Siyasal İslam, uzunca bir zamandır ülkemizde siyasetin ve toplumun tartışma gündeminde ki birincil yerini koruyor. Peki nedir siyasal İslam ve uzunca bir zamandır neden tartışma gündemimizdedir? Din, bireyin olduğu kadar toplumunda yaşamını derinden etkileyen, hatta onu biçimlendiren bir fenomendir.. Aslında dinin kendisi epistemolojik (objektif felsefe veya Bilgi felsefesi) bir olgudur. Her dinin kendine özgü alternatif bir evren, varoluş, ahlak anlayış ve algısı vardır. Dini kural ve kaideler bu algı ve anlayışı içselleştirmeye yöneliktir.

Ne var ki hiç bir din, uzun sure varlığını bu haliyle sürdürmemiştir. Her din; bireyler üzerinden yaygınlaşarak, toplumun çoğunluğuna hakim bir anlayış haline geldiğinde, en başta devlet olmak üzere; var olan toplumsal kurumlarla bütünleşerek, ya da bu kurumlar cılız ve yetersiz ise kendisine özgü kurumlar oluşturarak bizzat kendisi kurumsal bir üst yapı haline gelir. Bu haliyle de din bilgi felsefesi olmaktan çıkar ve bir ideolojiye dönüşür, Bir başka deyişle siyasallaşır.

Bu değerlendirmeden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu gün dünya üzerinde çok yaygın kabul gören Hırıstiyanlık ve Müslümanlık’da da bu böyle olmuştur. Hırıstiyan’lığın ortaya çıktığı dönemlerde ve coğrafyada çok güçlü imparatoluk ve devlet geleneği vardı. Buna  rağmen, dinin iktidar ortağı olması çok fazla bir zaman almadı. Dönemin etkin iktidar ortağı olan; Kilise, Ruhban sınıfı, derebeyler ve Aristokratları ikinci plana iterek en etkin iktidar ortağı haline geldi. Nihayet bu durum, batıda yaşanan Rönesans ve reform sürecini takiben Fransız aydınlanması ile birlikte bu günkü seyrine kavuştu.

İslam’ın siyasallaşmış hali –buna İslam değil İslamiyet demek gerek- olan İslamiyet ise, hemen hemen ilk başlarda bu haliyle var oldu. Çünkü İslam’ın ortaya çıktığı dönem ve coğrafya’da ne güçlü bir imparatorluk yapılanması vardı, ne de köklü bir devlet geleneği . Bu coğrafyada yaşayan Arap toplulukları kabileler halinde yaşamakta idi. Bunları bir devlet yapılanması içinde derleyip toparlayan İslam’ın kendisi oldu. Bir başka deyişle İslam, devlet olarak doğdu…

Siyasal güç olarak devlet söz konusu olunca, ekonomik güçten bağımsız siyasal güç yani Devlet olamayacağına göre, İslam’ın değil, ama onun siyasallaşmış hali olan İslamiyet’in veya İslami devletin toplumsal ve sınıfsal güçlerle ilişkisine bakmak, bizim Epistemolojik bir olgu olarak din ile, onun siyasallaşmış hali  (ideoloji) arasındaki farkı görmemize yardımcı olur.

Bu konuda BirGün gazetesi yazarı Burhan Sönmez’in gazete de ki köşesinde yazdığı şu örnek yeterince açıklayıcı: Tevbe Süresinde ki “Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara acı bir azâbı haber ver” ayetinin gereğinin yerine getirilmesini savunan Ebu Zer den bahsederken şöyle diyor. “Ebu Zer, unutulmaya yüz tutmuş bir umudun adıydı. Topraksız insanlara bir avuç toprak, ekmeksiz çocuklara bir küçük lokmaydı. İlk kuşak Müslümanlar içinde bir tuhaf adamdı, ama çağlar içinde en az anılan da o oldu. Haksızlığa isyan eder, dinin amacının, adalet sağlamak olduğunu söylerdi. Mal yığmaya karşıydı. Bir insan, kendi ihtiyacından fazlasını elinde tutarsa, başkalarının hakkını gasp etmiş olurdu. Ama haksızlığa isyan etmesi, yöneticilerin canını sıktı. Şam Valisi Muaviye onu şikâyet etti, Halife Osman da sürgüne gönderdi.” Ve sayın Sönmez söz konusu yazısını şu cümlelerle bitiriyor. “Ebu Zer bir savaş sırasında bineği yürümediği için, malzemelerini sırtında taşımış. Bunu duyan Hz. Muhammed, “O yalnız yaşayacak ve yalnız ölecek” demiş. Fakirlerin kaderi mi bu? Yalnız yaşamak ve yalnız ölmek…”

Görüldüğü gibi siyasallaşmış bir din ya da dinselleşmiş bir siyaset ve veya egemenin çıkarına göre yorumlanan, başka bir deyişle bir ideoloji haline gelen bir din ve onun kurucusu, o dinin epistemolojik, otantik değerlerini savunanlara karşı, oldukça acımasız olabiliyor.

