Rasim Yılmaz

Anayasalar, toplumsal ihtiyaçtan doğan, ama toplumsal uzlaşmanın ürünü olarak düzenlenirse anlamlı ve çözüm üretme yeteneğine sahip olur.

AKP-MHP koalisyonunun hazırladığı “başkanlık sistemi”ni anayasallaştırma amaçlı anayasa değişikliği teklifi, TBMM Genel Kuruluna sunuldu ve 134 hayır oyuna karşın 338 ittifak oyuyla geçti.

AKP – MHP ittifakı ya da koalisyonu marifetiyle sunulan bu 18 maddelik teklifle Anayasa’nın esası değiştirmekte.  “Tek parti, tek adam diktatörlüğü” diyebileceğimiz yeni bir rejimin temelleri atılmaktadır. Bu yüzden de karşı karşıya olduğumuz durum geçmişte olduğu gibi Anayasa’nın şu ya da bu maddesini değiştirmek değil, tersine Anayasa’nın esasından da öte rejimi değiştirmeyle karşılık gelmektedir.

AKP’nin  “başkanlık sistemi” dayatmasını üç yıldır dillendirdiğini biliyoruz. Türkiye kamuoyunun “başkanlık sistemine” karşı olduğunu bildikleri için bugüne kadar bu sorunu Meclis gündemine taşımaya cesaret edemiyorlardı. Ancak Bahçeli, davasına ve seçmenine ihaneti göze alarak bu işin öncülüğüne soyunarak AKP’nin takdirine mahzar olabilmek için yasa teklifini meclise taşımayı başarmış, böylelikle AKP’yi de büyük bir sıkıntıdan kurtarmış oldu.

Elbette bu girişimin Suriye’ye askeri müdahale, ülkenin adım adım terör ortamına sürüklenmesi, Fetöcü gerici darbe girişimi bahane edilerek ülkenin OHAL ve KHK’lerle yönetilmesi dönemine denk getirilmesinin büyük anlamı vardır. Bir diğer değişle AKP-Erdoğan yönetimi, mevcut şartların yanında Bahçeli’nin kendisine biçilen rolü hakkıyla yerine getirmesiyle gerekli güç birikimini sağladığını düşünerek bu fırsatı iyi değerlendirmiştir.

Ancak bu anayasa paketinin meclisten geçirdikten sonra olası referanduma gidilmesi durumunda AKP ve MHP’ye oy veren kesimlerin ne ölçüde “evet” diyeceği de merak konusudur. Nitekim son yapılan bazı anketlerde kamuoyunda yüzde 60’lar düzeyinde, başkanlık sitemine “hayır” dendiğine dair kuvvetli bilgiler vardır. Bu da AKP – MHP tabanında partilerinin çağrılarına uyulmayabileceğini göstermektedir.

Meclisteki CHP ve HDP “başkanlık sitemine karşı” olduklarını üç yıldan beri her platformda açıklamaktadırlar. Diğer yandan “başkanlık sistemine karşı olan; emek güçlerinden çevrecilere, kime oy veriyor olursa olsun rejimin değişmesine karşı olanlardan bilim ve kültür-sanat çevrelerine kadar toplumun önemli kesimlerinin mücadelede ciddi ağırlığı olacağını da göz ardı etmememiz gerekir.

Şu da bir gerçek ki,  Anayasa değişikliğine “hayır” diyebilecek güçlerin kullanabileceği TV kanalları, internet siteleri, gazeteler, dergiler, dernekler, gibi araçlar OHAL tarafından kapatılmıştır. Çok sayıda HDP’li siyasetçi tutuklanmış, gerçeği söyleme cesareti olan gazeteciler ya tutuklanmış ya da mesleğini yapamaz hale getirilmiştir. Başta bu durumdan medet uman “evet” çiler bunu bir fırsat olarak değerlendirmek istemiş olabilirler ama unutmamalılar ki silahların gölgesinde büyük çoğunluğun oyunu almış olan 82 anayasasınn zamanla un eleğine döndürüldüğü, darbe liderinin bile ölürken itildiği yalnızlık hala dün gibi hafızalardadır.

