Röportaj :
Rasim Yılmaz – Tekin Üstündağ

“GERÇEKLERDEN ŞAŞMAYAN,  İMKÂNSIZI İSTEMEKTEN VAZ GEÇMEYEN BİR HEYKELTRAŞ METİN YURDANUR.”

İki kafadar, Rasim Yılmaz- Tekin Üstündağ bir araç ile çıktıkları yolda geze geze Türkiye’d e mizahın en büyük temsilcisi Nasreddin Hoca’nın belirlediği dünyanın merkezi olan Sivrihisar’a ulaştık.

Sivrihisar deyince ilk akla gelen elbette ki Nasreddin Hoca’dır. Sivrihisar’a gidilir de Nasreddin Hoca ziyaret edilmez mi? Önce Nasreddin Hoca köyünü ziyaret ediyor, sonra ilçeye geliyoruz.

tekince

Biz bu kafadarlar büyümeyi unutmuş iki çocuktuk ta aynı zamanda. Şehrin göbeğinde onlarca gözün önünde çocukların gülüşlerine bile aldırmadan sıra ile  Nasreddin Hoca’nın doğurgan kazanının içine girip Hoca’nın kazanına girip fotoğraf çekinmekten çekinmedik.

Fotoğraf: Tekin Üstündağ-Rasim Yılmaz

 

Sonra görenlerin “bunlar hangi vakit namazını kılacaklar?” dedirtecek cinsten zamansız bir şekilde 67 ağaç sütunlu tarihi Ulu Camiyi ziyaret edip inceleme yaptık. Daha sonra da programımızda olduğu üzere şehrin sırt verdiği püskürük kayalardan oluşan koca dağa yöneldik.

Fotoğraf: Rasim Yılmaz

Dağ dedikse de ot bitmez,  kervan geçmez cinsinden kayalık. Ama kayalık deyip geçmek tarihe, sanata, insan becerisi ve emeğine büyük hakaret olur. Çünkü kayalıklarda Atatürk’ten, madenci anıtına, meçhul askerden “o güzel insanlar atlarına binip gittiler” diyen Yaşar Kemal’in atına binmiş sonsuzluğa gitmekte olduğu heykel ve  dağın yamaçlarına da serpiştirilen;  Kazım Karabekir Paşa, Kırkpınar’ın unutulmaz ağalarından Hüseyin Şahin, Ünlü Türk Halk Müziği Sanatçısı ve Derleyicisi Muzaffer Sarısözen, Ağ Çeken Balıkçılar, Aşık Baba, Bektaşi Dervişi Gülbaba,  Demirci Ustası, Pilot, Kartal, Keçi, Nene Hatun, Özgürlüğe Uzanan Eller, Şahlanan At, Balerinler, Yunus Emre, Karacaoğlan ve eşeğe ters binen meşhur Nasreddin Hoca Heykeli gibi, 100’ü aşkın devasa boyutlardaki heykeller…

Fotoğraf: Rasim Yılmaz

Kısacası dünyanın hiçbir yerinde eşi ve benzeri olmayan “Açık Hava Heykel Müzesi” bakarken hayran kaldığımız, hayranlığımız arttıkça yeniden yeniden görmek isteyeceğimiz bir sanat evi. Her biri yapım aşamasında günleri, ayları, hatta yılları alacak olan bu önemli çalışma Sivrihisar’ın yetiştirdiği ünlü Heykeltıraş Metin Yurdanur’a ait.

Fotoğraf: Rasim Yılmaz

METİN  YURDANUR KİMDİR?

Metin Yurdanur, 1951 yılında Sivrihisar’da doğdu. Çocukluk ve gençlik yıllarını burada, üç bin yıllık Frigya, Roma ve Selçuklu uygarlıklarının kalıntıları arasında geçirdi. Babasının demir atölyesinin bahçesinde bulunan 19. ve 20. yüzyıllara ait antika niteliğindeki materyallerle oyunlar oynadı. Binlerce yıllık tarihi eser ve antikaların etkisiyle üç boyutlu formlara ilgi ve sevgi duymaya başladı. Üniversite aşamasında, sanatla ilgili bir bölümü seçmesi bu temele dayandırılabilir.

