CHP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI VE PARTİ SÖZCÜSÜ  BÖKE:
-BU YAŞADIĞIMIZ BİR İHMAL DEĞİL, BİR KADER HİÇ DEĞİL, BU YAŞADIĞIMIZ SİYASİ TERCİHLERİN BİR SONUCU

Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Doç. Dr. Böke, “Siyaset eğer bin odalı saraylar yerine içinde binlerce çocuğumuzun oturabileceği yurtlar yapsaydı, bugün o güzel çocuklar bizlerle beraber olurlardı. Özel yurtlarda kalan çocuklarımıza ve ailelerine çağrıda bulunuyoruz: Bize ulaşın, devletin yapmadığı denetimi gelin biz beraber yapalım. Siz bize şartlara uymayan koşulları iletin, isminize ihtiyacımız yok sadece bu uygunsuz şartların nerede olduğunu söyleyin biz Cumhuriyet Halk Partisinin bütün milletvekilleri devletin yapmadığı bu denetimi mutlaka bir sivil denetimle gerçekleştireceğiz. Biz Türkiye’nin hiçbir çocuğunun yanarak ölmesine izin vermeyeceğiz.” dedi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Böke’nin, Merkez Yönetim Kurulu toplantısı sonrası yaptığı basın açıklaması şöyle:

Değerli basın mensupları, sevgili vatandaşlarımız, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Her hafta olduğu gibi bu Çarşamba da Cumhuriyet Halk Partisinin MYK’sının Türkiye’nin gündemine dair yaptığı haftalık değerlendirmeyi sizlerle paylaşmak için bir aradayım.

ÇOCUKLARIMIZIN KATLİAMLARLA ÖLMESİNE SUSAMAYIZ

Gönül isterdi ki, hepimizin çok ihtiyaç duyduğu ve açlığını hissettiği bir güler yüzle karşınıza çıkabilseydim. Ancak yine çok büyük bir acının yaşandığı bir günde beraberiz. Dün gece hepimizin yüreği yandı. Dün kaybettiğimiz o ana kuzularına Allah’tan rahmet diliyoruz içimiz yanarak. Hepimiz bu sabah kendi çocuklarımızın gözüne bakarken utandığımız bir sabaha uyandık. Güzel çocuklarımızın annelerine, babalarına, kardeşlerine ve ailelerine sabır diliyoruz yine içimiz yanarak. Anne kuzuları çocuklarımızın katliamlarla kaybedildiği günler yaşıyor olmanın ağırlığını hissediyor kalbimiz bugün. Çocuklarımızın ihmalle değil, göz göre göre öldüğü bir Türkiye’de yaşamanın acısını ve bir yanda da isyanını hissediyoruz hepimiz bugün kalbimizde. Hepimiz çocuklarımız için daha aydınlık bir gelecek hayal ediyoruz. Bunu istiyoruz. Bu güzel çocuklarımızın daha aydınlık günler yaşaması için, kız çocukları eğitim alsın diye onları bütün zorlukları aşarak ve yoklukları aşarak bu yurtlara göndermiş olan sevgili anneler, babalar da bunu istiyorlar. Daha aydınlık bir gelecek ve o geleceği yaşayacakları can güvenliği. Biz siyasetçilere çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Biz siyasetçilere düşen görev, çocuklarımızın bu aydınlık uğruna gittikleri yurtların birer can tuzağına dönüşmesine engel olmak. Biz siyasetçilere düşen en temel görev, aydınlık Türkiye’nin ilk adımlarını kız çocuklarını aydınlığa kavuşturacak adımlarla başlatmak. Biz siyasetçilere düşen en temel görev; çocuklarımızın korunmasını sağlamak, çocuklarımızın akıllarının açık, ruh sağlıklarının yerinde olduğu ve en önemlisi can güvenliklerinin sağlandığı bir eğitim ve öğrenimden geçmesini sağlamak. Bir devletin en temel görevi bu zaten. Yani bugün biz asla özellikle biz siyasetçiler sadece başsağlığı dilemekle yetinemeyiz. Bize “bunu siyasete alet etmeyin” diyorlar. Evet hiçbir acı siyasete alet edilemez, edilmemeli de. Ama siyaset yeni acıların yaşanmasına engel olmakla yükümlüdür. Üstelikte acıların en derin yaşandığı anda başka bir geleceği inşa etmekle yükümlüdür. Siyaset mutlaka Türkiye’nin bütün çocuklarının can güvenliğini sağlamak için çalışmalıdır. Devlet; çocuklarının, bütün Türkiye çocuklarının her koşulda korunmasını sağlayacak adımları atmalıdır. Bu adımlar atılmıyorsa da biz siyasetçilere düşen görev bu adımları attırmaktır.

