Rasim Yılmaz
rasimyilmaz08@hotmail.com

1977’de Bursa’da lisede öğrenciyken sömestri tatilinde Kırşehir’e Fazlı dayılara (Kalkan)  gittim.

Soğuk bir kış günüydü ve dışarıda bir metreyi aşkın kar vardı. Öğleden sonra, eve orta boylu, gür saçlı, siyah gözlük takınmış, oldukça ciddi görünümlü, biraz da sanki mahalle kabadayılarını andıran bir adam geldi. Sıtma görmemiş gür ve kalın sesiyle gelişini fazla belli etmesiyle ev halkı telaş ve sevgiyle karşıladı gelen adamı. O sert görünüme rağmen adamın gelişiyle samimi, sıcak ve neşeli bir hava oluştu evin içinede… Ev halkında bir coşku, bir gülüşme sorma gitsin…

Gelenle tanıştırıldım. Fitnat halanın (teyze yerine-Annemin öz teyzekızı) eşi Nazif (Nazım) Ustaydı (Yıldız) gelen. Daha sonraları Nazım ağabeye, Kırşehir’de ve Petlas fabrikasında iyi bir elektrikçi olarak bilinip tanınmasından ötürü bu “usta”  unvanını ben yakıştırmıştım ona. Sonraları gülerek demişti ki: “Ola, bir ustadır tutturdun herkesin diline dolandı, adımız usta kaldı. Çünkü “usta” sözcüğü, bende yeteneği, sanatı ve sınıfı çağrıştırmıştır. Birde dünyayı değiştirmeyi başarmış teorisyenleri. Nazif Ustanın hem kendi, hem de “usta” unvanı çok sıcak gelmişti bana.

Ustanın benim için geldiği anlaşılmıştı. Beni alıp o soğukta Kındam mahallesindeki evlerine motosikletiyle götürdü. Fitnat Halamın  “kurban olurum” söylemiyle karşılayışını nasıl unutabilirim ki! Bu sözcük hala kullanılıyor olsa da eskiden Artvin’de daha çok kullanılırdı.“Kurban olmak” sözcüğü anlam olarak sevmediğim bir sözcük olmasa da  nasıl derin bir sevgi içerdiğini anlamak zor değil elbette ki…

?????????????????????????????????????????????????????????

Salonun sedirin başköşesinde ağırlanmak istendiğimde ilk tartışmamızı gerçekleştirdik usta ile. Oysaki geleneklerimiz gereği, sedirin başköşesine evin en büyüğü oturması gerekirken, o ısrarla beni oturtmaya çabalıyordu. Fitnat hala bırakmadı bir türlü… Sarılıp sarılıp iç geçirdi “Kurban olam” sözcüğünü tekrarladı defalarca. Soluk aldırmıyor, altı aya yakındır uzak olduğum köyle ilgili sorular soruyordu.  Kenarları boncuk işlemeli ışşıl ışıl parlayan  yazmasının kuduyla sık sık siliverdi gözlerinin yaşını. Anladım ki bu hasret sadece bana has değildi. 1970 yıllarında iradesi dışında, doğduğu topraklardan, Artvin’den koparılarak yâd ellere getirilmiş bir Anadolu kadınının geldiği yere duyduğu özlemdi.

Hasreti, Usot köyündeki  İbişin, Nanavur’un, Martabın suyuna, Usot’un toprağına, taşına, börtü böceğine, yaylasına, dağına, tarlasına, bağınaydı. Hasreti yarım kalan çocukluğuna, çocukluk arkadaşlarıyla oyna(yama)dığı “miş” oyununa, kalacura, körebeye idi. Hasreti dilinden hiç düşürmediği, imecelerde söyledikleri atışmalı manilere, türkülereydi.

