Rasim Yılmaz

ll.BÖLÜM
rasimyilmaz08@hotmail.com

Değerli okurlar, 20 Kasım günü “GÖÇ VE SÜRGÜN” başlığıyla yayımlanan bu yazımın 1. Bölümünün son paragrafında; Artvin yaşanılır olmaktan çıkarılarak boşaltılmak istenmektedir. Ama bunu yaparken açıktan Artvinliye ’burayı terk edin’  denmiyor. İnsanların yaşam alanları daraltılarak göç etmeye yani “gönüllü sürgüne” zorlanıyor.” demiştim.

17 Mart 2017 tarihinde, Bursa’da faaliyet yürüten Artvin Sanat Kültür ve Sosyal Dayanışma Derneği (AS – DER)’in davetlisi olarak bir etkinliğe katıldım. Programım esnasında dinleyiciler arasından Kerim Keskin adlı bir dost hemşerimiz, 1990’ların ortalarında yine AS-DER’ in çağrılısı olarak katıldığım bir etkinlikte;  Göç etmek zorunda bırakılan insanların aslında sürgün edildiklerişeklindeki söylemimi hatırlatarak; neden böyle düşündüğümü sordu.

Dikkatli bir dinleyici olan bu hemşerimiz 20 yıl önceki söylemimi unutmamıştı.  Çünkü “sürgün”  sözcüğü insanı ürperten, kulağı tırmalayan bir sözcüktür. Diğer bir şekli ile içinde aşağılamayı, küçümsemeyi, suçlamayı, hor görmeyi de barındıran bir sözcük olduğu içindir ki hemşerimiz haklı olarak bu sözcüğü unutmamıştır. Ancak orda da açıkladığım gibi hemen söylemeliyim ki benim söylemek istediğim bu anlamların hiçbirisini içermemektedir.

Sürgün kavramını gönüllü ve zorunlu olmak üzere ikiye ayırmak gerek. Zorunlu olanı: Birini, ‘ceza olarak, bulunduğu yerden bir başka yere zorla gönderme olayıdır.’ Diğer bir deyişle;  Herhangi bir sebeple insanların yaşadıkları yerden, başka bir yere zorunlu olarak göçe zorlanmasıdır. Yakın tarihimizde Güneydoğu bölgesinde kirli savaş koşullarından ötürü devletin zorla köy boşaltmalarından tutunda politik sürgünler vs. Binlerce örnek verilebilir.

Bakın, 1938 ‘de Devlet tarafından Bilecik’e sürülen Cemal Süreyya o günleri nasıl anlatıyor:

“ Bizi bir kamyona doldurdular
Tüfekli iki erin nezaretinde.
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü…

Hiç kimsenin ne gönüllü, ne de zoraki sürgünü yaşamamsı dileğimle mutlu kalın.”

 Hatta Osmanlı’nın sürgün için en çok tercih ettiği Midilli, Sakız, Rodos Adası yanında Sinop, Fizan, Trablus gibi yerleri belirlediği de bilinmektedir. Yani vardığı sonuca göre politik, sosyal veya ekonomik nedenlerle insanların yurtlarını terk etmek zorunda kalınmış olmasıdır sürgün. İşte çoğunluğu ekonomik nedenlerden ötürü Başta Bursa ve büyük kentler olmak üzere ülkenin dört bir yanına dağılmış olan Artvinliler ise devlet zoruyla gönderilmemiş olsalar da özünde ‘gönüllü sürgünlerdir’. Yani Artvinliler çaresizlik içerisinde bırakılmış,  gönüllü sürgün koşulları dayatılarak mağdur edilmişlerdir.

Şöyle düşünün; yüzyıllardır biriktirdiğiniz, sizi siz yapan gelenek, görenek, kültür, maddi ve manevi değerlerinizi ardınızda bırakarak meçhule doğru, ne olacağını bilmediği  bir yola kim çıkmak ister? Belki başkalarının kararıyla değil ama koşulların size dayattığı zorunluluk sonucu gitmek zorunda kalıyorsunuz.

Gittiğiniz yepyeni yerlerde dil bilmez, yol bilmez, üst yok, baş yok. Lanetliler gibi kimseye selam veremeden sabahın kör karanlığında kalkıp akşamın geç vakitlerine kadar, zemheri azabı altında üç kuruşa talim edersiniz. Yeni doğan, bebeğinizi ne gittiğiniz kentin kent kültürüne uygun, ne de geride bıraktığınız kültürünüzü yaşatmaktan mahrum memleket ninnilerini söyleyerek avunursunuz.

Parçalanmış yüreğinizin bir parçası geldiğiniz topraklarda,  bir parçası meçhulde, sizde kalan parça ise yangın yeri gibi dinmek bilmeyecek olan hasretinizi nasıl okuyacağız?

Yer yabancı, dil yabancı, aldığınız nefes, karşılaştığınız herkes yabancı. Yaşlanınca “ölünce köyüme götürün” diye vasiyet bırakacaksınız. Ölünüzün bile doyduğunuzu sanıp yaşadığınız kentte bırakılmasına razı gelmeyerek, doğduğumuz ata topraklarına götürülmesini isteyişinizin gerçek nedeni nedir dersiniz?

????????????????????????????????????

Aradan yıllar geçse de içimizden atamadığımız o duyguyu nasıl ifade edeceğiz? Eğer zorunlu değil de gönüllü geldiysek, doğduğumuz o toprakları gönüllü terk ettikse, neden bir gün olsun kendimizi yaşadığımız yere ait hissedemiyoruz?