Konya’dan Ensar’a, şimdi Adana’ya siyasetin sorumluluğunu gözardı eden yaklaşım, yarın yeni katliamların yaşanmasının önüne geçemez. Hiç kimse bizden çocuklarımız denetimsiz, iktidardan torpilli, yasal olmayan yurtlar elinde ölürken susmamızı beklemesin. Biz buna asla susmayız. Çocuklarımızın katliamlarla ölmesine susamayız, nasıl ki cinsel istismara susmadıysak.

BİR MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞIMIZ VAR, ADI VAR AMA KENDİSİ HİÇ YOK
Aladağ’da maalesef bir Türkiye gerçeği yaşandı. Var olan devlet yurdunun birkaç yıl önce devlet tarafından yıkıldığını öğrendik. Yerine yenisini yapmayan devlet, çocuklarına daha iyi bir gelecek arayan anne babaları ve anne babaların pırlanta gibi çocuklarını özel yurtlara mahkum etti. Oysa ortada bir yönetmelik var. Yönetmelik açıkça söylüyor: “Ortaöğrenim çağındaki çocuklar özel yurtlarda kalamazlar. Bu yönde özel yurt açılmamasını sağlamak devletin en temel görevidir.” Bu hükümetin yazdığı yönetmelik. O yönetmeliği uygulamakla mükellef bir hükümet. Kaybettiğimiz canlarımızın Aladağ’da bu yurtta olmaları yasal değildi. Oysa bizim bir Milli Eğitim Bakanlığımız var, adı var ama kendisi hiç yok, eğitimi bir cemaate teslim etmiş, yurtları başka bir cemaate teslim etmiş, açık bir siyasi tercih ortaya koyuyor. “Ben ne eğitimle, ne de bunun milli olmasıyla ilgilenmeyeceğim” diyor. Çocuklarımızı teslim ettiğimiz tüm yurtların belli standartlarda olması gerekiyor. Ahşap olmamaları gerekiyor, halıyla kaplı olmamaları gerekiyor, yangın merdivenleri gerekiyor. Yangın merdivenlerinin kapılarının açık olması gerekiyor. Çünkü her şeyden önce çocuklarımızın yaşamaları gerekiyor. Bu şartların sağlanmasının da denetimle garanti altına alınması gerekiyor. Ama maalesef bu denetim de olmuyor. Bu yaşadığımız bir ihmal değil. Bu yaşadığımız bir kader hiç değil. Maalesef bu yaşadığımız siyasi tercihlerin bir sonucu. Siyaset eğer bin odalı saraylar yerine içinde binlerce çocuğumuzun oturabileceği yurtlar yapsaydı bugün bu acının yükünü üzerimizde taşımıyor olurduk. Bugün o güzel çocuklar bizlerle beraber olurlardı.

