Barış Arifoğlu

Ben Özgür. Yedi yaşındayım. Adım gibi, suyu, toprağı, ormanları, gökyüzü özgür topraklarda yaşıyorum ben..

Köyümüz, gökyüzüne komşu, ihtişamlı bir dağ eteğine kurulmuştur, dorukları her daim pusludur. Acaba bir şeylere mi üzülür de hep dorukları pusludur diye düşünür, konuşmak, hal hatır sormak isterim köyümüzün dağına. Babannem “dağın doruğuna çıkaracağım seni yaylaya giderken, hele bir yaz gelsin” demişti. İşte o zaman konuşacağım dağın dorukları ile “yoksa sizi üzen bir şey mi var” diye..

“Maden”dir köyümün adı, devlet bu adı uygun görmüş.  Ama annem, babam, dedem, babaannem “Bazgiret” derler. Aslında etrafımdaki herkes bu ismi kullanır. Geçenlerde sormuştum babaanneme niye iki ismi var köyümüzün diye. Babannem her zamanki bilge halini takınarak doğrulmuş ve ayağa kalkmıştı  ekmek pişirdiği sobanın önünde. Sonra konuşmaya başlayacakken tekrar fikrini değiştirip dedemin yaptığı tahta tabureye oturmuş ama belli bir süre konuşmamıştı. O anda sadece dışarıda yağan karın, hafiften esen rüzgar ile yarattığı dengin ve huzurlu sesini ve sobada yanan odunlardan gelen çıtırtı sesini duymuştum. Ansızın başlamıştı konuşmaya:

-“Bu isim Gürcücedir. Bizim köyde yaşayan insanlarda Gürcü kökenlidir. O yüzden Türkçe dışında Gürcüce de biliriz, konuşuruz. Şimdilik bu kadarını bilsen yeter. Büyüyünce daha detaylı anlatırım tamam mı oğlumcan. Ama bunlar kafanı karıştırmasın. İnsanları konuştukları dile göre veya onlara yüklenen türk ve gürcü sıfatlarına göre sakın ayırma, sadece sev onları, kayıtsız şartsız sev. Farklı dilleri ve kökenleri sadece yaşatılması gereken güzellikler olan düşün, ayrım yapmak için değil”

Köyümüze çok abiler ablalar gelir gezmeye İstanbul ‘dan. Buraları çok severler, ayrılmak istemezler. Geldiklerinde biraz çekingendirler ama ayrılırken sanki kırk yıldır burada yaşıyormuş gibi üzgün ayrılırlar. Hatta bir keresinde yeni evli bir abiyle ablayı evimizde misafir etmiştik te ayrıldıkları gün abla, ablamla bana sarılıp ağlamıştı bizim şaşkın bakışlarımızın altında..

Neredeyse unutuyordum , benden beş yaş  büyük bir de ablam var. Adı Sevinç. Annem koymuş ablamın adını kendi gibi olsun ve hep sevinçli olsun diye. Gerçektende annem hep sevinçlidir ve gülümser her daim, hiç somurttuğunu görmedim banannemlerle birlikte yaşadığımız ahşap evde.

Bizim köye çok kar yağar kış mevsiminde. Yollarımız kapanır, geçit vermez dağ etekleri, beyaz örtü sarar her bir yanı, belli bir süre şehre ulaşamayız, yani Şavşat ‘a .

Kar yağdığında en sevdiğim oyun ablamla kızak kaymaktır.  Bizim buralarda “ska” derler kızağa. Bu ismin aslıda gürcecedir. Telafuzu tam böyle değil aslında ama o sesin türkçede karşılığı olmadığı için ancak bu şekilde söyleyebilirim size. Şehirli çocuklar bilmezler kızağı. Ben ise anlatmaya kelime bulamam. Hızla giderken buz tutmuş karın üstünde, yüzüme gelen rüzgarın saçlarımı dalgalandırmasını, yüzümü okşamasını, kar kokusu ile karışık o mis gibi orman kokusunun burnuma dolmasını tarif edemem size..

Yaz aylarında İstanbul’ dan gelen kuzenim anlatmıştı. Oralarda çocuklar sokağa bile çıkmazmış. Evde telefonlardan oyun oynar, film seyredermiş. Çok şaşırmıştım duyunca. Sokağa çıkmadan nasıl çocuk olunur, nasıl özgür olunur diye..

Ben Özgür. Bazgiret köyünden. Hem de gerçekten özgür..

Dağlar, ormanlar, rüzgarlar, kızaklar yoldaşımdır benim..