TBMM’de İçişleri Bakanlığı bütçesi görüşmelerinde söz alan CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, FETÖ’nün Erdoğan sonrası AKP’nin Genel Başkan projesi olduğunu iddia etti.

Özgür Özel’in genel kuruldaki konuşmasını virgülüne dokunmadan yayınlıyoruz.

CHP GRUBU ADINA ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi şahsım ve Cumhuriyet Halk Partisi adına saygıyla selamlarım.

Bugün burada İçişleri Bakanlığının bütçesini görüşüyoruz ancak bu bütçe görüşmeleri herhangi bir İçişleri Bakanlığı bütçesi gibi müzakere edilebilecek bir durumda değil. Nedir bütçe? Bütçe, tüyü bitmemiş yetimin hakkıdır; bütçe, fakir fukaranın, garip gurebanın, atanamayan meslek sahiplerinin, ay sonunu getiremeyen emeklinin, dünyanın en yüksek oranında vergisini ödeyen asgari ücretlinin, borç batağındaki çiftçinin, işsiz gezen gencin aslında umududur. Bu ülkedeki vergi adaletsizliğiyle, asgari ücretlilerin vergi ödediği ama Man Adası’na şirket kuranların vergiden kaçtıkları, kaçınabildikleri adaletsiz bir düzende yaşıyoruz. Ama bugün İçişleri Bakanlığı bütçesi görüşüyoruz. Bu bütçeyi görüşmeden önce bu İçişleri Bakanı için bir gensoru verdik, bilerek, tam üç gün önce. Üçüncü gün dağıtıldı, dündü, odalarınıza geldi. Adalet ve Kalkınma Partisi Grubundan bu gensoruyu İçişleri Bakanının bütçesinden önce görüşmeyi talep ettik, bugün. Çünkü İçişleri Bakanlığı herhangi bir bakanlık değildi. Ancak, son dönemdeki hâl ve gidişatları, tavırları, çıkışları, hezeyanlarıyla İçişleri Bakanı kendisine bir bütçe emanet edilebilecek bir devlet adamı çizgisinden de uzaklaşmıştı.

“İçişleri Bakanlığı bütçesi” deyip geçmeyin, doğru ellerde kullanılması lazım. Anadolu’nun en ücra köşesinde görev yapan jandarma erinin kumanyasıdır İçişleri Bakanlığı bütçesi. Yirmi dört saat uykusuz çalıştırılan, kaskını yastık yapıp kendisini bir köşe başında dinlendiren Çevik Kuvvet polisinin sabah eve giderken yeni doğmuş bebeğine aldığı süttür İçişleri Bakanlığı bütçesi. Sahil Güvenlik Komutanlığında gencecik bir astsubayın bir yuva kurma ümididir İçişleri Bakanlığı bütçesi. Ama ya doğru ellerde kullanılmazsa? Doğru ellerde kullanılmazsa Berkin Elvan’ı vuran gaz fişeği, Ethem Sarısülük’ü vuran mermi, Veli Saçılık’a sıkılan plastik mermi, Nuriye ve Semih’in açlığa yatan bedenlerine destek vermek için gidenlere vurulan cop, sıkılan gaz, sınırı geçip Türkiye topraklarına atılabilecek birkaç tane roketatar, sivil halka acımasızca saldıran esedullah timlerine verilebilecek bir destek, Yüksekova’da tutukluk yapıp yanlışlıkla 4 sivil genci başından vuran, daha sonra Süleyman Soylu’nun taziyeye gittiğinde “Tutukluk mutukluk hikâye, bu başta duran operatörün FETÖ’cü olduğunu biliyoruz, artık onları buradan temizliyoruz, cezasını çekecek.” Deyip altı ay sonra, o “FETÖ’cü” dediği, “Tutukluk mutukluk yok, biz biliyoruz meseleyi.” dediği kişi tahliye olup göreve devam ederken ailelerin Süleyman Soylu’ya ulaşamaması durumudur eğer kötü ellerde kalırsa İçişleri Bakanlığı bütçesi.