BİZE ULAŞIN, DEVLETİN YAPMADIĞI DENETİMİ GELİN BİZ BERABER YAPALIM

Bu yüzden bütün bu acılarla beraber şu soruları sormak ihtiyacı duyuyoruz. Türkiye’de daha kaç çocuğumuz bu risklerin olduğu yurtlara mahkum edilmiş durumda? Bugün Türkiye’de kaç yurda yönetmeliğe uymamasına rağmen siyaseten ruhsat verildi? Türkiye’de kaç yurt yönetmelikle belirlenen standartlara uygun değilken denetlenmeyerek çocuklarımızın içinde yaşamasına imkan veriliyor? Bugün kaç yurtta denetim yapılmıyor ve yapılmıyorsa neden yapılmıyor? 8 yıl önce Konya’da çöken bir yurtta 18 kız çocuğumuzu kaybetmiştik. Bize bu acılar sürekli yaşatılıyor. Eğer o gün, o gün yaşanan katliamın hesabı hukuk önünde sorulmuş olsaydı, eğer o günün sorumluları hukukun bize söylediği gibi cezalarını almış olsalardı bugün biz belki bu acıyı yeniden Aladağ’da yaşamıyor olurduk. İşte bu yüzden biz bugün bu acıları yaşayan ve hukuk arayacak olan tüm acılı ailelerin yanında Cumhuriyet Halk Partisi olarak bütün desteğimizle olacağız.

Buradan da bütün çocuklarımıza, Türkiye’nin gözleri ışıldayan bütün çocuklarına, başka bir gelecek hayal eden bütün gençlerine, o gelecek için varını yoğunu ortaya koyan bütün ailelerine açık bir çağrıda bulunmak istiyoruz: Bize ulaşın, devletin yapmadığı denetimi gelin biz beraber yapalım. Siz bize şartlara uymayan koşulları iletin, isminize ihtiyacımız yok sadece bu uygunsuz şartların nerede olduğunu söyleyin biz Cumhuriyet Halk Partisinin bütün milletvekilleri devletin yapmadığı bu denetimi mutlaka bir sivil denetimle gerçekleştireceğiz. Biz Türkiye’nin hiçbir çocuğunun yanarak ölmesine izin vermeyeceğiz.

SARAY EKK’SINDAN HAMASET ÇIKTI, ÇÖZÜM ÇIKMADI
Değerli arkadaşlar, Türkiye’nin hiç bitmeyen bir gündemi var acılar içinde yoğrulan. Ve bu gündem içerisinde konuşmamız gereken başka şeylerde var. Haftalardır söylüyoruz gittikçe ağırlaşan koşullarda kapısına getirilmiş olduğumuz, eşiğinde durduğumuz bir ekonomik kriz var. Bu eşiğinde olduğumuz krizi çok doğru tarif etmek zorundayız. Bu AKP’nin ekonomik krizidir. Hükümet siyasi riskler sebebiyle ortaya çıkmış olan bu ekonomik riskleri görmezden gelmektedir. Hükümet bizim yaptığımız uyarıları ciddiye aldığını söyleyen ama maalesef hiçbir ciddi adım atmayan bir yaklaşım sergilemektedir. Niyeti varmış gibi gösterip yine hiçbir iş yapmamayı seçmektedir. Daha geçtiğimiz haftaydı bir Saray EKK’sı yapıldı. Saray EKK’sından da yine hamaset çıktı, çözüm çıkmadı. Ortaya çıkan çözüm vatandaşa dolar bozdurun demek oldu. Dolar bozdurmakla mesele çözülür mü? Dolar bozdurun diyen hükümet esasında piyasada nasıl bir sıkışıklık olduğunun da itirafını yapmış oldu. Dolar bozdurun diyen hükümet nasıl bir krizin eşiğinde olduğumuzu kendisi kendi sözleriyle ifade etmiş oldu. Bu durumu çözmek bir yana sadece bu çağrısıyla paniği arttırmış oldu. Oysa hükümete düşen en temel görev var olan sorunları tespit etmek ve bunları çözmektir. Esnaf sıkışmış, KOBİ sıkışmış, büyük sanayici üretemiyor, fırıncılarla konuşuyorsunuz hepimizin sofrasına getirdiği ekmeği üreten fırıncıyla. Her gün tükettiğimiz ekmeği üreten fırıncıyla. Size şunu söylüyor Uşak’ta da, Adana’da da, Antalya’da da. Bugün ürettiğim ekmek için ödemeyi alacağım tarih 8 ay sonra diyor. Fırıncılar, sanayi üretiminden bahsetmiyorum. Sofranıza her gün getirdiğiniz ekmekten bahsediyorum. Sizin sofraya koyduğunuz o ekmeği üretiyor olan fırıncılar bu üretim karşılığında alacakları parayı 8 ay sonra almak üzere ancak mal satabiliyorlar. Bu ekonominin sorunu dolar bozdurmakla çözülmez. Bu iş ciddiyet gerektirir, bu tespiti doğru yapmayı gerektirir.

