KOMÜNİST NAZIM HİKMET
Gazeteciliğin şu ünlü sözünü bilirsiniz: Hani köpek insanı ısırırsa sıradandır ‎da, insan köpeği ısırırsa haberdir.‎
Yani, aç açık, yoksul baldırı çıplakların komünist olması doğaldır. Bu gün hiç ‎de böyle olmadığını yaşayarak biliyoruz. Çünkü bu zavallıların kafası ‎karınlarından da aç. Kafaları kendilerinden de yoksul.‎
Yoksulun kurtuluşudur komünizm. Peki, paşa torunu, baştan ayağa yetenek, ‎yaratıcı, üretken, fena halde yakışıklı birinin komünist olması, bir insanın bir ‎köpeği ısırmasından daha çarpıcı bir durumdur.‎
Komünist olmasaydı, dünyanın her türlü nimetinin en tepelerde tadının ‎çıkara çıkara yaşayacaktı.‎
Bu olanaklara sahipken, neden bir ömür kendini acılara, sürgünlere, ‎zindanlara mahkûm etti. Evet, O, etti. O biliyordu olacakları.‎
‎1950 Temmuz Genel Af’la salıverilmişti de Nasıl? Meclis’te yasa ‎görüşülürken, bakın neler “havlamış” milletin vekilleri:‎
Şevket MOCAN
‎”Ben, komünisti, siyasi mahkûm telakki etmiyorum. Komünist bence hain-i ‎vatandır. Hükümet, bu af kanunu ile beraber, bir satırlık “komünist hain-i ‎vatandır; cezası idamdır” diye sarih bir kanunla buraya gelmeli idi” ‎buyuruyor.‎
Ahmet Gürkan
‎”Bu uğursuz kızıl kuduz, Türk milletine hırlıyorken, onun ağzından çıkanları ‎yalayanları, elbette tecziye edeceğiz.‎
Af yasası görüşmelerinde, meclis kürsüsünden böyle uluşan itlerin yaşadığı ‎ülkenin genelini varın düşünün.‎
Amerika’da esip savuran Mc Carty fırtınasının üç beş katı burada esiyor. ‎Herkes komünist avında.‎
Peki, bu koşullarda kim komünist olmak ister… İnsanlaşma sürecini ‎tamamlamış, yetkin, aşkın, bilinçli, yüce gönüllü, baştan ayağa sevda, yani ‎baştan ayağa “insan” biri. İşte size Nazım.‎
Anlayacağınız, bu ülkede Nazım’ın olacağı en son şeyi seçti. Komünist oldu.‎
Aklından zoru mu vardı. Belki… O bir “devdir” mini minnacık dünyalara ‎sığamaz ne ki.‎
Bakü’de bir otel odasında, kendini çektiği, insanın kanını donduran, müthiş, ‎muhteşem bir sınav vardır. Bu sınavdan başarıyla çıkar ve kararı kesindir: ‎‎”Evet, bu yolda yürüyeceğim !”‎
Moskova’dan, yurda dönmektedir. Ülkenin durumunu iyi bilmektedir. ‎Mustafa Suphiler ve adı biraz sola çıkmışlara yapılanlar ortadadır.‎
Otel odasında düşünür: Bana yapacakları en büyük kötülük ne olabilir, ben ‎neye katlanamam? Organlarını birer birer gözden çıkarır. Hangisinden ‎ederlerse beni, yaşayamam diye. En korkunç en dayanılmaz, en acı, ‎gözlerinin oyulması gelir Nazım’a.‎
Sonra kalkar, gözlerini mendiliyle sıkıca bağlar. Başlar odada dolaşıp bir ‎şeyler yapmaya. Önce döker devirir. Yıkar yıkılır. Derken bir kaç saat sonra, ‎devirdiklerini toplar, sağa sola çarpmadan, kör kör yaşamaya alışır. Müthiş ‎bir zafer çığlığı atıp kararını verir. “Evet, bu yolda yürüyeceğim !”‎
Bakın siz şu Komünist’e !..‎
Bir de kendilerini aydın, ilerici, devrimci, demokrat sayanlara bakın. Üç ‎paralık ün, iki paralık çıkar uğruna ne taklalar atmaktalar.‎
Ağababaları, şiir öyle yazılmaz, böyle yazılır, diyor; askerler, irili ufaklı, emir-‎komuta zincirinde diziyorlar dizeleri. Tek tip ve bir örnek.‎
Şiirin, slogan olmadığını herkesten çok Nazım bilir. Nazım bunu bilir de “mini ‎minnacıklar”, şiirin ne olmadığını nereden bilsinler. Şiiri sulandırıp bulandırıp, ‎buğulu sözcüklerle buğulu camlara yazanların adları şaire çıktıkça, daha da ‎anlam kazanıyor Nazım’ın Kızıllığı:‎
‎”kardeşlerim‎
sıska öküzün yanına koşulup
şiirlerimiz
toprağı sürebilmeli;‎
pirinç tarlalarında
bataklığa girebilmeli”‎
Bu dizlerde, ne şairanelik, ne tumturaklı bir deyiş var. Dupduru çağlayan, ‎insanı yakalayıp yakan yalın bir şiir var.‎
‎”Bu ne mene gidiştir ki‎
Taranta Babu”‎
Dediği gibi, bu ne mene gidiştir ki atın önünde et, itin önünde ot, yılanlar ‎kışın da girmez oldu deliklerine. Bir dünya düşünün ki insanlığın ve ‎çoğunluğun yararına, akıl almaz acılara göğüs geren, aynı çoğunluk ‎tarafından lanetlenmektedir.‎
‎”koyun gibisin kardeşim”‎
‎”akrep gibisin kardeşim” dedirttiler sana da bu akreplerin zehri ‎kendilerinden çok bizi öldürüyor.‎
İnançlı, ödünsüz bir komünist olarak Nazım’ın davası kavgası insanlıktır. O ‎nedenle, birilerinin neden “bizim için” yazmadı diye saldırmalarına güler ‎geçerim.‎
O, üreten bütün insanların kardeşliğini, paylaşımını, yeryüzünün mutlu ‎emekçiler cenneti olması için yazdı. Elbette gönlünün önceliği yurdundan ‎yanaydı. Bu da son derece insanî bir haldir.‎
‎”benim orda‎
aslanın ağzındadır ekmek
ejderler yatar başında çeşmelerin”‎
Pırıl pırıl bir söyleyiş. Komünist bir şairin sözü.‎
‎”kimi insan ezbere sayar‎
yıldızların adını
ben hasretlerin”‎
Ne diyor türkü: “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”‎
Ölümle, yoksullukla atbaşı giden “hasretlere” neden katlandı bu adam?‎
İşte yanıt:‎
‎”Ben 1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim. Övündüğüm tek şey ‎budur.”‎
Nazım’ın övündüğü bu “tek şey” nedir:‎
‎”Komünizm, Muhammed’in cenneti gibidir. Bütün insanlığın insanca mutlu ‎yaşayacağı bir dünya.”‎
Öyle bir dünyanın yaratılması, insanlığın insanlaşma sürecini tamamlaması, ‎gücü kadar üretip, ihtiyacı kadarına gönüllü razı olması ile olasıdır.‎
‎”insanlar için ölebileceksin‎
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,‎
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
hem de en güzel, en gerçekçi şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde”‎
Diyen Nazım bir de diyor ki:‎
‎”Sosyalizm,‎
devirmek dağları elbirliğiyle
ama elimizin özbiçimini
özsıcaklığını yitirmeden.”‎