Peki, başka ne olabilir kötü ellerde kalırsa İçişleri Bakanlığı bütçesi? Cumhurbaşkanının konutuna yerleştirilen böcek olabilir arkadaşlar. Birilerinin özel hayatını gizlice izleyen kamera olabilir. Rus Büyükelçisine sıkılan bir silahtaki kurşun, o Türkiye-Rusya ilişkilerini yeniden bozmaya çalışan provokasyonun bütçesi olabilir İçişleri Bakanlığı bütçesi. 15 Temmuz darbe girişiminde sivil halka yönelen bir polis aracından açılan ateş, o aracın mazotu olabilir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tutuklanan ama o gece darbeye karışmadıkları hâlâ daha açıklanamayan o koskoca yapının hâlâ ne kadarının içeride olduğunu bilemediğiniz şüpheli bir durumu da İçişleri Bakanlığına vereceğiniz bütçeyle sürdürüyor olabilirsiniz.

Man adası belgeleri açıklandı ve hemen ardından, Sayın Bakandan, değil bir bakana, bir kamu görevlisine yakışmayacak tehditler geldi. Kimseye yakışmayacak, sokak ağzı denilebilecek, mafya tetikçisinin ağzına bile… Duyduğunuzda tüylerinizi ürperten bazı açıklamaları Sayın Bakan Sayın Genel Başkanımız için söyledi. O, herhangi bir kamu görevlisi değil. Emrinde 268 bin kişilik polis, 179 bin kişilik jandarma, 50 bin kişilik konucu, Emniyet istihbarat, Jandarma istihbarat, hepsinin elinde olduğu birisi dönüp bir partinin genel başkanına “Sen bittin.” derse, bu, bir mafya bozuntusunun tehdidinden çok daha ciddiye alınması gereken bir tehdittir.

Emrinde siyasiler, emrindeki polisler ve bütün bir istihbarat yapısı duruyorken, böylesi bir bütçeyle birlikte ve emrindekiler devlet adına ve hepimiz adına silah kullanma yetkisine sahip -asker dışındaki- tek varlıkken, Sayın Bakan bu ifadeleri kullanırken dikkat etmelidir ve o makam hukuka en çok riayet etmesi gereken makamdır. Ama Sayın Bakan sadece tehdit mi? Şantaj da yaptı, dedi ki: “Ey Kılıçdaroğlu, daha dur bakalım, turpun büyüğü heybede!”

Sayın Bakan, hukuka en çok uyması gereken bakanlığın başındasınız. Hukuk devletlerinde heybe olmaz, hukuk devletlerinde turp olmaz. Eğer bir turp varsa o turp derhâl çıkarılır, gereği yapılır. Heybe olmaz. Bir suç isnadı varsa, iddianame olur, savcı olur, hâkim olur, gereği yapılır. Ama bugün “Sen Man Adası’nda bunları söylerken ‘Gözlerinden öperim.’ dedin, ben de bunu söylerken gözlerinden öpüyorum…” “…Sen ‘özel kalem müdürü’ dedin, ben de özel kalem müdürü diyorum.” derseniz, işte bu, şantaj; bu hamle senin o hamlene karşı yapılmış hamledir “Devam edersen biz de devam edeceğiz.” demektir. Meselenin zorluğu da meselenin sıkıntılı tarafı da tam da buradadır.
Bir bakan, bu kadar önemli bir bakan, hepimiz açısından önemine kimsenin laf söylemediği bir bakanlığın başındaki bir kişi, peki, işi gücü bırakır da neden bir muhalefet partisinin liderine muhalefet etmeye başlar, hakaret eder, iftira eder, tehdit savurur ve bunu çıldırmışçasına, hezeyan hâli içinde yapar? Aklı başında düşünen herkes şunu öngörebilir: İki tane ana sebebi olabilir, iki sebebi. Birisi, son derece kurumsaldır ve bunlar siyasetin içinde vardır, partinin kendisine verdiği bir görevdir, bütün sözcülere, bütün bakanlara ya da sadece Süleyman Bey’e -ve şu- “Biz bundan sonra bu Man belgelerini her gün gündemde tutacağız.” diye bir görev verilmiş olabilir.