HÜKÜMET SORUNLARI ÇÖZMEK YERİNE VATANDAŞIN SIRTINA SÜREKLİ EK YÜKLER GETİRİYOR
Bunun ötesinde kimin cebinde dolar olduğunu da bilmeyi gerektirir. Kimde dolar var ki bozdursun? Ayakkabı kutularına dolduranlar, daha bundan birkaç sene önceydi “aman ha hemen onları bozduralım” demişlerdi. Arada bir açık varsa doları kimin bozdurabileceği gerçeği çok açık bir şekilde karşımızda duruyor. Mesele doları bozdurmakla çözülmeyeceği gibi, hükümet var olan sorunları çözmek yerine sorun olmayan yerde de sorun yaratmayı seçmiş gözüküyor. Vatandaşın sırtına sürekli ek yükler getiriyor. Türkiye ekonomisinin zaten daralan bir dönemde büyümesine katkıda bulunan nadir sektörlerden biri olan otomotiv sektörüne ÖTV getiriyor. Sorun olan yerde çözüm üretmiyor, sorun yaşanmayan yerde soruna yol açacak vergilerle uğraşıyor. Getirilen ÖTV zammı hükümetin ambalajladığı gibi sadece lüks araçları kapsamıyor. Orta düzey dediğimiz ve genellikle ücretlilerin, memurların, işçilerin, yani bizlerin hepimizin aldığı araçları da kapsıyor. Öyle ki, bu orta sınıf dediğimiz araçlarda yaklaşık 4 bin liralık bir zam anlamına geliyor. Lüks araçları almaya hazırlananlardaki vergi artışı mutlak olarak daha yüksek olabilir ama alım gücüne baktığınız zaman bu vergi esasında Türkiye’nin memuruna geliyor. Bu vergi esasında Türkiye’nin işçisine geliyor. Bu vergi esasında Türkiye’nin orta sınıfına geliyor. Belli ki, ekonominin E’sinden anlamıyorlar. Aralarında ekonomiyi bilen bir kişi bile yok. Bilselerdi vatandaşın gördüğü bu gerçeği vatandaştan önce onlar görürlerdi.

ÖTV ZAMMININ VERGİ ADALETİYLE YAKINDAN, UZAKTAN ALAKASI YOKTUR
Eğer bir düzenleme yapılacaksa ve söylendiği gibi bir vergi adaleti sağlanacaksa o zaman yapılması gereken şudur; lüks araçlardan vergiyi arttırarak sağlayacağınız vergi adaletini, orta sınıf araçlarda vergiyi düşürerek sağlamalısınız. Lüks araçlardan elde edeceğiniz yeni vergi gelirini bu araçları alamayan orta sınıfları almak zorunda kalan memurunuza vergi indirimi olarak yansıtacaksınız. Gerçek vergi adaleti imkanı olanın vergiyi ödediği, imkanı olmayanın daha düşük vergiyle desteklendiği bir ekonomik düzeni gerektirir. Bugün ortaya vergi adaleti diye konan bu ÖTV zammının adaletle yakından, uzaktan alakası yoktur. Bu vergi zammı ikinci sınıf araç almak zorunda kalan ve orta sınıf binek araçları almak zorunda kalan milyonlarca vatandaşımızın üzerine yüklenmiş bir yeni vergidir. Yeni bir vergi adaletsizliğidir. Nasıl ki, döviz bozdurun diyenler vatandaşta bir döviz paniği yaratıyorlarsa bugün 3 milyarlık ek gelir yaratacak iddiasıyla yeni vergi arayışına girenlerde kamu maliyesinde bir panik olduğunu itiraf etmekteler. Bize kamu maliyesinde bir sıkıntı yok diyen hükümet eğer ÖTV zammıyla 3 milyar liralık bir ek gelire ihtiyaç duyuyor ve bunu vergi adaleti diye bir kılıfla sunmak zorunda kalıyorsa belli ki o kamu maliyesinde bizlerin bilmediği bir takım örtülü gerçekler var.

