İnsanı, sivil toplum örgütü, kim varsa, bu kapsamda yürüttüğü faaliyetler, suç kapsamında değildir diye, kanunun ikinci maddesinin birinci fıkrasının (a), (b) ve (c) kapsamındaki görevleri yerine getiren kişiler, bu görevleri nedeniyle hukuki, idari veya cezai sorumluluğu doğmaz.

Kandil’de ikna toplantılarına gittik, hükümetin bilgisi ve onayıyla

Kanun böyle bitiyor. Yürürlükle birlikte 6 maddelik bir kanundur. Oradaki bazı toplantılar bu kapsamdadır. Toplumu ikna… Özellikle, şiddet olmadan, silah olmadan bu sorun çözülemez inancına sahip toplumsal kesimleri ikna. Gidip orada ne diyeceksiniz? Ben bunu Kandil’de de yaptım. Basına da açıkladım. Kandil’e de ikna toplantılarına gittik. Hükümetin bilgisi ve onayıyla. Başka türlü nasıl silah bıraktırılacak. Bu bizim görevimizdi. Hükümetle yaptığımız görüşmelerde bu bizim görevimizdi.

Hükümet de işte Türkiye toplumunun genelinde bu inancın hakim kılınması konusunda sosyo psikolojik çalışmalar yapıyordu. Kullandığı dile bir bakın. Geçmişe doğru incelensin. Kandil’de fotoğraf çektik, İmralı’da fotoğraf çektik. Bunlar hatıra fotoğrafı değildi. Bu çerçevede yapılmış barış görüşmeleri ciddidir ve sonuç almak üzeredir. Bu işin şakası yoktur. Biz yan yana geliyoruz, tartışıyoruz ve Türkiye toplumu inansın ki, bu insanlar silahı bırakacaklar, bunun da fotoğrafını çekip kamuoyuna verelim.

İmralı’da çektiğimiz fotoğrafı, cezaevine fotoğraf makinesi sokarak biz mi çektik? Cezaevi Müdürü çekti, kendi fotoğraf makinesiyle. Peki kim bize verdi. Adalet Bakanı, üzerinde TC Adalet Bakanlığı yazan resmi flaş diskle bize verdi. Kandil fotoğrafı, evet orada çekildi de kimin onayıyla yayınlandı, hükümetin.

Biz böyle fotoğraflar çektik, hükümet de bu tür çalışmalar yapıyordu, biz de. Hepsi bu yasa kapsamındadır.

Şimdi çözüm süreci başarısız oldu, sen misin bu fotoğrafı çeken? Koy iddianameye. İki tane fezleke var sadece fotoğraftan. Bir tane de sizde, 3 tane fezleke. Bir tane de dosya var. Durmuyor savcılar. Dolayısıyla iddianame hazırlanırken bu yasa var mı, yok mu, hangisi bu yasa kapsamında, hangi konuşma, hangi faaliyet bakılmamış.  Biz bu yasayı çıkarırken, bu günleri düşünerek çıkardık. Bir gün çözüm süreci biter. O zaman Cemaat’ten korkuluyordu işin doğrusu. Korku oydu; Cemaat yargısı. Hakan Fidan’ı almaları üzerine.

Peki biz bu yasayı niye çıkardık? Bana bununla ilgili soru soracaksınız. Şurada şu konuşmayı yaptın vs. Bu yasa tümüyle idari adli cezai bağışıklık sağlıyor bana. Sadece bana değil, bu çalışmayı yapan herkese sağlıyor. Bu yasanın da dolayısıyla kesinlikle gözetilmesi lazım. Yeri geldiğinde hala hangi fezlekelerin bu yasa kapsamına girdiğini de heyetinize hatırlatacağım.

Daha önce de dedim, sistematik olarak demokratik özerkliği savunmuşuz. Bu bir terör faaliyetine, bu bir terör örgütü üyeliğine, yöneticiliğine delalet olarak dosyaya konulmuş, ama o kadar istikrarlı bir şekilde her seçim programında, her parti programında bir siyasi düşünce olarak aleni bir şekilde savunmuşuz ki, bütün parti belgelerimizde bulunuyor.

Seçim programlarında demokratik özerkliği savundum, kimse ülkeyi bölüyor demedi

Birkaç örnek vereyim; aleni konuşmalarda da bunu yapmışım. Cumhurbaşkanı adayıyken, Cumhurbaşkanı seçilirsem Türkiye’de demokratik özerk yönetimlerin olmasını sağlayacağım demişim. Çok sayıda konuşmam var, Cumhurbaşkanı adayı olarak. Bana oy verin, Türkiye’ye demokratik özerkliği getireceğim demişim. Türkiye’nin yüzde 10’u da oy vermiş. Neredeyse yüzde 50’si de sempati duymuş. Bu ülkeyi bölmeye çalışıyor falan dememiş. Demez de. İyi anlatınca kimse demiyor.

