Metin Gümüş

İmamoğlu’nun İstanbul’da rakibi görünürde (güya) Binali Yıldırımdı.

Ne var ki, İmamoğlu mücadelesini Binali Yıldırım’a karşı vermedi. Onunla uğraşmadı. İmamoğlu karşısında Binali Yıldırım, sadece bir varlıktı. İmamoğlu’na göre bu varlık; mavi göğün altında hacmi kadar yer işgal eden kadavradan öte bir anlam ifade etmiyordu.

O asıl mücadelesini Reise karşı verdi. Bu mücadele, kuvvet dengeleri bakımından kurtuluş savaşı koşullarından farksızdı. Malum ülke bu mücadeleyi çok büyük imkansızlıklar içinde verdi. Her cephede insanımız, silah, mühimmat, cephane ve insan gücü bizimkinin en az dört katı kadar olan güçlerle savaştı. Böyle çetin bir savaştan büyük bir başarı ile çıktı ülke!

İmamoğlu’nun başarısı da buna benzer bir başarıydı.

Sıradan değildi.

Anlamlı ve önemliydi.

Çünkü bu başarı 25 yıllık siyasi hayatında, orantısız güç dengesine rağmen Reis’e yenilgiyi tattıran ilk başarıydı.

Bir de, hani “bir insanın kendine yaptığı kötülüğü başka hiç kimse yapamaz” derler ya o misal işte! İmamoğlu’nun başarısına Reis’in kendi katkılarının hakkını da teslim etmek gerek.

Ne demek istediğimi sondan başlayarak anlatabilirim.

Bırakın demokratik teamülleri; dünyanın her yerinde ve tarihin her döneminde düellolar bile taraflara eşit koşullar yaratılarak yapılmıştır. Kılıcı, kalkanı, atı, silahı olmayan rakibin ihtiyaçları koşullar eşitlesin diye karşı rakip tarafından sağlanmıştır.

Demokrasilerde seçimler siyasi kahramanlar arası bir düelloysa eğer – ki öyledir- düellonun eşit koşullarda yapılması gerekir.

Gel gör ki, bu düelloda İmamoğlu’nun olanakları ile Reis’inkiler bir birleri ile mukayese edilemeyecek kadar farklıydı. Kurtuluş savaşı günleri benzetmesini işte bu farka bakarak yaptım Bu konuda fazla söze gerek yok; Reis’in elinde koskoca TC’nin gücü vardı, bu gücü sonuna kadar kullandı demek yeterlidir.

Bu savaşın bir tarafı mertçe, göğüs göğüse ve eşit koşullarda yapılan düello kültüründen gelmiyordu. O pusu kültürünün içinden fırlayıp gelmişti geldiği yerlere…

Din, iman, ahlak, doğruluk, eşitlik, özgürlük kavramlarını siper alarak pusu kurmuştu kendi halkına. Bu sayede gelmişti bulunduğu yere.

Toplumun manevi ve dünyevi anlamlar atfettiği bu kavramlar bir pusu duvarına harç, tuğla, çimento, kum vs. gibi malzeme olarak kullanıldığı içindir ki, kavramların kendisi ve ifade ettikleri değerler hiç bir dönemde görülmedik derecede bir aşınmaya uğramıştılar…

Bu aşınma, başta Reis olmak üzere kendilerinin bu değerlerin, biricik savunucusu olduklarını iddia eden, siyasal varlıklarını bu referansla inşa eden bir kadronun yönetiminde ve döneminde olmuştu. Daha da önemlisi bu kadro, ülkede kendi dönemlerinde gençlik içinde deizmin yaygınlaştığını da itiraf etmek zorunda bile kalmıştı.

İşte bu boyutlara varan bu dejenerasyon, bu aşınmışlık, bu tenakuz halkın tam olarak bilincine çıkmasa bile, beyninde soru işaretleri ve istifhamlar oluşturmaya başlamıştı.

Vel hasılı kelam, gâh Reis’in hataları, daha çokta  kendi karizması, üslubu ve donanımı ile Reis’e siyasi ömründe ağır bir yenilgi tattıran bu genç adam; en geç 5 yıl sonra yapılacak Cumhurbaşkanı seçiminde de ona ömrünün en acı yenilgisini tattıracak gibi duruyor.

Kendisine şimdiden başarılar diliyorum.