Barış Arifoğlu

Çok uzun zamandır şehirler arası otobüs yolculuğu yapmadığımı farkettim birden. Ve o kadar uzun zaman geçmişki üzerinden, zihnimi zorlamama rağmen en son otobüsle nereye gittiğimi bile hatırlayamadım. Tarifsiz bir özlem duydum birden, yollara, otobüslere ve içimdeki bir türlü büyümek istemeyen o çocuğa..

Bir anda aklıma Yılmaz Erdoğan ‘ ın şiirinin ilk mısraları geldi ; “Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan “.Ama düşünmüyor değil insan, gerçekten “vazgeçmekle” bitiyor mu çocukluk? Yoksa hiç bitmemeli mi ?

Hayatın en duygusal anlarının mekanıdır şehirler arası otobüsler.. Sabah alacakaranlıkta tarlaya giden köylüler, akşam eve dönme telaşındaki küçük kasaba insanları, öğlen güneşinde boş arsada top oynayan çocuklar, gecenin ıssızlığında terkedilmiş gibi duran ıssız anadolu kasabaları, taa uzaklarda görünen belli belirsiz pencereler ve pencere camlarından sızan cansız ampol ışığı, yağmurlar, karlar, yıldızlar ve her cama baktığında yüzünün yansıması arkasında gördüğün ovalar, dağlar ,denizler, her göz açıp kapamanla değişen ve her birini ilk defa gördüğün en güzel sinema filminden daha güzel ve daha gerçek kareler..

Ve tüm bunların arasından sanki bir görünmezmişsin gibi geçmek hem dışında olup hem tam ortasından geçmek. O hep büyük şehir gürültüsünde gördüğün sabit ve gri coğrafya yerine saniye saniye değişen canlı bir coğrafya ,insanlar ya da karanlık gecede otobüs camından görülen muhteşem yıldızlar.. Bi de kulağında bir müzik..Gözün, kulağın, burnun tüm duyuların bir arada ..

Ve bunları düşününce belli belirsiz anılar canlanır zihnimde:

Akşam serinliğinde çıkmışım yola mesela.. Bir türlü sonu gelmeyen taş duvarların, tek tek görünüp kaybolan bir örnek evlerin , benzinliklerin ve sarı sarı tarlaların bitişinden hemen sonra, yolun kıvrımları beni, günbatımındaki kızıllığın içine sokuyor.. O kızıllığa kadar, her gördüğüm nesnenin çocukluğuma dair bir çağrışım yapması, her duyduğum sesin tanıdık bir sesi andırması, her çıkılan yokuşun sonunda birden bir kasabanın bitivereceğini ve her tabelanın bana bir şeyler fısıldayabileceğini düşünmem gibi yanılgılarla geçiyor yolculuğum. Kızıllığın içine geldiğimde ise yanılgılarım bitmek üzere, son ve galiba en büyük yanılgı hariç..

Bir bayram günü evimizde, ben daha çok küçük bir çocukken duyduğum bir heyecanı, coşkuyu, bu kızıllık yüzünden, otobüsün içinde de yaşamam oldu. Çok kısa sürdü bu yanılgı anı.. Kısaydı ama aslında en büyük yanılgım da buydu, bu olmalıydı. Nedense hep yalnız yolculuk yaptığımda böyle anlar yaşıyordum ve nedense hep böyle, “kızıllıklar” içindeyken “çok” yanılıyordum…

Koskoca bir adamım ben artık ve çocuklaşmaktan utanmalıyım! .

Bir zamanlar, otobüsten indiğimde beni heyecanla karşılayıp gururlandıracak ve böylece beni neşelendirecek bir çok insan olduğunu bilerek yapardım yolculuğu..Şimdi ise iner inmez gidip gururlandırmak ve neşelendirmek zorunda olduğum bir çok insan var, çünkü büyüdüm artık, çocuk değilim..O zamanlar zayıf olan ruhumu birileri güçlendirecekti yolun sonunda, şimdi ise yine zayıf olan ruhumu birileri kemirecek diye korkuyorum. O yüzden, o zamanlar hiç yapmadığım bir şeyi şimdi yapıyorum, otobüse binmeden önce muhakkak bir dolu kitap, gazete ve mecmua edinip ruhumu güçlendirmek istiyorum..

Ve ne kadar büyürsem büyüyeyim hep merak ediyorum : Garsonun muavinden farkının ne olduğunu, bu koltukların kenarındaki dirsekliklerin daha iyi açılıp kapananının olup olmadığını, çay suyunu niye öyle yarım bardak verdiklerini , dinlenme tesislerindeki çalışanların bütün otobüs firması çalışanlarıyla tanışık olup olmadıklarını, şimdi lastiklerden biri patlarsa bunu benim farkedip edemeyeceğimi, şoförün ve muavinin saat farkı denen tuhaf hadiseye ne derece alışkın olduklarını.. Daha nice bunlar gibi gerekli gereksiz ayrıntı.. Şimdi de düşünüyorum: “Acaba muavin şoföre niye korkarak yaklaşıyor? Şoför onun şefi ya da patronu konumunda mı?”

Bir çocuk gibi, düşünmeden edemiyorum, edemiyorum işte!! Belki bu yüzden seviyorum otobüs yolculuğunu, en çok çocukça kalabildiğimiz eylem diye .. Onun için her uzunyol seyahatinin benim için illaki otobüsle olması gerekir. Bu güzellikler varken o uçak denen ruhsuz taşıttaki yapay hostes gülüşleri, tedirgin anlar, anlamsız uğultular, gazete okuyan sevimsiz insanlar ve en önemlisi küçük salak pencerende sadece bulutların değiştiği hep aynı görüntüler.. Her ne kadar bazı mecburiyetlerden dolayı uçağı kullanmak zorunda kalsakta . Sevmiyorum uçağınızı.. Alın ruhsuz uçağınızı verin bana otobüsümü!