Aslında sonraları rahmetli Annem anlatmıştı. Bir gün Annem beni evde beşikte uyutup işine gitmiş. Nasıl olmuşsa evin ocağının yanındaki çıralık tutuşmuş. Tesadüfen Fitnat hala evin önündeki yoldan geçerken evin kapısından dışarı sızan dumanı fark edince içeri girip bakmış. Durumu görünce önce beni dışarı çıkarmış, sonra da komşulara bağırıp yardım isteyerek yanan çıralığı söndürmüşler. Yani bir süre daha görmemiş olsa, ahşap eve ateş düşmesi kaçınılmaz olacakmış. Öyle olunca da evle birlikte bende kül olup savrulacakmışım.

Nazif usta halama kızarak:

-Bırak adamın yakasını da konuşalım biraz yahu! diyerek beni kurtarıverdi Fitnat halanın buram buram hasret kokan çadırından.

Dursun amca, Lalezer teyze, yaşıtım Gülten hanım, ne güzel bir aileydiler… Sevgilerinin sıcaklığıyla nasılda ısınmıştım o soğuk kış gününde… Dursun amcanın, minderin üzerine bağdaş kurup duvar yastığına dayayarak sırtını, yaktığı cigaradan çıkan dumanın, camdan sızan ışık huzmesini yalım yalım bölerek yükselişini izledim bir süre…

Sonraları bu ziyaretler aralıklı da olsa devam etti. Aramızdaki yaş farkına rağmen dostluğumuz giderek güçleniyordu Usta ile…

**

1980 12 Eylül ün karanlık günlerinden bir gündü, Ankara Samanpazarı yokuşunda karşılaştık Usta ile tesadüfen. Kucaklaştık iki hasretli. Yüz yüze bakışıp sadece gülüştük. Birlikte olduğu arkadaşını bir bahane bulup uzaklaştırdı. Sonra da Hacettepe Üniversitesi bahçesine girerek bir banka oturup neler konuşmadık ki o bir saatlik zamanda. Benim için endişelendiğini,  başıma bir iş gelebileceğinden korktuğunu söylediğinde:

-Üzülme ustam, bu ülkeyi sevmiş olmanın bedeli varsa ödeyeceğiz. Hem de pişmanlık duymadan. Dediğimde; kelimeler ikimizin de boğazına düğümlenmişti. Buğulu gözlerle,  kaçamak bakışlarla bakabildik birbirimizin yüzüne. Yüreğimiz kabarmıştı ikimizin de. Ne düşündüğünü anlamıştım. Biliyorum ki bir daha görüşememe ihtimalini geçiriyordu aklından. Kalktığımızda hadi Kırşehir’e gidelim, bizde kalırsın dedi. “Olmaz usta bu sakıncalı olur” dediğimde; bir süre yere baktı sonra hüzünlü bir şekilde başını yerden kaldırarak yüzüme bakıp  sadece “anladım” diyebildi. Usta çok konuşmayı da sevmezdi aslında. Kampusun kapısına kadar yürüdük. Çıkışta kucaklaşıp vedalaştığımız zaman bir kez daha yineledi Kırşehir’e gelmemi. Kardeşin kardeşi gammazladığı,  sokaklardan on on, yüz yüz, bin bin suçsuz, günahsız gençlerin toplandığı, onlar için idam sehpalarının hazırlandığının övünülerek bar bar bağırıldığı bir dönemde, orada, Kırşehir’de güvenilebilecek bir ağabeyin, bir dostun olması nasılda gururlandırmıştı beni.

Bu yazıyı okuyup ta o dönemi bilmeyen okurlarımın, suçumuzun ne olduğunu niçin devletten saklanma ihtiyacı duyduğumuz konusu akıllarına takılabilir. O dönem de de tıpkı bugünkünün aynısı; demokrasi, özgürlük, Bağımsız Demokratik bir Türkiye, barış içinde eşit koşullarda insanca yaşama özlem ve istemlerimizin dışında hiçbir ne suçumuz, ne de gayemiz vardı… Tabii bunları gerçekleştirebilmek içinse sistemi devirip yerine eşitlikçi, insan onuruna yakışacağını düşündüğümüz “sosyalizmi” inşa etmeyi planlıyorduk ama olmadı, başaramadık.