EKONOMİNİN E’SİNDEN ANLAMIYORLAR
Biraz önce de söylemiştim tekrar söyleme ihtiyacı duyuyorum. Belli ki ekonominin E’sinden anlamıyorlar. Ekonomi her geçen gün iktidarın bu uygulamaları sebebiyle hızlanan bir biçimde artan bir kriz riskine doğru itiliyor. Ve maalesef hükümet uyarıları dikkate alıyoruz demenin ötesinde çok ihtiyaç duyulan hiçbir adımı atma cesaretini gösteremiyor.

Bugün geldiğimiz noktada birkaç uyarı yapma ihtiyacı duyuyoruz. Asgari ücret tespit komisyonu 6 Aralık’ta 2017 yılı için toplanacak. İşçi, işveren, hükümet temsilcileri hep beraber bu tespit komisyonunda görev alıyorlar. Şimdi hükümete soruyoruz; haftaya önümüzdeki yılın asgari ücretini belirlemek üzere masaya oturacaksınız, Türk lirası en ağır şekilde değer kaybetmiş, zamlar almış başını gidiyor, ne yapacaksınız? Kasım 2016’da 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı bin 416 lira. Aç kalmamak için, sadece yaşamak için değil, aç kalmamak için 4 kişilik ailenin ihtiyaç duyduğu para bin 416 lira. Asgari ücretle yaşamını sürdürmeye çalışan 6,5 milyon vatandaşımıza ne diyeceksiniz? “Açlıktan ölün” mü diyeceksiniz? Bunu da dediğinizi gördük. Aynı şekilde 11,5 milyon emekli, 2,5 milyon memur hükümetin zam kararını bekliyor. Onlara hiçbir şey olmamış gibi Türk lirası 2016’da yüzde 16’nın üzerinde değer kaybetmemiş gibi yüzde 3 zam mı yapacaksınız? Ekonomide yaşanan sorunların sorumlusu çok açıktır. Bu hükümettir, bu iktidardır. Siyaseti kişisel hırslarıyla şekillendiren bu yaklaşım ülkeyi alt üst ediyor, insanlarımızın cebini yakıyor, insanlarımızın sofrasını yakıyor, insanları üç kuruşa muhtaç ediyor. Biz buna asla müsaade etmeyeceğiz. Bu uyarıları yapmaya devam edeceğiz. Emekliler ve memurlar için, asgari ücretliler için ihtiyaç duyulan zam neyse bunun yapılması bir gerekliliktir. Asgari ücret için sendikaların talebini göz önüne alan bir yaklaşım Türkiye için bir zorunluluktur. Bir kez daha uyar ihtiyacı duyuyoruz. Sorumluluğu başka yerlerde aramayın. Türkiye’de bugün vatandaşın cebine el atmış olan hükümet; vatandaşımızın yaşadığı ekonomik sorunların en temel ve tek sorumlusudur. Ve bir kez daha buradan reçeteyi sunma ihtiyacı duyuyoruz. Hiç vakit kaybetmeden bugün OHAL’i kaldırın, Türkiye demokrasisini Olağanüstü Halle yıpratmayı bugün bırakın. Bir kişinin siyasi iddiasıyla ülkeyi kilitlediğiniz başkanlık iddiasından hemen vazgeçin. KHK’larla Türkiye hukukunu bombalamayı bitirin. Bütün dünyayla kavga etmeyi bırakın ve en önemlisi hiç doğru olmayan ekonomi politikalarıyla vatandaşın cebine elinizi atmayı bugün sonlandırın.

