Bugün 11 Ağustos 2017, Küba’nın hafif nemli, Küba’ya göre aşırı sayılmayan sıcak bir sabahına gözlerimizi açtık. Yine kızım ve oğlum ile birlikte Oscar ailesinin hazırladığı yöresel kahvaltısına bizim de sofraya ilave ettiğimiz çay ile başladık. Oscar’ın büyük evi kendilerinin kasa dediği pansiyona dönüştürülmüş adeta. Bizden başka kalanlar da var. Bunlardan bir tanesi de Misuk… Kore’den gelmiş genç bir kız, kahvaltımızı birlikte yaptık. Kızımın tercümanlığıyla kahvaltı boyu sohbet ettik. Onun arkadaşı da gelmiş ama onu henüz görmedim.
Bugünki planımızda Devrim Müzesini gezmek ve Atatürk’ün anıtını ziyaret etmek var. Devrim müzesi kaldığımız yere 1.5 km. Müzeden Atatürk’ün heykeli de 1.1 km… Evden çıkmadan taksi ile gideceğimize karar vermemize rağmen kızım ve oğlum yürüyerek gidelim dediler. Benimde fikirlerine katılmam üzerine etrafımızı seyrederek yürüdük. İnternet yok. Kızımın önceden yüklediği bir program sayesinde İstanbul veya Ankara’da gezer gibi rahat gezebiliyoruz Havana (Habana)’da…
Her iki kenarından yükselen binaların arasında kalan dar bir sokağa girdik. Sokağı yarı etmiştik ki mimarisi muhteşem olan müze göründü. Müze’nin kapısında Che Guevera’nın resmi karşılıyor bizi. Giriş kapısında sıra var. Çok nazik güvenlik görevlileri belli bir disiplin içinde içeri alıyorlar. İçeride gerilla savaşından, devrim sürecinden bir çok resim var. Dönemin devrimcilerinin hepsini tanıtan biyografileri mevcut. Onlardan kalan eşyalarını da muhafazalı bir şekilde görselleştirmişler. Bizdeki 68 kuşağının söyleminde de kendisini bulan “yanki”sözcüğünü o zamanın protestolarındaki dövizlerinde sıkça görülmekte…
Bina içini bitirdikten sonra bir çok yerinden savaş esnasında darbe almış savaş araç gereçlerinin olduğu bahçeyi de gezince bu ziyaretimizi de bitirmiş oluyoruz.
40 derece sıcakta Atatürk’ün heykelinin olduğu parka doğru yol alıyoruz.
Heykel büst şeklinde yapılmış. Yemyeşil bir parkın önünden Havana kalesine bakıyor. Önünden sahil yolu geçiyor. Havana’nın en güzel yeri diyebilirim. Büstte büyük ve kabarık harflerle ATATÜRK yazıyor. Hemen onun altında “yurtta sulh cihanda sulh” yazıyor. “Bundan daha güzel nasıl anlatılabilirlerdi ki Atatürk’ü” demekten kendimi alamıyorum. Kızım, oğlum ve ben üçümüz de bahtiyarız. Gururla resimler çektirdik Atatürk ile…
Atatürk’ten ayrıldıktan sonra 15 yıldır iktidarda olan hükümet üyelerinin, Başbakanlarının, Cumhurbaşkanlarının günümüze kadar yaptıkları bir sürü saygısızlıkları gözlerimden şerit gibi geçti. Onun devrimlerini ortadan kaldıracak Kanun Hükmünde Kararnameler bir bir geçti akıl süzgecimden. “İki okyanus ötesinde gösterilen saygıya bak bir de bunlara” demekten kendimi alamadım.
Günü iyi bir yemek yiyerek ödüllendirmek istiyoruz ama yemek yemek zul geliyor. Ben yemek kültürleri sıfır diyorum, gençler “baba damak zevklerimiz farklı, onlar mutlu mutlu yiyorlar bak” diyerek benim düşüncemi çürütmeye çalışıyorlar. Diyebilirim ki sokaklarda Kübalı kadar turist var. Yemek hususunda herkesin zorlandığını hepimiz fark ediyoruz. Oğlum diyor ki “baba şuraya Antepli yada Urfalı birisi bir kebapçı açsa, insanar tıka basa doyar değil mi”. Bende kapitalist akıl iş başında diyerek hep birlikte gülüşüyoruz.
Bir sürü yiyecek içinden tuzsuz makarna, bizim pilava benzeyen pirinç pilavı yemeye karar veriyoruz. Bunları yerken Semih ve Nuriye sohbeti yaptığımızdan o da ağzımızda büyüyor…
Sahi Nuriye ve Semih’in durumunu görmezlikten gelen devlet adamları gerçekten adam mı?
12 Eylül faşizmi bile açlık grevine gittiğimizde bizim taleplerimizi ciddiye alıyorlardı. Kendilerini demokrasi kahramanı diye dünyaya yutturmaya çalışan demokrasi ve insan hakları düşmanları bu gençlerin katilliklerini şimdiden kabullenmişler…