Fotoğraf: Rasim Yılmaz

1972 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nden mezun oldu. 1972-1978 yılları arasında öğretmen okulu ve liselerde öğretmenlik, 1978-1981 yıllarında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nde modelaj öğretmenliği yaptı. 1979 yılında Ankara Belediyesi’nin “kentin plastik unsurlarla donatılması projesi” kapsamında, gelen talep üzerine çeşitli heykel tasarımları hazırladı. Bunlar bugün Abdi İpekçi Parkı’ndaki “Eller”, Gar Meydanı’ndaki “Miras”, Batıkent’teki “Dayanışma”dır.

1981 yılında serbest çalışmaya başlayan sanatçının dünya çapında 100’den fazla heykeli bulunmaktadır. Bunlardan bir kısmı Almanya, Japonya, Macaristan, Libya, Türkmenistan, Moğolistan ve Küba’da bulunmaktadır.

2005 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi yerleşkesinde 50’den fazla heykelden oluşan “Ben Anadolu’yum, Ben Cumhuriyetim, Ben Halkım” adlı bir yıl süreli sergiyi açtı. Her yıl farklı bir üniversitede tekrarlanan; kültür ve sanatı öğrenciler, akademisyenler ve bölge halkı ile paylasan sergi, Türkiye’de ilk ve tek olma özelliğine sahiptir.

Sanatçının Sivrihisar’da yaklaşık yüz bin metrekarelik bir alanda eserlerinin sergilendiği bir “açık hava heykel müzesi” bulunmaktadır. Aynı alanda bulunan “Sivrihisar Belediyesi Metin Yurdanur Kültür Sanat Evi ve Heykel Bahçesi”nin restorasyonu T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Eskişehir Valiliği ile Sivrihisar Belediyesi’nin destekleriyle 2016 yılında tamamlanmıştır. Sanatçıya ait olan bu tarihi konak, tescilli kültür varlıkları listesindedir ve Surp Yerrortutyun Kilisesi’nin yanında bulunmaktadır.

Sanatçı Ankara Ostim’de  bulunan heykel atölyesinde çalışmalarını sürdürmektedir. 

Yurdanur Ankara’da, çoğu sembol haline gelmiş pek çok heykelin sahibidir. Yaptığı heykelleri Ankara’daki atölyesinde üretiyor ve eserlerinin karışık teknikle yapılmış bir modelini burada tutuyor. Bizde sanat dostu bu iki kafadar kendisine atölyede konuk olduk. Atölyenin yüksek tavanına kadar, bahçe ve hatta sokağa taşacak şekilde her yer, harika heykellerle dolu. Hem gezdik, çalışmaları hakkında bilgi aldık, hem de sobanın üzerinde kaynayan çayı yudumladık.

Aynı zamanda hemşerimiz, araştırmacı yazar Necati Yalçın ve ünlü ressam Yaşar Çallı ile bura  da karşılaşıp tanıştık.

ÜNLÜ HEYKELTIRAŞ SAYIN METİN YURDANUR İLE YAPTIĞIMIZ KISA SÖYLEŞİ:

-Sayın Metin Yurdanur, Sivrihisar’da doğdunuz, ilk gençliğiniz orda geçti, aradan 50 yıl geçtikten sonra eserlerinizle birlikte Sivrihisar’a geri döndünüz. Bu dönüş öyküsüyle ilgili neler söyleyeceksiniz?

