Güner Yakçın

Ülkemizin sürekli bir “kültürel ve yaşamsal bölünme” içinde olduğu öteden beri biliniyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana süregelen bu bölünme ana hatlarıyla iki gruba ayrılıyor.

Bunlardan biri, “muhafazakâr” diyebileceğimiz grubu oluşturuyor. Bu grubun dinsel inançlarının güçlü olduğunu görüyoruz. Birçok tarikatın, farklı inançsal öbekleşmelerin bu grup içinde yar aldığına tanık oluyoruz. Bu grubun erkekleri kendilerini daha yetkeli  (otoriter)  sayıyor;  eş ve çocuklarına karşı daha buyurgan tavır takınıyorlar. Kadınları ise daha edilgin, erkeğinin gölgesine sığınmış durumdalar; giyim kuşamda, yerine göre başörtüsü, türban, çarşaf, tercihleri arasında yer alıyor. Kız çocukları; inanç, giyim, eğitim, evlenme gibi alanlarda tam bir baskı altındalar. Bu grubun müzik beğenisi daha çok türkü ile arabesk arasında gidip geliyor. Eşler birlikte yemeğe gitmekten hoşlanmıyor. Bu grup arada bir sinemaya gitse de tiyatroya gitmiyor; yoğun bir kitap okuma eylemi içinde bulunmuyor. Eğitimde ağırlıklı olarak imam hatipleri ve onların süreği olan okulları tercih ediyorlar. Bu grubun siyasal yapılanmasını ise İslamcılıkla güç birliği içinde olan yetkeli Türk ulusalcılığı oluşturuyor.

Öteki grup ise “demokrat” diyebileceğimiz bir kitleden oluşuyor. Bu kitle, dinsel inançları gözardı etmemekle birlikte, yaşam içinde usa, bilime, bilimin öncülüğüne, onun yapıcı ve yaratıcılığına öncelik tanıyor. Bundan ötürü bu grup içinde tarikatlara ve benzeri öbekleşmelere pek rastlanmıyor. Bu grubun erkek ve kadınları birbirlerine karşı daha eşit, daha dengeli tavır ve davranış içinde bulunuyorlar. Kadınlar modern giyim kuşamı ve görünümü tercih ediyorlar. Bu grubun müzik beğenisi daha çok pop şarkılarla klasik müzik arasında dolaşıyor, Çok da olmasa kitap okumaktan, sinemaya, tiyatroya gitmekten hoşlanıyor. Bu grup, çocuklarını imam hatiplerin dışındaki okullara, kolejlere ve bu okulları bitirenlerin gidebileceği yüksekokul ve üniversitelere gönderiyor. Bu gruptakiler kendilerini Batı uygarlığı ölçütlerine daha yakın görüyorlar. Bu grubun siyasal yapılanmasını ise sol yelpazedeki çeşitli öbekleşmeler oluşturuyor.

Ulusal Kurtuluş Savaşı, her iki grubun da ortak çabasıyla, dayanışmasıyla kazanıldı. Ne var ki savaş sonrası yapılan devrimlere ilk grup biraz uzak durdu; hatta bu grubun belli bir bölümü tümden karşı duruş sergiledi; ancak yeterince gücü bulunmadığı için çoğu kez sessiz kalmayı yeğledi. İkinci grup ise ilke ve devrimleri özden benimsedi, onların savunucusu ve yayıcısı oldu. Türkiye Cumhuriyeti ayakta kalabilmeyi, çağdaş uygarlığın verileriyle yüzleşip yeni bir yaşam biçimi edinmeyi, bu ikinci grubun yoğun çabalarıyla başardı.

Ne var ki Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra tablo yavaş yavaş değişmeye başladı. Özellikle 1950’lerden sonra, azınlıkta olan ilk grup, adım adım güç kazanarak tabloyu tersyüz etmeyi başardı, çoğunluğu ele geçirdi. Aralıklarla verilen muhtıralar, yapılan askeri darbeler, bu darbelerin kurduğu ya da destek olduğu iktidarlar da bu grubun ekmeğine yağ sürdü; böylece iki grup arasındaki uçurum açıldıkça açıldı.

2002’den sonra ise izlenen sert politikalar sonucu bu iki grup arasındaki ayrışma, uzaklaşma iyice ivme kazandı; gruplar arasında adeta birbirlerine karşı düşmansı tavırlar oluşmaya başladı. AKP iktidarları dönemlerinde; Ulusal Kurtuluş Savaşına, Cumhuriyete, devrimlere, Atatürk’e, İnönü’ye ve onların destekleyicilerine çoğu kez açıktan açığa tavırlar takınıldı; hakaret boyutlarına varan söylemler yaygınlaştı. Öte yandan siyasal İslam eşliğinde Osmanlı hayranlığı körüklendi; toplumun Ortadoğululaştırılması için yoğun çabalar içine girildi. Bu arada pek çoğu Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bin bir zorlukla kurulan fabrikalar, işletmeler, firmalar, şirketler, bankalar yurt içine, yurt dışına haraç mezat satıldı; bu satışların büyük bir bölümü ilk grubun ekonomik bakımdan iyice güçlenmesini sağladı. Bu dönemde Atatürk ilke ve devrimlerinin hemen hemen tümü yara aldı, işlevsizleştirildi.

Bu son dönemde;
Atatürk ve İnönü kastedilerek onlara “İki sarhoş” mu denmedi (R. T.  Erdoğan);
“Cumhuriyeti kurmuşlar da babalarının malı mı?” denmedi (AKP Milletvekili Burhan Kuzu);
Cumhuriyete “Prangalı dönem” mi denmedi (AKP Milletvekili Zehra Taşkesenlioğlu);
“Cumhuriyet reklam arasıydı, bitti.”
mi denmedi (AKP Milletvekili Tülay Babuşçu);
Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişi, “650 yıllık çınara darbe yaptılar, Cumhuriyet kuruldu.”  mu denmedi (Esenyurt Belediye Başkanı AKP’li Necmi Kadıoğlu);
“Cumhuriyet parantezdi, kapatıyoruz.” mu denmedi (Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül)?…

Bunlar birkaç örnek. Bu tür söylemler bugün artık sıradanlaşmış bulunuyor…

Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı da boş durmadı; Atatürk’e ve Cumhuriyete olan karşı duruşunu, müfredat değişiklikleriyle daha sistemli duruma getirme çabası içine girdi. Ayrıca yeniden pek çok imam hatip okulu açtı; pek çok ortaokul ve liseyi de imam hatip okuluna çevirdi.

Önümüzde Anayasa değişikli ile ilgili önemli bir halk oylaması yapılacak. Bu oylamada yukarıda sözü edilen iki grup adeta hesaplaşama yaşayacak. Anayasa değişikliğini “Evet” diyerek gerçekleştirmek isteyenler, her ne denli, “Bu oylama sistem değişikliği getirecek, rejim değişikliği değil.” deseler de, bu söylediklerine kendilerinin de inanmadığı belli oluyor. Çünkü öteden beri süregelen olay, eylem ve söylemlerin, bir rejim değişikliğinin ön hazırlıkları olduğunu açıkça gösteriyor. Ayrıca Olağanüstü Hal ve Kanun Hükmünde Kararnameler sarmalında yapılacak olan halk oylamasının sağlıklı ve demokratik olamayacağı bugünlerden belli oluyor…

Halk oylamasından “Hayır” çıkması halinde ise büyük kan kayıplarına uğramış olan Cumhuriyet ve Kemalizm’e yeniden kan can gelecek; ülke rahat bir soluk alacak…

Ülke, büyük bir yol ayrımına doğru hızla ilerliyor…