Peki, böyle bir görev var mı? Önce belgeler çıktı. Belgelerin çıkacağı söylendi. Adalet ve Kalkınma Partisi “Böyle belgeler yok.” dedi. Genel Başkan belgeyi gösterdi. “Belge var ama sahte.” dedi. Sahteliği için araştırma komisyonunu kuralım dedik. “Hayır” oyu verdi, “Sahte değil ama fotokopi, gerçeğini görmeden inanmayız, basına dağıtın.” dedi. Basına dağıttık. “Basına dağıtılanlar da fotokopi, fotokopi, sahte hükmündedir, cesaretiniz varsa savcılığa verin.” dedi. Savcılığa verdik ve o gün AKP’nin bundan sonraki kurumsal tavrını Adalet ve Kalkınma Partisinin Sözcüsü Mahir Ünal açıkladı, çıktı, dedi ki: “Bundan sonra CHP’nin açıkladığı belgeler, hiçbir şekilde bizim siyasetimizin gündeminde yer almayacaktır.” Bu, stratejik bir karardır ve Allah için, oturup şurada birlikte konuştuğumuzu da kabul edelim, bu karara milletvekilleriniz uyuyor, bu karara grup başkan vekilleriniz uyuyor, bu karara bütün bakanlar uyuyor, bu karara Başbakan uyuyor ve bu karara Sayın Cumhurbaşkanı uyuyor ve belgeleri konuşmuyorlar, biz konuşalım istiyoruz. Ama belgelerin bilinirliğini kendi kamuoyunuza da taşımamak adına veya hangi saikle aldığınız bir kararsa bu stratejik karara uyuyorsunuz.

Kim uymuyor? Bir tek kişi uymuyor: Süleyman Soylu. Ne yapıyor? Gece gündüz o belgelerle yatıyor, o belgelerle kalkıyor. Türkiye’nin dört bir yanına gidiyor, Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na hakareti o belgeler üzerinden yapıyor, Sayın Genel Başkana iftiraları, hakaretleri ardı ardına sayıp istifaya davet ediyor, ardından gece evine gidiyor, sosyal medyadan belgeleri tartışmaya devam ediyor çarpıcı “caps”lerle. Peki niye yapıyor bunu, parti kararına rağmen? O zaman mesele kurumsal değil, kişisel. Burada iki ihtimal var, biri özel sorunları olabilir, o, bizim konumuz değil, özel hayatla ilgili sorunlar değil ama partisi içinde kendine özgü sorunlar olabilir, işte o, bizim konumuz.

Şimdi iddia ediyorum, iddiamız şudur: Süleyman Soylu, Sayın Recep Tayyip Erdoğan sonrası Adalet ve Kalkınma Partisi için genel başkan projesidir ama bu, bugünün projesi değildir; bu, kendisinin projesi de değildir; bu, yaklaşık dokuz on yıllık bir FETÖ projesidir.

Şimdi, Sayın Bakan, 2008 yılında, Demokrat Partiye 2008’in Ocağında Genel Başkan olur.

2009’un Mayısına kadar Genel Başkandır ve başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Adalet ve Kalkınma Partisine etkin bir muhalefet değil, eleştiri değil, ağır eleştiri değil, hakaret değil, düpedüz küfür düzeyinde ifadeler kullanmaktadır. İfadeleri burada tekrar edip bu konuşmanın insicamını bozmak niyetinde değilim. Biraz önce teker teker sayıldı, fazlasının olup eksiğinin olmadığını hepiniz biliyorsunuz.