BİZ ÇOCUKLARIMIZIN ERDOĞAN’IN SAVAŞI İÇİN ÖLMESİNİ İSTEMİYORUZ
Değerli arkadaşlar; bütün Türkiye içinde yaşanan bu felaketlerin yanı sıra bir de bu hafta Cumhurbaşkanının ağızından çıkan baklayla Türkiye’nin dış politikada yaşadığı felaketleri de ortaya çıkardı. Cumhurbaşkanı Suriye’yle savaşa neden girdiğimizi açıkladı. IŞİD’le mücadeleye girmemişiz, PKK’yla mücadeleye girmemişiz. Meğerse biz Suriye’ye, Suriye devletiyle savaşmak için girmişiz. Meselenin Erdoğan’ın kendi geleceği olduğu çok aşikâr. Bu Erdoğan’ın savaşıdır. Biz çocuklarımızın Erdoğan’ın savaşı için ölmesini istemiyoruz. Mesele terörle mücadele değilmiş, mesele bizim baştan beri uyardığımız biçimde Erdoğan’ın savaşıymış. Erdoğan’ın tek bir derdi var; Suriye devleti ve şu an Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları canıyla, cebiyle Erdoğan savaşının maliyetini ödüyorlar.

İKİ ASKERİMİZİN AKIBETİYLE İLGİLİ BU HÜKÜMETTEN ACİL BİR AÇIKLAMA BEKLİYORUZ
Savaşın bir can boyutu var. Biz oraya kendi çocuklarımızı yolluyoruz. Bizim çocuklarımızı, bizim Mehmetçiğimizi. İki askerimizden daha bu hafta Erdoğan’ın savaşı nedeniyle haber alınamıyor. Her şeyden önce bir kere iki askerimizin akıbetiyle ilgili bu hükümetten acil bir açıklama bekliyoruz. İki anne Türkiye’de bir yerlerde şu anda çocuğunun nerede olduğuyla ilgili duyduğu endişeyle ağlıyor. Erdoğan’ın savaşının bedelini çocuklarımız hayatlarıyla ödüyor ve hepimiz savaş vergisiyle ödüyoruz. Savaş vergisi işte biraz önce bahsettiğim ÖTV, o 3 milyar liraya bugün acilen ihtiyaç var. Sizin cebinize ellerinin uzanması bu yüzden. Savaş vergisi dediğimiz bugün bir kez daha rakamlarla ortaya çıkan turist sayısındaki azalma, sadece Rusya’dan değil bütün dünyadan Türkiye’ye gelen turist sayısında ciddi bir azalma var. Savaş vergisi dediğimiz gelmeyen yatırımlar, kurulmayan fabrikalar, yaratılamayan iş imkanları. Savaş vergisi dediğimiz Suriyeli göçmenlere bizlerin ödediği vergiyle yapılan harcamalar. Ne kadar olduğunu dahi söyleyemedikleri harcamalar. Sizin cebinize Erdoğan’ın savaşı için el atıyorlar. Buradan bir kez daha anımsatma ihtiyacı duyuyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi size Suriye’yle savaşa girmek için izin vermedi. Savaş için izin verilmedi. Türkiye’nin sınır güvenliğinin sağlanması için yetki verildi. Terör örgütleriyle mücadele edilsin diye verildi. Ancak ortaya çıkan tablo Erdoğan’ın derdinin sınır güvenliği değil, kendisi olduğu bir kez daha çok acı bir biçimde karşımıza koydu.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