– Biraz geçmişe gitmek gerekir. Acılı bir süreç var…
Babamın babası İstiklal harbinde savaşırken aklını yitiriyor. Ve 1921 den 1951’e kadar, yani beni kucağına aldıktan 2 ay sonra ölüyor. Bu durum 30 yıl gibi uzun bir süreci kapsıyor. Doğal olarak bu durum aile de büyük bir travma yaratıyor. Özellikle babamın üzerinde, kardeşleri, hatta torunları üzerinde bile garip bir etkisi görülüyor. Şimdi Ulusal Kurtuluş Savaşına katılıyor, ölüyor şehit oluyorsunuz, yaralanıyor gazi oluyorsunuz ama aklınızı yitiriyor deli oluyorsunuz. Onun oğlu demirci ustası babama, onun oğlu olarak bakılıyor ve babam çok çaba sarf ediyor. Tüm varını yoğunu babasını iyileştirmek için harcıyor. Babamın bana söylediği “Evladım, deliyi Veli yaptım” olmuştur. Yani deli Bahri veli Bahri oluyor. Bu Kurtuluş Savaşı sonrası romanlarda, öykülerde anlatıldığı üzere ailemizde de yaşanan bir trajedidir.

-Biraz çocukluğunuzdan söz eder misiniz?

-Çocukluğum, Sivrihisar’da babamın demirci atölyesinde, demirle, ahşapla, ustalarla, işçilerle “Ahilik kültürü” çerçevesinde köylülerle birlikte geçti. Sivrihisar’ın çok fazla köyü vardı. Bu köyler Kafkaslardan, Balkanlar’dan , Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli coğrafyalarından gelen insanların yerleştirildiği köyler. Örneğin bir Yakapınar Köyü vardır, tümüyle Çerkez’dir. Babam Çerkezce bildiği için işçilerinin çoğu Çerkezlerden oluşuyordu.

Ben çocuk aklımla onları hep gözlemlerdim.

Eskişehir de 6 yıl Tatarların arasında kalmış Tatarca dil bilirdi. Türkmen’ler, Yörük’ler den oluşan değişik kültürlerden insanlar vardı. Bu anlattıklarım 50 li yıllar Türkiye’nin yoksul ama onurlu altın yılları. Mustafa Kemal’in bıraktığı önemli miras 40’larda 50’lerde 60’larda 70’lerde çok iyi kullanmışız diye düşünüyorum. Olağanüstü bir coğrafya var. 50milyon yıllık püskürük kayalar var. .
Bur arada Firik medeniyeti var. Burada yine Bizans, Selçuklu, Roma ve Osmanlı medeniyeti hepsi burada birleşmiş;  kiliseleriyle, camileriyle, tapınaklarıyla ve bu kültür birikimleri arasında geçirilmiş bir çocukluk ve gençlik dönemi.

Atatürk’ün çok önemsediği ve üzerine titrediği eğitim dalında  Gazi Üniversitesi resim bölümü öğrenciliği, tüm bunlar birleştirildiğinde işte size Metin Yurdanur… Böyle olunca da tabii serde memleket sevdalı lığı da var…

Fotoğraf: Rasim Yılmaz

-Dünyanın ilk “Açıkhava heykel müzesini” doğduğunuz, çocukluğunuz ve gençliğinizin geçtiği bu bölgeye kurdunuz. Neler hissediyorsunuz?

 -Benim memleketimde Anadolu’nun ortasının ortası Sivrihisar. Sivrihisar, bir bozkır kasabası. “Yer demir gök bakır”, biz orda sarışın kurt gibiyiz. Bu durumda 40 yıllık sanat eserlerimi sizin de söylediğiniz gibi 100 bin metre karelik alan içerisinde Kültür Bakanlığı, Eskişehir Valiliği, ve Sivrihisar Belediyesinin maddi ve manevi destekleriyle, yine ailemin, eşimin ve çocuklarımın desteğiyle Türkiye de bir ilki gerçekleştirerek bundan 2 yıl önce burada gerçekleştirdik. Bunun mutluluğunu yaşıyorum ve bu mutluluğum devam ediyor çünkü ürettiğim eserleri bulunan boş yerlere yerleştirmeye devam ediyoruz. En son Dayanışma adlı iki insanın kucaklaştığı heykeli oraya koyduk. Gelecekte neler yapacağız hep birlikte göreceğiz.