Bütün İslam aleminde olduğu gibi bu durum ülkemizde de bu şekilde ola geldi. Osmanlı dönemi boyunca siyasal İslam; bu kavram kullanılmadan iktidarın belirleyicisi oldu. Osmanlı’nın sınıfsal ilişkilerini anlamak bakımından halk arasında bir tekerleme haline gelen şu dörtlük yeterince açıklayıcı sanırım “ Şalvarı şaltağ Osmanlı / Eyeri kaltağ Osmanlı / Eken de yok, biçen de yok / Yiyende ortağ Osmanlı”

İmparatorluk çöküş sürecine girdikten sonra, çöküşü durdurmak için Islahat ve Tanzimat dönemlerinde batıya yöneldi. Batı değerlerine yönelim sonucu Meşrutiyetin ilanı ile Mutlak monarşiye son verilince, dinin devlet üzerindeki denetim ve baskısında da bir gevşeme meydana geldi haliyle. Ama bu da çöküşü bir türlü engelleyemedi. Bu durum da 19.y.y. da batıya ve modernizme direnmenin bir sembolu olarak siyasal İslam yeniden ortaya çıktı. Hem de “Siyasal İslam” ya da ‘pan islamizm’ özgün adıyla.

Kurtuluş savaşından sonra kurulan Cumhuriyet döneminde ise; Devlet Laik bir yapı olarak kurgulanmış, ne var ki, bu uygulama ile sadece dinin devlet üzerindeki denetim ve baskısı biraz, hatta bir dönem için bir hayli azaltılmış, ama tam olarak ortadan kaldırılamamıştır. Bu ortadan kaldıramama halinin birincil nedeni, Cumhuriyet’in dini denetim altına alma gerekçesi ile- ki bu bile laikliğin esasına aykırıdır- diyanet işleri başkanlığı gibi devasa bir kurum oluşturup onu koruması ise, hemen arkasından gelen ikinci neden de,  Cumhuriyet kurulalı beri bütün yönetimlerin ve siyasi partilerin çeşitli kaygılarla (yasal olarak kapatılmış olsalar bile fiiliyatta var olan) cemaat ve tarikatlarla el altından sürdürdükleri dostane ilişkilerdir. Bu nedenle zaman zaman ufak tefek sorunlar yaşansa bile, din ve devlet arasında ki ilişkilerin 1980 li yıllara kadar sorunsuz bir şekilde devam ettiği söylenebilir.

1980’ lere gelindiğinde ; 12 Eylül darbesi ile birlikte gerek ideolojik olarak, gerek politik- pratik olarak dinsel hareketlerin ve her türlü gericiliğin frenleyicisi olan sol ezildi ve ‘ Türk İslam sentezi’ adı altıda bir proje ile dinsel gericiliğin önü alabildiğine açıldı. Bu dönemde siyasal İslamın bu denli hızlı bir şekilde yükselişi sadece öne sürdüğüm bu gerekçe ile izah edilemez tabii..! Bunun, dünya’da yaşanan değişimle, sosyal hakların budanması ve sosyal güvenliğin ortadan kalkması karşısında örgütsüzleştirilmiş bireylere, sığınacak bir liman olarak cemaat ve tarikatların gösterilmesi, örgütlü yapıları bireyin doğasına aykırı bulan, bireyi ve bireyciliği kutsayan postmodernist düşüncenin yaygın kabul görmesi gibi nedenler de var elbet. Keza bu dönemde bir yanda Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezleri ile ideolojik ve sınıfsal çatışmaların sonunun geldiğine dair düşünceleri, bütün dünya entelektüelleri arasında ciddi ciddi tartışılırken, öte yanda Huntington’un soğuk savaş sonrasında dünyanın artık, din ağırlıklı kültür farklılıklarının egemen olduğu değişik uygarlıklar arasındaki bir çatışma ve denge ortamına girdiğine dair ‘medeniyetler çatısması’ tezlerine inanların sayısı da bir hayli fazla idi. Anti parantez şunu da belirtelim; bu görüşle, sol içinde de bir hayli yaygın kabul gören görüşler oldu…

İşte bu fikri iklimle AKP iktidarının önü açıldı..

İşte bu ‘ahval ve şerait’ içinde 15 Temmuz’lara geldik. Bile isteye bir heyula yaratıldı. Bu heyulayı yaratanlar, kendi eserleri darbe ile toplumu terbiye etmeğe çalışıyorlar. Bütün toplumu sindirip nihai amaçları olan şeriat yolunda ilerliyorlar.

Buna dur demenin tek yoluy var!

HAZİRAN’LAŞMAK!!!!!!!