Peki, daha sonra ne olur? Genel Başkanlık görevini yaparken, bir ifadeyle, “FETÖ’nün Süleyman Soylu’yu yanına verdiği adam” denen, cemaat terminolojisiyle kendisinden sorumlu bir “abi” vardır, abinin adı Vedat Demir. Vedat Demir, FETÖ tarafından Süleyman Soylu’nun yanına verilmiş, kendisi tarafından Demokrat Partide Genel İdare Kurulu üyesi yapılmış ve o FETÖ’cü kişi, Süleyman Soylu size en ağır hakaretleri yaparken yanı başındadır ve destekçisidir. Yani siz 17-25 Aralığa “Cemaatin gerçek yüzünü gördüğümüz gün.” diyorsunuz ya, kendi açınızdan da bunu savunuyorsunuz ve inanıyorsunuz ya, ben size şunu söylüyorum: Haklısınız, 17-25’te cemaatle çelişki su üstüne çıkmıştır ama adamların niyeti, 2008-2009’da sizin alternatifiniz olarak belki bir parti geliştirmeye çalışırken, sonra taktik değişecek, Süleyman Soylu en ağır hakaretlerini yaparken FETÖ’cülerin desteğini almaktadır. “Hadi canım sen de, nereden söylüyorsun bunu?” 2009’un Mayısında, Hüsamettin Cindoruk “Bana makosenlerimi giydirmesinler, ben Demokrat Partiyi bir cemaatin partisi hâline getirmem.” der, kendisiyle karşılıklı rekabete girer.

Peki, o sert Süleyman Soylu, yaklaşmakta olan 12 Eylül 2010 referandumuna doğru ne yapmaya karar vermiştir? Yine, yanında Vedat Demir olduğu hâlde, Süleyman Soylu, demokrasi buluşmalarının baş aktörüdür ve iki ay içinde 50 tane şehir gezer.

Demokrasi buluşmalarında sonuna kadar “evet”i savunur büyük bir başarıyla, büyük bir üstünlükle ve acayip bir finansmanla.

Bugün Cumhuriyet Halk Partisi altmış gün içinde 50 tane şehir geçecek bir şey planlasa Parti Saymanımız Haluk Hoca’nın geçireceği kalp spazmı bir yana, zor organizasyondur, büyük organizasyondur.

Ama bunu Demokrat Parti finanse etmemiştir. Kim finanse etmiştir? Belki Süleyman Soylu finanse etmiştir, cebinden. Buna inanmak isteriz ama kendisi, Demokrat Partiden, o tarihte kurumsal parti görüşü “hayır” oyu vermek olduğu hâlde “evet”e çalıştığı için ihraç edilir. İhracından sonra partinin saymanı bütün il başkanlıklarına kendisini suçlayan bir yazı yollar, “On dört ayda 12 milyon TL para harcadı.” der ve bunun üzerine Süleyman Soylu’yla mahkemelik olurlar. Mahkemede, mahkeme saymanın lehine sonuçlanacaktır, itiraz da Danıştay tarafından reddedilecektir. Mahkemeye sunulan belgeler çok konuşulur; iç çamaşırı, minibarın parası, kişisel birçok harcama.

Hayır, bu harcamaların hesabı Anayasa Mahkemesinde elbette verilir ama iç çamaşırına, minibardan içilen suya, içeceklere kadar parasını partiden veren birisinin bir kampanyayı partisiz şekilde, iki ayda 50 ile gidecek, salonları tutacak, sesli araçları düzenleyecek parayı nereden bulduğu konusunda yine cevap yanı başındaki Vedat Demir’dir.

12 Eylül 2010’da balkondan teşekkürler yapılırken bağımsız içgüdücülere, demokrasi buluşmasının yiğit evlatlarına, Pensilvanya’ya, oraya buraya süreç artık Süleyman Soylu’nun, bir başka parti de başkan olmayan Süleyman Soylu’nun Adalet ve Kalkınma Partisine getirilip monte edilme sürecidir. Bu sırada “Kim götürdü?”, “Kim yaptı?”, “Kim etti?”; ayrı tartışmalar ama üyelik günü Vedat Demir’in açıklaması: “Doçent Doktor Demir: ‘AK PARTİ’ye güç katacaktır.'” demiş ve bu Vedat Demir demokrasi buluşmalarıyla ilgili ve Demokrat Partinin Ergenekoncu istilasına girdiğiyle ilgili Mahmut Övür’e önemli şeyler söylemiş. Bu Vedat Demir’le birlikte Sayın Süleyman Soylu’nun, Adalet ve Kalkınma Partisine katıldığı günden aylar önce, şubat ayında Pensilvanya’ya gittiği ve Fetullah Gülen’le konuştuğu iddia edilmektedir. Çıkıp eğer kendisi Fetullah Gülen’le, yanında Vedat Demir olduğu hâlde, görüştüğünü kabul ederse başka bir şeydir, siyaseten tartışılır, reddedilirse tarih vereceğim birazdan söz alarak ve o tarihte kendisinin nerede olduğunu ispatlamasını isteyeceğim ama bu süreçlerin…