-Maliye bakanlığı ve bazı kamu binaları önündeki heykeller yerinde yoklar, bu konuda neler söyleyeceksiniz?

1995 yılında Maliye Bakanlığına yaptığım anıt bir kamusal alan gibiydi. Çünkü tam karşısında Meclis vardı 20 yıl kadar yerinde kaldı, 3-4 yıl önce bilgim olmadan yerinden kaldırılıp yok edildi. 10 metre büyüklüğünde Atatürk, gençlik ve Türk Bayrağı vardı.

5846 sayılı telif hakları yasası bunu suç olarak kabul eder. Hukuki süreci başlatmadan önce Kültür Bakanlığına müracaat ederek heykelin akıbetini sordum, çünkü anıtı yaptıran Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüydü. Onlar da Maliye Bakanlığına sormuşlar; oluyor, bitiyor,  yapılıyor, ediliyor gibi muğlak bir yanıt geldi. Kısacası henüz kesin bir bilgi yok. Maalesef heykelin yerinde kocaman bir bina yükseliyor ve heykelin nerde ve ne durumda olduğu bilinmiyor meçhul. Bu nasıl öğrenilir? Yani bunu araştırmaya, takip etmeye sanatçı olarak gücüm yetmiyor. Bunu Türk halkı takip eder diye düşünüyorum. Bronz heykeli olan anası ve çocuk heykelini hırsızlar çalarken yakalandı, sonra yerine konuldu. Metal hırsızları dahası hırsızlar boş durmuyor. Çünkü onların mesleği hırsızlık! Sanat heykeli onu ilgilendirmiyor. Bronzu eritip satacağı 3 kuruş ilgilendiriyor.

Yapmak isteyip te başaramadığınız heykel var mı?

-Biz erkek olduğumuz için doğum sancısını bilmeyiz.

Heykel Türkiye de 50-60 yıldır yapılmakta, resim ise 100 yıldır yapılmakta.

Bin küsur yıl önce Farabi demiş ki “İnsan küçük kainattır, kainatta büyük insandır” böylesine özlü bir bu felsefeyi 3 boyutlu hale getirip anıtlaştırmak istedim ama başaramadım.

Abdi İpekçi Parkındaki “eller heykeli” nin ortaya çıkış sürecini  anlatır mısınız?

Fotoğraf: Rasim Yılmaz

-1978 sonu 1979 yılı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı rahmetli Ali Dinçer’in Ankara’yı heykellerle donatma isteği vardı. Bu konuda benden destek istedi. Bende o zaman Gazi Üniversitesinde Heykel Hocasıyım. Çeşitli maketler hazırladım. Bir şekliyle o yaşa kadar birikimlerimle eller heykeli ortaya çıktı. Aradan 40 yıl geçti. Belki de ellerime bakmışımdır. Ama tabii biranda ortaya çıkmadı. Çeşitli eskizler, çeşitli maket çalışmalarından sonrasında kendi kendimle mücadele sonrası ortaya çıktı.

 Çünkü hem teknik hem de maddi yetersizliklerde vardı. Belediyenin parası pulu yoktu. Hatta hatırladığım kadarıyla heykelin maliyeti  inşaat, badana, boya faslından ödenmiştir. Amatörce bir yaklaşımdı. 70’lerin sonrasında amatör ruh ve o dönemin özelliği dinamizmle ortaya çıktı. Ankara’nın ilk sivil heykeli olmasından ötürü de çok beğenildi ve benimsendi. Kırk yıla yakın süredir hala orada.

-Biraz önce sohbetimizde dediniz ki “Güncel politika karikatürlere benzer geçicidir.” 4o yılı aşkındır sanatın içerisindesiniz? Sanatçının siyasi iktidarlardan ya da devletten beklentisi nelerdir?