TÜRKİYE’NİN İHTİYACI OLAN BAŞKANLIK REJİMİ DEĞİL GÜÇLENDİRİLMİŞ BİR PARLAMENTER DEMOKRASİ
Soru- Efendim bir gündem daha başkanlık sistemi. Yarın iki lider bir araya gelecekler. Birkaç pürüzden söz ediliyor. Muhtemelen de büyük oranda anlaşmışlar uzlaşmışlar gibi de görülüyor. İşte partili Cumhurbaşkanı, partisiyle bağının kesilmemesi, kanunları veto hakkı ama kanun hükmünde kararnameler çıkartma yetkisi. Buna benzer yetkilerle donatılmış bir adı Cumhurbaşkanı ama hani fiiliyatta belki başkanlık yetkileri taşıyan bir yönetici. Nasıl değerlendiriyorsunuz, son bakışınız nedir bu üzerinde çalışılan ya da uzlaşma adına anayasa değişikliğiyle ilgili?
Selin SAYEK BÖKE- Son bakışımız ilk bakışımızla aynı. Türkiye’nin ihtiyacı olan bir başkanlık rejimi değil. Türkiye’nin ihtiyacı olan güçlendirilmiş bir parlamenter demokrasi. Biz bu başkanlık treninin hiçbir vagonuna, ne ilkine ne sonuna binmeyeceğimizi baştan beri söylüyoruz zaten. Bu detayları medya üzerinden sizlerle takip ediyoruz. Herhangi bir yoruma da ihtiyaç olmadığını düşünüyorum.

Soru- CHP’li hukukçular bire bir üzerinde tartışıyor mu, konuşuyor mu bunu anayasa hukukçuları baştan reddediyorsunuz belki ama?
Selin SAYEK BÖKE- Cumhuriyet Halk Partisi’nin bundan 10 gün önce yaptığı bir Anayasa Çalıştayı vardı. O Anayasa Çalıştayında ortaya çıkan tablo ve tartışma Türkiye’nin ihtiyaçlarına dönük bir tartışmaydı. Bugün de Türkiye’nin ihtiyacının güçlendirilmiş bir parlamenter demokrasi olduğunun gerçeğinden hareketle ısrarımız güçlendirilmiş bir meclis, meclisin sözü geçen bir Türkiye’dir. Bakın bunu çok somut örneklerle görmek mümkün. Daha geçtiğimiz hafta Türkiye’de çocuklarımıza el uzatan bir önergeyi meclis işlediği için, Türkiye’de parlamenter demokrasi olduğu için ve toplumsal muhalefet demokratik haklarını kullanabildiği için engelleyebildik. Türkiye’de geçtiğimiz hafta bir başkanlık sistemi olsaydı bir başkanlık önergesiyle ve başkanlık kararnamesiyle hiç tartışılmadan cinsel taciz kanuna bağlanmış olacaktı. Oysa Türkiye’de bir parlamenter demokrasi olduğu için bu parlamenter demokrasi de işini ciddiye alarak yapan bir ana muhalefet partisi olduğu için ve o ana muhalefet partisinin çağrısına kulak veren milyonlarca duyarlı, demokratik vatandaşlarımız olduğu için çocuklarımız bugün istismardan korunuyorlar. Başkanlığa hayır derken çocuklarımız için hayır diyoruz. Başkanlığa hayır derken sofradaki ekmeğimiz için diyoruz. Başkanlığa hayır derken birinin iki dudağı arasında gireceğimiz savaşlarda Mehmetçiklerimizi kaybetmeyelim diye diyoruz. Bir ısrarla söylemiyoruz. 80 milyonun yarını bizim için önemli olduğu için söylüyoruz. O yüzden tekrar ediyorum; ilk görüşümüz neyse son görüşümüz de odur. Parlamenter demokrasi Türkiye’nin bugünü için de, yarını için de sofrası için de, can güvenliği için de olmazsa olmazımızdır.

Soru- Başbakana yine kapılarınız açık mı? Daha önce Sayın Kılıçdaroğlu dile getirmişti, gelebilir görüşebiliriz diye. Yarın Bahçeli’yle görüşecek belki sonra sizden bir randevu isteyebilir. CHP’nin kapısı açık mı?
Selin SAYEK BÖKE- Mutlaka. Parlamenter demokrasi diyen bir partinin, bir ülkenin başbakanıyla görüşmek konusunu mesele yapması düşünülemez. Başbakan Cumhuriyet Halk Partisi’nin yöneticileriyle görüşmek isterse Cumhuriyet Halk Partisi’nin kapısı her zaman sonuna kadar açıktır.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Güvenli günler olsun.