Nedendir gelincikler gibi yurdun dört bir yanına dağılmış çocuklarımızı kendi geçmişimize ait kültürümüz doğrultusunda yetiştirme çabamız?

Sürgün, sürülmekle bitmez, tekrar tekrar sürülürsünüz oradan oraya. Nice aileler tanıdım ki; önce Tokat’a gitmişler, olmamış Kırşehir’e taşınmışlar, zamanla o da olmamış Bursa, İzmir, Ankara gibi büyük kentlere ve yurt dışına yeniden, yeniden taşınmalar… Peki, nasıl izah edeceğiz bu durumu? Keyfimiz böyle istediği için geldik diyenine rastlamanız mümkün mü? Kırşehir’de bir hemşerimizin: “Kırk yıl oldu Artvin Ardanuç’tan geleli, ben hala rüyalarımı orda görüyorum” diyen hemşerimiz isteyerek geldiyse 40 yıldır rüyalarının geldiği yerde takılı kalmasının gerekçesi ne olabilir?

Almanya’da bir emekçi: “Bizler, Türkiye’de Almancı, Almanya’da yabancı! Ne çok zoruma gidiyor bir bilseniz ki! Doğduğumuz topraklar bile bize yabancılaştı.” demişti. Ne denebilir ki?

Yine geçtiğimiz aylarda Ankara AKM’de düzenlenen Urfa Tanıtım Günlerine gitmiştim. Ellerinde bağlamalarıyla müzik yapan bir grup Suriyeli çocuğu dinledim. Görevli, onları izleyicilere şöyle tanıttı:

“Bu çocuklar, Suriye’den kaçan çocuklardır. Bunları alıyor, sahip çıkıyor, yediriyor, içiriyor, giydiriyor, onları iyi birer insan olmaları için Devlet Babanın şefkatli ellerinde koruyoruz.” Görünüşte ne kadar asil bir davranış değil mi? Ve görevli anlatımına devam ediyor: “Onlara Türkçe ve Kürtçe öğretiyoruz.”

Çocuklar şarkılarını Türkçe, Kürtçe ve Arapça dillerinde söylediler. Doğrusu çokta güzel söylediler. Çocukların ana dili Arapça ama onlar Arapça yanında zorunlu olarak Türkçe (Türkiye’ye uyum sağlasınlar diye)  ve Kürtçe (Urfa’ya uyum sağlasınlar diye) dil öğrenmek zorundalar. Bu çocuklar, Esat tarafından “hadi sizi Türkiye’ye sürüyorum” diyerek sınır dışı ettiği çocuklar değil. Vahşi emperyalizmin kurbanları, savaştan canlarını kurtarmaya çalışan masum sabiler… Savaş haydutları tarafından oyuncakları ve ülkeleri ellerinden alınmış sürgün çocuklar. Açın yüreklerini, bakın hele ki içlerinde bir tanesi bile gönüllü olarak burada kalmayı, Türkçe ya da Kürtçe öğrenmek istiyorlar mı?

Ama sürgünler. Gittikleri yerdekilerin niyetleri kadar varlar, fazlası fazla. “Sevginin ırkı ve dini olmaz.”  O çocuklar sevdikleri her şeyden mahrum, yaşamaları karşılığında adına entegrasyon dedikleri asimilasyona maruz kalmış sabiler. Yarının büyükleri olup, içlerine yerleşen kimliksiz öfkeleriyle gelecekte ne yapacaklarını, nasıl kişilikler edineceklerini kim bilebilir? Kestirmek güç.

Sonuç Yerine:

Sürgün, ister “zorunlu” ister  “gönüllü” olsun sonuçta kişiye dışarıdan dayatılmış veya kişinin kendi rızasıyla benimsediği bir yaşam olarak tezahür eder. Bazen sürgünde önemli kazanımlar da elde edebilirsiniz. Lakin hep bir eksiklik duygusu, hep bir yarım kalmışlıkla cebelleşir durursunuz. Her aklınıza geldiğinde, her anlatışınızda kelimeler boğazınıza dizilir.

TÜİK’e göre; Türkiye’de en güvenli il Artvin’dir… Bu dünde böyleydi gelecekte de hep böyle kalacak.
Çünkü onlar, ipek halıya basarak değil, ayaklarına sert yamaçların dikenleri bata çıka büyüdüler.
Onlar, bir dilim kuru ekmeğini ve katık olarak bir parça kargayı doyurmayacak boyuttaki peynirini kırk kişi paylaşarak geliştiler.
Onlar, ormanı kardeş, dağları yurt, dağların sisini yorgan edindiler.
Onlar, suyunu derelerden içerek canlarına can kattılar.
Onlar ekmeği az ama sevgiyi tok yaşadılar.
Bundandır gittikleri yerde kırk yıl rüyalarını doğduğu topraklarda görmeleri. Bunun içindir ki bir kez daha yetkilileri ve yetkililere güvenerek Artvin’i talan etme hayali kuranları uyarıyoruz; hiçbir yaptırım ve zor Artvinlinin Artvin’e olan sevgisini ve sahiplenmişliğini azaltmayacaktır.

Yol yakınken, Artvin’e ve Artvinliye daha fazla zarar vermeden madeninizi, HES’inizi, taş ocaklarınızı ve Artvin’in yer altı ve yerüstü kaynaklarına olan iştahınızı alın ve gidin.

Bu sevgi sizi boğar.

Benden söylemesi…

 (2.BÖLÜMÜN SONU – DEVAM EDECEK – GELECEK BÖLÜM: BURSA’DA  ANLAMLI  BİR BULUŞMA!)