Şimdi, bu süreçlerin sonunda şöyle bir şey diyebilirsiniz: “Ya, Vedat Demir, FETÖ’cü olabilir, Süleyman Bey’e yanaşır, Süleyman Bey’le birlikte siyaset yapar, AKP’ye yanaşır, AKP’ye gelir, yardımcı doçentken doçent, profesör olur Süleyman Bey AKP’de siyaset yaparken ama 17-25’ten sonra Vedat demir aklını başına almıştır belki.” Yok. Vedat Demir, 15 Temmuz gecesi, daha sonradan güvenlik güçlerince ele geçirilen -sayın bakanın da vücut diliyle tasdik ettiği- whatsApp ya da byLock yazışmalarında “Hocam, bu darbe başarılı oldu, oldu; olmazsa eğer hepimiz perişan olduk, tek adam diktatörlüğü.” diye mesaj atmıştır 15 Temmuz akşamı. Bu, ispata muhtaç bir konu. Hayır, sayın bakanın elindeki bu bilgi, Sayın Vedat Demir’in… Bakanın değil, o dönemin İçişleri Bakanının elindeki bu bilgi Sayın Vedat Demir’i tutuklatmış, 8 Ağustos günü bu whatsApp yazışmaları terör örgütüyle irtibat, iltisak ve sürekli haberleşmeden dolayı önce ihraç edilmiş, 8 Ağustos günü de tutuklanarak cezaevine konmuştur. Peki, o Vedat Demir daha sonra ne olmuştur? Daha sonra, sayın bakan birkaç ay sonra İçişleri Bakanı olmuş -mahkeme dosyasına ne girmiş ne çıkmış onu çok merak ediyoruz ama- Vedat Demir tahliye edilmiştir. Sabah gazetesinin kupürü: “FETÖ davasında skandal tahliye”. Bu, sizin yakından takip ettiğiniz, bildiğiniz gazetenin vurgusu. Sadece Berat Albayrak’ın gazetesi olan Sabah “Skandal tahliye” dememiş…

Örneğin Cem Küçük “Bunlar net FETÖ’cü, nasıl tahliye edersiniz?” diye yazarken, darbe girişimini darbe girişiminden önce bilen Fuat Uğur “Bunları koruyan bir el var, bunları koruyan el, kimdir?” sorusunu köşesinden sormuştur.

Şimdi, biz şunu soruyoruz: Bir matruşkadan bahsettiniz Sayın Bakan. Bu cemaat uzun vadeli bakar, bu matruşkanın içi açıldıkça bir tane çıkar içi açıldıkça bir tane daha çıkar içi açıldıkça bir tane daha, bir daha, bir daha, bu biter…

Buyurun, bu güzel bu tanımlamayı yapıyorsunuz da bu matruşkalardan, acaba içinden çıkacak son isim, son resim siz olmayasınız sakın.

Adalet ve Kalkınma Partililere sesleniyorum, şunu söylüyorum: FETÖ bir hastalıktır, biz erken teşhis ettik. “Bünyeyi sarıyorum, damarlardan ilerliyorum, kaplıyorum.” diyordu. Doğru, orada bir yerden sonra anladınız, mücadeleye 15 Temmuzdan sonra başladınız. Sonra hastalık geriledi, geriledi, geriledi.

Eczacı kimliğimle söylüyorum, virütik hastalıklar geriler, geriler, geriler ama bir virüs yaşam ortamını kaybettiğinde kristalize olur; günler, aylar, yıllar, on yıllar durur, yeni bir besi ortamı bulduğunda yeniden büyüyebilir. Şimdi karşımızda kriptonun kriptosu, en kripto, polikripto derken acaba bir virüs olarak bünyede bir Fetullah Gülen’in Recep Tayyip Erdoğan sonrası AKP Genel Başkanı projesi o günü kristalize hâlde bekliyor mudur? Bu soruyu kendinize sorun.