Barış Arifoğlu

Dünyada ve ülkemizde toplumsal huzuru tehdit eden en büyük unsurlardan biridir ötekileştirme. Ve siyasetçiler için en etkili ve ucuz yöntem olmuştur her daim. Sonuçta kendi kitlesini sürekli canlı tutar. Ama toplumu ayrıştırıp çatlağı her an daha çok derinleştirir.

Etnisite, ten rengi, kilo, saç rengi, din, mezhep, cinsiyet, yaş, eğitim, gelir, bölge, kent, semt, aile, meslek, kültür, zeka, yetenek, beceri gibi her türlü farklılık üzerinden uygulanan bu tavır kibir üzerine konumlandırılmış bir ilkelliği ifade ediyor oysa. Öylesi bir ilkellik ki ötekileştirme insanoğlunu cinayete kadar götürebiliyor. Bilmediği şeye düşman olmak insanoğlunun tabiatı gereği olsa da o şeyi tanımaya çalışmamak, karanlık kalmış yerleri aydınlatmaya ve önyargıları kırmaya yeltenmemek ilkelliğin en basit tezahürlerinden biri olsa gerek.

Medeniyet, insanın toprak ve zaman konusunda oluşturduğu ana bilinç ve değerler üzerine kurulur. Bu bilinç ve değerler ise ancak hoşgörü zemininde yeşerebilirler. Küresel veya yerel ölçekte “hoşgörü”, olmazsa olmaz bir medeniyet unsurudur. Bu unsur ıskalandığında tarih her daim oldukça acı veren durumlara şahit olmuştur. Küresel çapta güç unsurunu elinde bulunduran iktidarların güçlü olmayan toplumlara uyguladığı tahakkümden, yerel iktidarların kendi halklarına uyguladığı tahakküme hatta halkların kendi içinde birbirine uyguladığı tahakküme kadar “ötekileştirme” nin tezahürlerini pek çok alanda görebiliriz.

1995 yılında Srebrenitsa’da katliama maruz kalan Boşnaklar, amerikan işgali ile hayatları altüst olan Iraklılar, yüz parçaya bölününce biribine düşman olan Suriye Halkları , ırkların savaşında beyazın yeryüzünden izini sildiği kızılderililer, yıllardır İsrail’in fütursuzca topraklarını işgal ederek hayatlarını yerle bir ettiği Filistinliler, Avrupa ülkelerinin yıllarca topraklarını sömürdüğü Afrikalılar vs… Küresel çapta güç sahibi devletlerin, güçsüz olana uyguladığı ötekileştirme mantaliteli zihniyetin en talihsiz mağdurlarından bazılarıdırlar .

Görünen o ki ötekileştirme yapan kendinden farklı olana yaşam hakkı tanımıyor, aldığı nefesi, yaşadığı alanı yok sayıyor. Bu aynı zamanda üst düzey bir kibre de işaret ediyor.

Ülkemize dönüp bakarsak üzerinden geçen darbeler, belli toplumsal kesimlere uygulanan yasaklamalar, baskılar yine ötekileştirmeye dayanıyor. Bir başkasından, bir başkasının yaşam tarzından, kıyafetinden, şivesinden, ırkından, dilinden vs. rahatsız olduğumuz zaman yaptığımız en kolay şey onun varlığını yok saymak oluyor. Neden rahatsız olduğumuzu sorgulamıyor, belki de bu rahatsızlığın en temel sebebinin kendimiz olabileceğini düşünmüyoruz bile. Öyle kendini beğenmiş ve kibrin zirvesindeyiz ki  aslında sadece o hayatları yok saymakla kalmıyor kendi hayatımızı da huzursuz hale getiriyoruz. Birbirimize görünmez zincirlerle bağlı olduğumuzu unutuyor, dünyanın güzele doğru gitmesinin sadece birkaç ülke, ulus veya topluluğun mutluluğu ile değil, ancak tüm insanların mutluluğu ve huzuru ile mümkün olabileceğini görmezden geliyoruz. Ve bu görmezden gelme çok defa acı verici sonlara sebep oluyor.