Bana göre Nazım’ı en iyi anlatan şiiriyle bitirelim, bugünlük sözümüzü.‎
Taranta – Babu’ya Beşinci Mektup
‎————————————-‎
Görmek
‎ işitmek
‎ duymak
‎ düşünmek
‎ ve konuşmak
koşmak alabildiğine
başı dolu
‎ başıboş
koş-
‎ -mak…
Hehehey taranta – babu
‎ hehehey
yaşamak ne güzel şey
‎ anasını sattığımın
‎ yaşamak ne güzel şey..
Düşün beni
kollarım, senin üç çocuk doğurmuş
‎ geniş kalçalarındayken…
Düşün sıcak…
Düşün kara bir taşa damlayan
‎ çırılçıplak
‎ bir su sesini…
İstediğin yemişin
‎ rengini, etini, adını düşün…‎

Gözdeki tadını düşün
kıpkırmızı güneşin
‎ yemyeşil otun
‎ ve koskocaman
‎ masmavi bir çiçek gibi açan
‎ ay ışığının…
Düşün taranta – babu!
İnsanoğlunun yüreği
‎ kafası
‎ kolu
yedi kat yerin altından
‎ çekip çıkarıp
öyle ateş gözlü çelik allahlar yaratmış ki
kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,
yılda bir veren nar
‎ bin verebilir.
Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
‎ öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
‎ yan yana uzanıp yaldızlı kumlara ;
yıldızlı suların
‎ türküsünü dinleyebiliriz…‎
Yaşamak ne güzel şey
‎ taranta – babu
‎ yaşamak ne güzel şey…
Anlayarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
‎ yaşamak…
Yaşamak:
birer birer
‎ ve hep beraber
‎ ipekli bir kumaş dokur gibi…
Hep bir ağızdan
‎ sevinçli bir destan
‎ okur gibi
‎ yaşamak..

‎. . . . . . . . . . .

Yaşamak..
Ne acayip iştir ki
‎ bu ne mene gidiştir ki taranta – babu
bugün bu
‎«bu inanılmayacak kadar güzel»
bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
dar
böyle kanlı
‎ bu denlü kepaze…