-Elbette sanatçılar el bebek, gül bebek el üstünde tutulalım beklentisi içerisindedirler ama realite öyle değildir. Üstelik yaklaşık 5 bin yıldır bu böyle değildir. Aslında 5 bin yıldan çok öncelere gittiğimizde 30 – 40 bin yıldır sanatçı garibin biridir. Heykel yontar, yazı yazar, şiir yazar, resim yapar, tiyatro oynar, sinema yapar…

Sanatçı doğuştan itibaren muhalif kişilerdir. Çarşı misali her şeye karşıdır. Devletse kendisini korumak istemektedir. Böyle olunca da sanatçı ile devlet arasında bir mücadele söz konusudur. Bu ilk çağda da, orta çağda da , yeni çağda da böyleydi günümüzde de böyledir. . Bizim devletten çok fazlar beklentimiz yok. Sanatçı devlet diye bir şeyi düşünmez. Sanatçı devletin olmamasını düşünür. Sınırların, savaşların, sömürünün olmadığı bir dünya hayal eder. Geriye ne kalır, gezegende herkesin kardeşçe, insanca bir arada yaşadığı bir dünya hayal eder. Mümkün mü? Ütopya tabii, hayal! Olmaz mı? Niye olmasın bakarsın olur. 68 kuşağı gençliğinin hayal ederek dediği gibi “ Gerçekçi ol, imkansızı iste.” Gibi bir şey. Bizde imkânsızı istediğimiz için böyle hep bir didişme mücadele oluyor. Düşünsenize bu devletle bizim hiçbir çelişkimiz yok, mücadelemiz yok, emin olun tiyatronuz, heykeliniz, resminiz, şiiriniz yavan ve anlamsız olur. Ben öyle düşünüyorum.

İmkânsızı istemeye devam. Senin dünyan ayrı, devletin yapısı ayrı. Tabii ben devlet derken sadece bizim TC.ni  kastetmiyorum; durum tüm dünya devletlerinde böyle. Sanatçı da bu arada verip veriştiriyor, geriye ne kalıyor? Devlet mevlet kalmıyor. Yönetenler de kalmıyor sadece sanat kalıyor. Leenardo’nun dünyayı kurtaran İsa Heykeli 450 milyon dolara satılıyor. Bu sanatın ve sanatçının gücünü gösterir.

-Sanat yalan söyler mi?

-Sanmıyorum. Sanat yalan söylemez. Söylerse sanat olmaktan çıkar.

Sayın Yurdanur,  sanatçı gözüyle gençliğe tavsiyeleriniz nedir?

 Yani oldukça zor bir soru. Eski bir eğitimci olarak bu soruyu birkaç cümle ile geçiştirmek doğru değil.

Gençlere hazır bir reçete sunmadık, sadece ufuk açtık, yol açtık. Dar bir alan değil geniş. Biz sanatçılar olarak gençlerin önünü açarız hiç merak etmeyin anlamındadır. Aslında gençler bizden ilerideler.

Belki birikimleri bizden geriye ama yaşlı kuşak olarak onların önündeki engelleri kaldırırsak en büyük katkımız bu olurdu. Bir örnek verecek olursam, Yakın zamanda Japonya’da bir deprem oldu. Tusunami çıktığında bir nükleer santral yanmaya başladı ve gençler yangını kontrol altına almak için harekete geçtiğinde; biz yaşlardaki yaşlı ak saçlı, ak sakallı delikanlılar önlerine geçerek engel oldular. Dediler ki bu görev bizim. Biz yeterince yaşımızı yaşadık bir şey olursa bize olmalı. Ve gittiler hepsi orda öldüler.

Biz sanatçıların görevi bu olmalıdır.

-Sayın hocam, kıymetli zamanınızı aldık ama çok güzel bir sohbet olduğunu düşünüyoruz. Çok teşekkür ederiz kolay gelsin.

 Ben teşekkür ederim…