Usta ile ayrılırken sadece herkese selam götürmesini söyleyebildim. O sağa,  Samanpaarı’na, bense sola, Sıhhiye’ye doğru ayrılıp beşer onar adım atmıştık ki aniden bir kez daha onu görmek geldi içimden. Geri baktığımda aynı anda onunda baktığını fark ettim. Yine nasıl oldu bilmiyorum her ikimizde karşılıklı birbirimize doğru yürüyüp bir kez daha kucaklaştık. Ama tek bir sözcük konuş (a) madık, sadece bakışıp hüzünlü bir şekilde birbirimize gülümsedik. Bakışlarımızla vedalaşıp tekrar ayrıldık. Çok istememe rağmen cesaret edip bir kez daha geri dönüp bakamadım. Devam ettim yoluma.

**

Arada haberleştik elbet ki usta ile…  O fırtınalı günler epey uzakta kalmıştı. Yolumuz 1993 Eylül ayında bu kez Usot’ta kesişti. Arif arkadaşa (Morkan), Canan kızı (Pehlivan) gelin götürmeye gelmişlerdi. Bense yaz tatilini fırsat bilerek Usot’ta yazlık ev yapıyordum. Kınayı benim evde yapmaya karar verdiklerinde, evin eksiklerini tamamlamayı da taahhüt ettiler mecburen.

Kırşehir’den düğüne gelen tüm konuklar hepsi bir işin ucundan tutarken Nazif Usta, ustalığını göstermiş, evin elektrik tesisatını çekerek ışıklandırmıştı evimizi. Yani Usta yürüdüğü aydınlık yolda evimizi de aydınlatmıştı. Tüm dostların el vermesiyle badana, boya, temizlik derken evin on günlük eksiği bir günde tamamlanmıştı. Evin işleri bitince Usta lafı gediğine koyup; “Ula Rasim, eskisini yıkıp yeni ev yapmasını başardın ama bu eskimiş düzeni yıkarak yenilemeyi başaramadınız.? dediğinde, Ustanın 12 Eylül yenilgimizi kastettiğini kavramakta gecikmedim.  “Usta, bak bu ev kaç kişinin emeği ile bu hale geldi biliyor musun? Eğer herkes el vermeseydi hala bunun on günlük işi vardı. İşte yeni düzeni kurmak için de başta DİSK’e bağlı olan işçi sınıfı, sınıf tavrını gösteremeyip  ilk günden diktatörlüğe teslim olmak için Selimiye Kışlasında kuyruğa girdiği içindir ki yeni sistemi kurmayı başaramadık. Hal bu ki sonradan öğrendiğimize göre cuntacılar sadece İstanbul’da DİSK’ e bağlı sendikaları teslim alabilmek için 22 günlük mücadele planı yapmışlarmış. Oysaki buna gerek kalmadan radyo ve televizyonlardan ‘teslim ol’  çağrısı üzerine ilk gün teslim olanlara Selimiye Kışlası dar gelmişti.”  Konu genişlemiş ne çok konuşmuştuk. Ustanın az konuşan biri olmaktan çok, boş konuşmayan biri olduğunu o zaman daha iyi kavrama olanağı bulmuştum. Sürece ilişkin çok doğru tespitleri söz konusuydu.

Sonunda elbirliği ile evi kına gecesi yapmaya elverişli hale getirmeyi başarmıştık. Evimin ilk konukları ise kına yakıcılarıydı. Herkes, bundan sonra bu evde hep güzel şeylerin olacağı konusunda hemfikirdi. Çünkü açılışı kına töreniyle yapmıştık.

Ertesi günü evin önündeki bahçede iki ayrı yerde ateş yakıp tavaları sacayaklara yerleştirip başlarına da Hüsnü ve Nebahat Gümüş ablaları  oturtup bişi – lokum  pişirttik. Gün boyu yoldan gelip geçen herkes nasiplendi soframızdan.

