1920 yılı, Kurtuluş Savaşı henüz sürerken ülkemizdeki toplam mevduatın %68’i yabancı sermayenin elindedir.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, kısa siyasi hayatında 9 banka kurdurur. Bankacılık sektöründe yabancı payını %19 seviyesine indirmeyi başarır.

Gazi Paşa’nın ebediyete göçmesinden 79 yıl sonrasında manzaramız ne durumdadır peki?

Tüm siyasetlerini Atatürk düşmanlığı üzerine kurgulayan, bu amaçla BATI dünyasıyla el ele çalışarak Atatürk’ün adını silmeye çalışan iktidar mensupları, onu halkın gönlünden silmeyi başaramayınca numaradan da olsa Atatürkçülük oynamaya başladılar. Ama acı bir gerçeği kabul etmek gerek. Maalesef bunu iktisaden başardılar. Atatürk’ün iktisadi mirasını bitirdiler.

Memleket şimdilerde tıpkı Osmanlı’nın son yıllarına damga vuran duyun-u umumiye dönemindeki gibi bir borç sarmalında. Paramız paçavraya döndü.

Cumhurbaşkanı çıkmış, sanki güç bendeymiş gibi faiz lobisine çakıyor.(-mış gibi yapıyor elbet.) Doları, Euro’nın Zeki Müren’in ünlü repliğindeki gibi; ” Kahrol emi…!” deyince korkup yelkenleri suya indireceğine kendi de inanmıyor zaten.

Kör değiliz nihayetinde. Havuzdan nasiplenmiyoruz. Saray artığında da gözümüz yok. Görmemek için kör olmak bile mazeret değil. (Vicdan engelli olanlar, görmekten muaftır.)Mecbur görüyoruz, elimiz dilimiz de uslu değil.Konuşuyor, yazıyoruz.

“Vatanı sattılar!” diyoruz birilerine.

Cumhuriyet döneminin tüm sanayi tesisleri, limanları satıldığı halde,

Bankaların %76’sı sigorta sektörünün %80’i satıldığı halde,

Yabancılara mülk satışında karşılıklılık kaldırılıp üst sınır 2.5 hektardan 60 hektara çıkarıldığı ve binlerce hektar alan patır patır yabancılara peşkeş çekildiği halde;

Her gün gözlerinin önünde adeta naklen yayımlanan tabloyu gördükleri halde;

Halâ: “Neyi kime satmışlar, ispatla! ”diyorlar.

Nedense böylelerini görünce aklıma aşağıdaki fıkra geliyor. Üstüne alınan alınsın umrumda olmaz:

VALLAHİ İNANMAM(!)

Güzel, alımlı bir kadınla evlidir adam. Kadının gözü dışarılardadır. Ancak kocası ona toz kondurmak istemez bir türlü. İnanmak istemese de arkadaşlarının ısrarlı ve rahatsız edici imalarından sonra, o da karısının kendisini aldattığından şüphelenmeye başlar. Peşine bir dedektif takar. Peşinatı alan dedektif başlar kadını izlemeye ve fotoğraflamaya.

Adam sabah işe gittikten sonra kadın süslenip dışarı çıkar. Genç yakışıklı biriyle buluşur. Dedektif sahneyi fotoğraflar. Sonra bir taksiye binip delikanlının bahçeli evine gider, içeri girerler. Bu sahneler de fotoğraflanır. Dedektif bahçede pencereyi gören bir ağacın dalına çıkar. Kadınla adam cilveleşerek soyunurken bu sahneyi de fotoğraflar. Bu sırada perdelerin açık olduğunu gören adam, perdeleri çeker.

O andan itibaren, dedektif fotoğraf çekemez olur. Ağaçtan iner.

“Bu kadar delil zaten yeter.” diye düşünür; elinde fotoğraflarla adama gidip ayrıntılı bir rapor verir:

“Perdeler çekilince başka fotoğraf çekemedim; ama sanırım gerçeği anlamanız için bu kadarı yeterli” diyerek kalan ücretini talep eder.

“Olmaz…!” der adam. “İçerde olan biteni göremezsem inanmam ihanete uğradığıma.”

*

Bizim durumumuz, fıkradakinden daha aleni. Dibine kadar gerçek olan öykümüzün kahramanı, artık perdeleri çekmeye bile tenezzül etmiyor. Çünkü görmemeye yeminli olanlarımız o kadar çok ki.

SALİH ALTUN