Yani demem şu ki; bu koşullarda yapılması hedeflenen bir anayasa, demokratik temayüllere uygun olmayacağı gibi, olası bir referandum neticesinde “evet oyu” almış olsa bile meşruiyet kazandırılamayacağının bilinmesi gerekir.

Çünkü kastedilen “başkanlık sistemi”  “kuvvetler ayrılığı” ilkesini reddeden, yürütme, yasama, yargı gücünü tek kişide toplayan, o kişiyi aynı zamanda partinin de lideri yapan, böylece aynı zamanda tek parti diktatörlüğüne de kapıları açan bir sistem olacaktır. Bugün bunu Erdoğan taraftarları anmakta güçlük çekebilirler. Ancak sorun sadece bu dönemi değil gelecekte de korkunç bir bilinmezliğin içine sürüklenmekte olduğumuzu görmek gerekir.  Böylesi bir sistem ise Türkiye için tamda bir karşı devrim olduğu anlamına gelmektedir. Eğer ki bu durum AKP – MHP tabanına doğru anlatılırsa bir imparatorluğu yıkmış, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet geleneğinden gelen, özgür şekilde inançlarını yaşamanın dışında şeriata kapalı olan geniş halk yığınlarının desteğini de alarak püskürtüleceği gibi AKP ve MHP’nin de sonunu hızlandıracaktır. Yani AKP-MHP’nin nasıl bir sistem, nasıl bir rejim getirmek istediklerini kamuoyunda, işçilere, emekçilere, bütün halk kesimlerine anlatmak, bu kesimler içinde paneller, konferanslar, yazılı ve görsel yayınlar hazırlayarak, mitingler düzenlemek, çeşitli tartışmalar açmak, halkın kendi taleplerini ifade edebilecekleri platformlar açmak son derece önemli olacaktır.

Ancak bu çalışmalar yapılırken, “hayır”cıların işinin kolay olmadığı da bir gerçek. Şöyle ki; HDP’nin 12 Milletvekili tutuklu, CHP’nin anayasa karşıtı konuşmasını bu ülkenin bu duruma gelmesinde ileri derecede sorumluluğu bulunan, halkın gözünde bütün inanırlığını yitirmiş olan Deniz Baykal’ın yapmış olması bir talihsizliktir. Diğer taraftan yarın gerektiğinde halka “sandık başına gidin “hayır” oyu kullanın diyecek olan, ana muhalefet partisi CHP’nin lideri Kılıçdaroğlu’nun Meclisteki “evet-hayır” oylamasına katılmayarak oy vermemiş olması da halka söyleyecek bir sözünün kalmadığı anlamına gelmektedir.

Ancak hal böyle olsa da bu çalışma sanıldığı kadar ne zor, ne de umutsuzluk içermektedir. Yeter ki inanalım, bu çalışmaları yaparken “Sen MHP’lisin, sen AKP’lisin öyleyse ‘evet’ci sin” gibi bir ön yargıya kapılmadan; komşuluk, akrabalık, hemşerilik, iş arkadaşlığı, sınıf kardeşliği temelinde hareket etmesini becerelim. Bu hayata geçirilebildiği ölçüde bu mücadeleden başarıyla çıkmak mümkün olacaktır. Elbette bu çalışmayı, “Hele bir Meclis’ten çıksın da sonra yaparız” anlayışıyla değil, bugünden parlamentoyu sıkıştıracak bir çalışmanın başlatılmasıyla mümkün olacaktır. Kısacası, kazanımlarımız gözümüzün önünde elimizden alınıp Türkiye “tek parti, tek adam” dönemine sürüklenmeye çalışılırken, hiç kimsenin “bana ne” deme hakkı yoktur. Herkesin bu mücadeleye katılarak hayır kampanyasını güçlendirmesi zorunludur.

Umutla kalmanız dileğimle…

11 Ocak 2016