Katıldığım canlı yayın programlarında Cumhurbaşkanı adayı olarak tümüyle bu görüşleri evelemeden gevelemeden aynı burada savunduğum gibi savunmuşum. İzmir mitinginde de söylemişim, Antalya mitinginde de. Antalya’ya demokratik özerklik getireceğiz demişim, İzmir’de demokratik özerklik inşa edeceğiz demişim. İzmir’de demokratik özerk yönetim nedir demişim, İzmirlilere anlatmışım Gündoğdu Meydanı’nda. İstanbul’da İstanbullulara anlatmışım.

Deniyor ya, Türkiye’nin bir bölgesini Türkiye’den ayırmaya yönelik söylemler diye. Hayır. Türkiye’nin tamamında her yerde aynı modeli hem ben hem bütün partili arkadaşlarım savunmuşuz. 2011 seçimlerine bağımsız adaylar olarak girdik. Seçim beyannamemizde 10. sayfada başlık şudur: Demokratik özerk yönetimler kurulacak. Seçmenimize vaadimiz budur, içeriğinin de ne olduğunu burada yazılı, aynen anlattığım şekilde.

HDP’nin Programı, yasal programımız, burada da demokratik özerkliğin bir parti programı olarak seçmenlerimize vaatlerimiz arasında olduğunu net bir şekilde tespit edebilirsiniz. Çünkü bunlar bizim siyasi faaliyetlerimiz ve siyasi görüşlerimizdir. Burada yargılanan bir terör faaliyeti, şiddet faaliyeti falan değildir. Başlığı şudur: HDP’nin, şu anda üyesi olduğum partinin Programı’ndan okuyorum:

Yerinde ve yerel yönetim, demokratik özerklik. HDP Programı’nı web sitemizden de bulabilirsiniz, basılı halde de bütün teşkilatlarımızda var. Gidip alan herkes bunu görebilir. 2007’den beri görev yaptığım bütün partilerin programlarında güncellenerek olsa da demokratik özerklik başlık olarak detaylarıyla vardır ve seçmenlerimize vaadimizdir.

1 Kasım, 7 Haziran seçim bildirgemiz, yani seçmenlere bize oy verirseniz şunu yapacağız dediğimiz seçim bildirgemizde demokratik özerklik açıkça vardır ve parti yüzde 13 destek almıştır. İnsanlar, evet HDP iktidara gelirse ve bu savunduğu politikalar hayata geçerse Türkiye için iyi olur demiştir.

Şiddetle olmaz dedik, biz demokratik siyasetle yapalım dedik

Deniyor ya; “bunları kimse dinlemiyor.” Hayır, biz bunları savunduk diye kimse bize karşı çıkmadı. Giderek oyumuz arttı. Doğru anlattık, bizim açıkça olmaz dediğimiz tek şey şiddetti. Şiddetle olmaz dedik. Biz demokratik siyasetle yapalım dedik. Savunduğumuz şey buydu. İnsanlar buna inandılar. Türkiye için en önemli modelin bu olabileceğine ikna oldular.

Şimdi başkanlık modeli Türkiye’yi kurtarır falan diyorlar ya, benim elimde, partimin elinde iktidar partisinin imkanlarının milyonda biri olsun, yüzde 75 oy alırız biz. Biz bu imkansızlıklar içinde bu halk desteğini sağlayabiliyoruz. Her gün yargıyla, baskıyla muhatap oluyoruz. Buna rağmen halk bu fikirleri benimsiyor. Önemli görüyor, hiç değilse tartışılmasını önemli görüyor. Oy vermeyenler de anlamaya çalışıyor. Bu da bizim için çok önemli. Bize oy vermeyenler yurttaşımız, kardeşimiz değil mi? Onlar da bizi dinliyor. Çok çok önemli. Hiç oy vermeyebilir. Hayatı boyunca oy vermeyebilir. Ama bizi anlamaya çalışması, tam da bizim yapmak istediğimiz, toplumsal uzlaşma birbirini anlama faaliyetidir.

Bu konuda eğer bir başarımız varsa, bu yüzde 50 oy almaktan daha kıymetlidir. Yüzde 50 oy alırsınız, işte alıyorlar, Türkiye’yi ikiye bölüyorlar. Böyle bir yüzde 50 oy alacağımıza, bu şekilde yüzde 10 alalım daha iyi. Kardeşliğe, barışa, kaynaşmaya hizmet edelim, siyasi düşüncemiz bunun alt yapısını oluştursun, oyumuz da böyle kalsın. Çok önemli değil deriz, bakış açımız budur.

Ama kutuplaşmayla, kamplaştırmayla toplumu dost-düşman, milli yerli-gayrı milli olarak bölüp başkan olsan ne olur. Dün de söyledim: Başkan olmak oya bağlı bir şey değil, rızaya bağlıdır. Yüzde 50 oy alırsınız, ama geri kalan yüzde 50’nin rızası yoktur. Hiç başkan olamazsınız. İsminiz başka bir şey olur. İkna lazım. Toplumun geri kalanının iknası üzerine başkanlık sistemleri inşa edilir.

Bunları uzun uzun okumak istemiyorum, partimin programlarıdır, seçim beyannameleridir. Şimdi hepsini okurum, sizi de ikna ederim.