Dinler dinsiz toplumlara tebliğ edilmemişlerdir. Çünkü insanlık, bilinen ilk çağlarından beri tapınma ihtiyacı duymuş, kendine mabudlar seçmiştir. Eski kentlere, site devletlerine baktığımızda bunların, bir tapınak etrafında halkalanan yapılardan oluştuğunu görürüz.

Semavi diye adlandırılanlar başta olmak üzere, her din, kendinden önceki bir dini inkar ederek, onun bozulmuş olarak gördüğü yönlerine başkaldırarak çıkar ortaya.

Bu yönüyle her din isyanla başlar. İsyana en yatkın olanlar da eski düzenin ezilmişleri, yoksul kitleler ve köleler olduğu için de bu tabana dayanır, bu insanların omuzlarında yükselir.

Ne var ki tarihsel süreç içinde güç kazanan, egemenliğini güçlendiren isyankar ve kutsal din kurumu, zaman içinde, onu temsil edenlerin elinde, zengin olanın, güçlü olanın, makam sahibi olanın yanında konumlandırılır. Pabucumun uleması sınıfından biri “Kıdem tazminatı caiz değildir” diyerek sermayeye payanda olabilir mesela.

Firavunla, Romalı tiranlarla, Mekke’nin tefeci kodamanlarıyla çarpışarak büyüyen din, onu temsil edenlerin elinde, bir zengin oyuncağına, güçlülerin çamaşır yıkayıcısına dönüştürülür.

Putları kıran peygamberlerin varisleri olduklarını iddia eden egemenler, onların kırdıkları putların yerine, yeni putlar koyarlar insanların önüne. Bu yeni putlara baş eğmeyenleri de sözde din adamlarını kullanarak KÂFİR olmakla suçlarlar kolayca.

İslam, insanları birbirine eğilip bükülmekten, kulluk etmekten kurtarmak, insanoğlunun başını yüceltmek, kullar önünde, efendi huzurunda eğilmekten alıkoymak; yalnız Allah’a tapmaya, yerin alçaklığından göğün yüksekliğine davet etmek çabasındadır. Bunu başlangıçta önemli ölçüde başarmış, kölelere yoksullara onurlu bir duruş kazandırabilmiştir.

Ancak yazık ki o da diğer dinlerin kaderine ortak olmaktan kurtulamamış, kendilerini peygamberin yalnız siyasi varisi değil, dini varisi de sayan diğer halifelerden itibaren egemenlerin ve onların avucundaki ulema sınıfının elinde, asıl ekseninden uzaklaşmaya başlamıştır.

Bu uzaklaşmayı meşru gösterebilmek için, insan çoğunluğunun sünepeleştirilmesi, teslimiyetçi, kaderci, edilgen bir kıvama getirilmesi gerekiyordu. Bu çok da zor olmadı. Çünkü insanın doğası buna uygundu.

Doğada insan dışındaki bütün canlılar mutludur. Çünkü onlar ilahi iradeye itaatkâr kölelerdir. Doğa onlara havayı, suyu, gereksindikleri besini karşılıksız sunar. Onlar da doğanın sunduklarını sorgusuz benimserler. Yaşam çizgileri, izleyecekleri yol, ileride ne olacakları, nasıl yaşayacakları bir yüce el tarafından belirlenmiştir onların. Bu yüzden seçmek, sorgulamak, çizilen yol dışında bir yola yönelmek gibi bir dertleri yoktur.

İnsan ise iradesi olan bir varlıktır. Seçim yapmak durumundadır ve bu, onun en büyük açmazlarındandır.

Mevlana:”Seçim insanın büyük ve korkunç ızdırabıdır. Uyuşturuculara, sarhoşluğa sığınanların, gaflete dalanların yaptıkları şey, duygu, düşünce ve bilinçlerini köreltip seçme derdinin ve sorumluluğun ağır yükünden, dayanılmaz baskısından kurtulmaktır.” der.

Bir de ‘Trainspotting’ adlı, filme de alınan bir roman vardır. Seçmek zorunda klan insanın ve seçmeyi reddedişin romanıdır bu.

Sanat felsefesine göre, insanoğlunun dramı, seçim yapabilmesi ile başlar. Bir seçim yaparsınız; ama iş orada bitmez. Kısa zaman sonra seçimleriniz keşkeleri, keşkeleriniz pişmanlıkları çağırır. Seçmediğinizi bir türlü unutamazsınız. Bilerek, isteyerek geride bıraktıklarınız bile gelir peşinizden.

Üstelik modern dünyada seçimler, bizim olmaktan çok uzaktır. Neyi, ne zaman, nasıl seçeceğimiz, güç yetiremeyeceğimiz küresel merkezlerce belirlenir. İzleyeceğimiz yol, beyin yıkama yöntemleriyle kafamıza çakılır. Özgür bir seçim yapma şansımız elimizden alınmıştır; ama biz bir yalana inanır ve seçim yaptığımızı sanırız.

Seçim yapmaktan vazgeçmek, modern dünyanın insanı açısından da büyük bir mutluluk kaynağıdır. Kaderi, insan iradesine izin vermeyen mutlak, değişmez bir güç olarak benimseyen insan, seçme hakkından feragat etmiştir. Başına gelen ve getirilen her şeyden güç yetirilemez ilahi bir güç sorumludur. Sorgulamak, isyan etmek, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak da boşunadır. O halde teslim olmak ve sorumsuzluk yorganına sarılıp toz pembe düşlerle uyumak gerekir.

*

Bu hale getirilen insan artık oyuncaktır. İnsanı iradeli, seçme hakkı olan bir varlık olarak yaratan; aklı olmayana sorumluluk yüklemeyen, aklını kullanmayanın üstüne pislik yağacağını söyleyen bir yaratıcıya rağmen; onun dünyadaki gölgesi gibi davranan güç sahiplerinin oyuncağı.

Bu insanlar, artık efendilerinin zimmetindeki eşya gibidirler. Efendileri onları istediği biçimde değerlendirebilir. Atabilir, satabilir, ayaklarının altında çiğneyebilir.

Böyle insansıların sadece efendileri vardır. Kendilerine has düşünceleri, değer yargıları yoktur. İyi-kötü, çirkin-güzel, doğru-yanlış anlayışları da her zaman efendiye göre biçimlenir. Bu konularda görüş belirtmek için efendilerinin ağzına bakarlar.

Bir yandan efendilerine tapınır, onun çevresinde adeta tavaf ederken diğer yandan da müstakbel efendileri gözlerler.

*

“Siyasetçi, bürokrat, gazeteci “fark etmez. Tüm çağlar boyunca pek fazla olmuştur bu insan modeli. Bugün daha kalabalık görünmelerinin sebebi, hayatımızın daha medyatik olmasıdır sadece.