Armut ağacının altında otururken Nazif Ustaya “şerefe” dediğimde:

-Ula, böyle gündüz vakti ayıp olmaz mı diye sormadan edemedi. Bende:

-Korkma be usta, burası Usot, isteyen camiye gidip secde eder, isteyen Halil İbrahim sofrasına kurulur rakı içer. dediğimde: Fitnat halaya seslenerek:

-Kız Fitnat, anlaşıldı bu evin odalarından birini kiralayacağım, seneye gene buradayım, dedi. Yerimden fırlayıp evin kapısının üzerindeki anahtarından birini çıkararak götürüp avucunun içine bırakarak:

-Usta, işte anahtar,  istediğin zaman bu ev senindir. dediğimde; haydi şerefine diyerek bardağı havada şöyle bir dolandırdıktan sonra dikiverdi kafaya. Arkasından da Usta, gevrek gevrek bir Artvin gülüşü savurdu ki sorma gitsin. O gülüşüdür ki hep yüreğimde asılı kaldı…

Bu kez sıra bende idi. “Usta Hacettepe bahçesini hatırladın mı? diye sorduğumda: “He ula hadi birde onun şerefine” dediğinde bardakların “çın” sesi uzaklardan bile duyuldu.

**

Sonra 1994 yılında ustayı Kırşehir’de çalıştığı iş yerinde ziyaret ettim. Ülkede 12 Eylül ürünü, 24 Ocak kararları meyvelerini vermeye başlamış, ülkenin gelir kaynakları bir bir satılığa çıkarılmıştı. Petlas Fabrikasının satılacağı konusunda aldığım duyumlara dayanarak, bir gazete için bilgi toplamak amacıyla, Usta ile çalıştığı Petlas fabrikası hakkında konuştum. Usta, fabrikanın nasıl zarar ettirilmek istediğini iyi bir gözlemci olarak anlattı. Ayrıca, 12 Eylül öncesine gönderme yaparak “Bunca çaba boşa gitti. Bırakalım sınıfın iktidara gelmesini, 12 Eylül sayesinde kazanılmış haklar birer birer gasp edildi, ülke parsel parsel satılmak isteniyor. 12 Eylül olmamış olsaydı bunların hiç birini akıllarından bile geçiremezdiler.” şeklindeki söylemi bile ustanın derin sınıf bakış açısının bir göstergesiydi.

Ustadan edindiğim bilgiler ışığında Petlas ın geleceği konusunda öngörülerde bulunup çalışanların olacaklara karşı tedbirli ve uyanık olmaları doğrultusunda gazete de yayımlanan yazımız, emekçiler arasında hayat bulması bir yana, tepkilere bile neden oldu. Yazdıklarımızın yalandan ibaret olduğunu iddia ettiler.  Ancak kısa süre sonra 1994 yılı 5 Nisan kararlarını müteakip, ne zamanki Petlas Fabrikasının satılma kararı alındı işte o zaman sınıfın aklı başına gelmeye başlamıştı. Ama bunun sınıfa bir yararı olmadığı gibi “biz zamanında uyarmıştık” demenin de bir esprisi kalmamış, binlerce işçinin Kırıkkale’ye kadar  yürüyüşleri de sonuç vermemişti. Çünkü atı alan çoktan uçmuştu.

Uzun süreli devam eden belirsizlikler, emekçileri canından bezdirmiş, sonunda 9.5.1997 tarihinde fabrikanın el değiştirmesiyle emekçiler için yeni sıkıntılı bir süreç başlamış oldu. 18 Eylül 2009 Tarihli 08 Haber gazetesinde fabrika atık ve dumanlarını kastederek yazdığım “Gölhisar Halkı Zehirleniyor” başlıklı yazımda sözünü ettiğim üzere; fabrika Gölhisar Mahallesi halkını zehirlerken, herkes bunun farkında olup sessizce çığlık atarken çocukları işten atılır korkusuyla kimse adını veremez, tepkisini dışa vuramaz olmuştu.

Yani demem şu ki; kapitalizm, kar hırsıyla Kırşehir halkını işsizlik ve açlıkla terbiye etmeye çalışıyordu.