Yaşadığımız topraklarda belki de pek çok şeyde olduğu gibi saygı kavramının da içi boşaltılmış durumda. Bizler ötekileştirmeyip karşımızdakine saygı duyduğumuzu söylüyoruz fakat bizim gibi olmayanla ilgili düşünce yapılarımız ve fiillerimiz bunun tam da aksini ifade ediyor çoğu kez. Karşımızdakine ancak kendi sınırlarımız içinde kaldığı takdirde hakkını teslim ediyoruz. “Evet şunu yapabilir veya şu şekilde olabilir fakat bunu benim sınırlarım içinde yapmalı. Benim kurallarıma biat ederse, benim sınırlarım içinde kalır ve ben onu kontrol edebilirsem çizdiğim çerçeve dahilinde hakkını teslim ederim.” gibi bir düşünceye sahibiz. Oysa böyle yaparak karşımızdakine sadece kendi parçamız olarak yaşam hakkı tanıyoruz. Nefes alabilir fakat aldığı nefesi dahi ben kontrol edeceğim diyoruz adeta. Ve kurduğumuz diyalog reel bir ilişki olmaktan çıkıyor. samimiyet, dürüstlük, saygı, sevgi gibi mefhumlardan uzaklaşarak hayatlarımızı yaşanmazlaştırıyoruz. Oysa karşımızdakine biricikliğini teslim ettiğimizde, onun farklı olduğunu kabul ederek bunun bir tehlike olmadığını derinden empati ettiğimizde, bizim gibi olmayanın acısını acımızmış gibi hissettiğimizde kendimizden hiçbir şey kaybetmeyeceğimizi, aksine hayatımızın daha yaşanılabilir olacağını, hayatımızın bu sayede daha da anlam kazanacağını, yaşanabilir bir hayat ve dünya için artık farketmemiz gerekiyor.

Tahrip etmek tamir etmekten daha kolaydır. Oysa insanın yapabileceği en güzel fiil güzellikleri görmek  ve güzel şeyleri görünür kılmaya çalışmaktır. Tahrip edenlerin ortasında tamire çabalayarak güzelliği görünür kılmaktır. Gündelik siyasetin, o siyasetin ortaya koyduğu onca yalan dolanın, vurdu kırdının içinde garip bir hal alan ve güzelliğe karşı adeta hissizleşen ruhlarımıza ancak güzelliği görmeye çalışmak merhem olabilir.

Öyle sanıyorum bakmasını bilir ve gerçekten görmek istersek güzelliği ararken onu ilk göreceğimiz yer insanoğlu olacaktır. Öteki diyerek türlü yaftalarla değersizleştirdiğimiz insanların da aslında sıcacık bir iç dünyaya sahip olduğunu, onların da tıpkı bizler gibi hayalleri, umutları, sıkıntıları ve hayal kırıklıkları olduğunu görerek aslında aramızda uçurumların olmadığını fark edeceğiz. Ön yargılarımızdan vazgeçip ötekinin de hikayesini dinlediğimizde o hikayelerde kendimizden bir şeyler bulabileceğiz. Böylece insanı ve kainattaki diğer herşeyi daha fazla anlayıp severek, hem hayatlarımızı hem de dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirebileceğiz.

Ey ülkeyi yonetenler, sen , ben , o ve hepimiz.. Gelin bir de hırslarınızdan, kavgalarınızdan,  öfkelerinizden ve  insana dair kötü her ne varsa hepsinden vazgeçerek deneyelim birlikte yaşamayı.. Bizim gibi olmayana kulak verip hikayesini yüreğimizle dinleyelim. Emellerimizin ardı sıra hırsla koşuştururken biraz yavaşlayalım ve kainatın ritmine ayak uyduralım. Şimdi yumruklarını sıkmaktan vazgeç ve elini uzat sevgili kardeşim..  Bak! Öteki seni çağırıyor…!