Gönül isterdi ki Nazif Usta sınıf kardeşlerinin bu çileli günlerini görse idi…

**

1997 yılı Temmuz ayında yine tatile gitmiş olduğum Artvin’de Bülbilan yaylasından dönüşte Ustanın doğum yeri olan Gölaşen (şimdiki adı Güleş) köyüne uğradım. Cami dibinde sohbet ettiğim köylülerden Kırşehir’de motosikletle meydana gelen ölümlü trafik kazasından söz edilmesi üzerine, kaza geçirenin ismini sormadan haber kara saplı bir bıçak gibi yüreğime saplanışını unutmadım bir daha. Çünkü biliyordum ki Kırşehir’de Artvinliler arasında motosiklet tutkunu olan tek kişi Usta idi.

Hemen Kırşehir’i aradım. Beni aramışlar ama ulaşamamışlardı. Şimdiki gibi iletişim araçları yaygın değildi o zamanlar. İki gün olmuş, bundan tam 20 yıl önce 11 Temmuz 1997 tarihinde Usta aramızdan ayrılmıştı. Kırşehir’e başsağlığına gecikmeli olarak gidebildim.

?

Gittim gitmesin aya, artık sonraları Kındam’a uğramaya içim elvermedi. Sonra 10 Şubat 2004 tarihinde Fitnat halanın acı haberini aldım. Son bir kez görevimi yapmak üzere soluksuz düştüm bu kez Kındam’a.

Ve o günden sonra da artık Kındam’a hiç uğrayamaz oldum.

Ta ki 1 Ağustos 2009 Cumartesi akşamına kadar.

Ömer enişte (Kalkan) Ustanın yadigârı Fidan’ın kına gecesinin olduğunu söylediğinde sanki Ustayı görecekmişim gibi bir coşku kapladı içimi. Benim için güzel bir gündü 1 Ağustos günü.

İsahocalı’da türkü dostlarıyla buluşmuştum. Gecenin geç vaktinde ayrıldığımda rotamız Nazif Ustanın evi olmuştu.

Gün bitmek üzereydi eve vardığımızda. Sadece en yakın akrabalar kalmıştı geceden geriye evin önünde.

Gecenin geç, karanlık bir zamanında kızım Sıla ile birlikte sazımızın telinden dökülen ezgilerden memnun kalmıştı izleyiciler. Birlikte türküler söylenmiş, halaylar çekilmişti. Ama onların bilmediği ve anlayamadığı başka bir şey vardı. Aslında ben onlara çalmadım. Ben Ustaya çaldım, ben Fitnat halaya Dursun amcaya çaldım. Bildim ki hayatta olsalardı Fidan için çalmamı zaten isteyeceklerdi. Bende öyle yaptım. Davet beklemeden, naza çekmeden Fidan için aldım.

Aslında bu yazıyı özet olarak 20 Ocak 2010 tarihinde yazmış amam yayınlamamıştım., Geçtiğimiz 26 Haziran 2017 günü Ramazan bayramı sebebiyle ailecek Kırşehir’e gitmiştik.

Sevgili Ömer Enişte (Kalkan), Kazım dayı (Kalkan) ve ben mezar ziyaretlerinde  bulunduk. Dursun amca, Nazif Usta ve Fitnat hala yan yana idiler.

????????????????????????????????????

Geri dönüşte Ustanın evinin önünde durduk. Evde kimsecikler yoktu ama evin önünde 10-12 yaşlarında belli ki bayramlıklarını giymiş, yanaklarından kan damlayan iki erkek çocuğu vardı. Durup Ustanın adını sordum, hatırlamadılar. Duymadıklarını söylediler. Nedendir bilemem ama içim burkuldu. İşte o zaman bu yazıyı yayınlamayı düşündüm. Düşündüm ki sadece unutmamak yetmiyor, unutturmamak gerekiyor.

Işıklar içinde uyuyun Nazif Usta, Fitnat hala ve Dursun amca…

Not: Yazının başında tırnak içinde gösterdiğim üzere; Ustanın adı kayıtlarda “Nazif” olmasına rağmen “Nazım” olarak bilinirdi ama ben yazımda gerçek adını kullandım.