Hüseyin Esentürk

12 Eylül’ün en katı, en sıkı günleri. İnsanların gece yarıları evleri basılıyor, çoluk çocuk kim varsa gözaltına alınıyor. Yasaklanan kitaplar yakılıyor sabahlara kadar. İnsanlar birbirine şüphe ve korku ile bakıyor. Bir karanlık çökmüş toplumun üstüne. Bir korku imparatorluğu kurulmuş. Ezdikçe eziyor. Sindirdikçe sindiriyor.

Gözaltında işkenceler, işkencelerde ölümler birbirini kovalıyor. Gözaltı süreleri bir haftadan 15 güne, 15 günden bir aya, bir aydan üç aya çıkıyor. O da yetmezse ikinci bir üç ay süresi başlıyor.

Ortalık ana baba günü. Anneler Babalar evlatlarını arıyor. Gittikleri kapılar yüzlerine kapanıyor. Umutsuzluk çaresizlik diz boyu.

İşte böyle bir ortamdan küçük bir anı aktarayım.  Ankara Emniyeti 1981 yılı başlarında sabaha karşı belirlenen adrese büyük bir hışım ve kıyıcılıkla baskın düzenler.  Baskın düzenlenen evde öğrenciler kalmaktadır.  Kapı çalınmadan bile kırılır, uyumakta olan çocuklar yere yatırılarak dövülür sövülür kelepçelenir, Uzun kırıcı dökücü ve parçalayıcı bir aramadan sonra suç aleti sayılan kitapları (ders kitapları olduğu savcılıkta ortaya çıkar) ve öğrenciler gözaltına alınırlar.

Gözaltı işlemi yapılırken merkeze telsizle bilgi geçerler. “Amirim sözkonusu adreste gerekli işlemler yapılmıştır. On bir kişi gözaltına alınmış suç vesikaları ile birlikte merkeze dahil olacağız.” “Tamam” buraya kadar her şey olağan..

Polis arabası Ulus’a doğru yaklaştığında öndeki polis gözaltına aldıkları kişileri saymak için geri döner. Sayar sayar on kişi. Bir daha sayar yine on kişi. Hemen küfürler ederek gözaltına aldıklarına vurmaya başlar “Nerde lan o, Nereye kaçtı, kimdi ” Çocuklar “kimse kaçmadı bu kadardık” desede merkeze on bir kişi bilgisi verilmiş bir kere.

Polisler kendi aralarında konuştuktan sonra arabanın yönünü değiştirirler. Yolda rastladıkları ilk kişiyi gözaltına alırlar. O Kişi bir simitçidir. Aylarca Emniyette suçsuz olduğunu haykırsa da sonunda yüklenen bütün suçları kabul eder ve mamak cezaevi C blok 2 koğuşa misafir olur.

Polisler bu gözaltı işleminden birer maaş ikramiye alır. Basına yansıdığı kadarı ile “Ankara’da bir eve yapılan operasyonda 11 anarşist ve çok sayıda doküman ve silah ele geçmiştir.” Silah ve doküman dolu bir masanın arkasında eli yüzü şişmiş öğrencilerle bizim simitçi de basına servis edilmiştir.

Bir anlığına gözlerinizi kapatın. İşkencedesiniz. Tek başınasınız. Bütün dünya karşınızda sanki. Sevdiğiniz bütün çiçekleri kopartıp solduruyorlar. Tutunacak hiçbir dalınız yok. Çırılçıplaksınız. Boğuluyorsunuz. Üşüyorsunuz. Canınızın yanması bir yana sızım sızım sızlayıp inciniyorsunuz. Herşeyinizi almaya çalışıyorlar. Herşeyinizi yerlere saçmaya, yerlerde sürüklemeye çalışıyorlar. Onursuzların karşısında onurunu ve bilincini kuşanıp var olmaya çalışıyorsun. Anneliğini, Babalığını hatta çocukluğunu öldürmeye çalışıyorlar. Yaşamaya çalışıyorsun. Ve Yaşıyorsun. Hemde 40 yıllık onur abidesi olarak.

Bu gün 26 Haziran “İşkence Karşı Mücadele ve İşkence Görenlerle Dayanışma Günü”. Kaynağını İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden alan ve Birleşmiş Milletler 1984 yılında, kısaca “İşkenceye Karşı Sözleşme“ olarak ifade edilen, “İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Onur Kırıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme”yi kabul etmiştir.

Sözleşme, yeterli sayıda devlet tarafından imzalandıktan sonra 26 Haziran 1987 tarihinde yürürlüğe girmiş, 1997’de ise BM Genel Kurulu, Sözleşme’nin kabul ediliş günü olan 26 Haziran’ı işkence görenlerle dayanışma günü olarak ilan etmiştir.

İşkencenin insanlık suçu sayılması, İşkence ile mücadele günleri ilan edİlmesi, İşkence görenlerle dayanışma içine girilmesi elbette olumlu adımlar ancak işkenceyi önledi mi? Hayır…

İşkence deyince tabi ki insanların tüyleri diken diken olur. Bu konuda daha önceleri birçok yazı yazmıştım.  İşkence yöntemlerini, İşkencede cezasızlık ve ödüllendirmeyi, Devrimci 78’liler Federasyonunun yayınladığı 3000 kişilik işkenceciler listesini, Genelkurmay belgelerine dayanarak hazırladığı “İşkenceci Ayağa Kalk. Suçlusun” kitabını, Amasya’da, Kırklareli’nde açılan işkence davalarını, Ülkenin birçok yerinde işkencecisini yargılatmaya çalışan suç duyurularını gündeme taşımamıza rağmen işkence ve işkencecilerle bir hesaplaşma iklimi yaratamadık.

Hangi taşı kaldırsak altından devlet çıktı. Hangi kapıyı açsak karşımıza devlet çıktı. Devlet işkencecilerini öylesine koruyor ki; İşkence yapmaktan yargılatıp mahkûm ettirsen bile devlet onu Emniyet Müdürlüğü, Valilik ile ödüllendiriyor.

12 Eylül döneminde Polisler ve Askerler gözaltına aldıkları kişi başına ödül, “çözdükleri olay” başına ikramiye alırlardı. Bunun için suçlu suçsuz önemli değildi. Kişiye uygun bir suç bulunurdu nasıl olsa.

Emniyette, Kışlada, ya da herhangi bir işkence merkezinde meydana gelen ölümler zayiat olarak görülür ve “K.Y.O” Kovuşturmaya yer olmadığına karar verilirdi.

İşkence bu devletin genlerine işlemiş.  İşkenceye “0” tolerans diyenlere inanmayın. Kenan Evren’de işkenceye karşıyım, tolerans göstermeyeceğiz diyordu. Hep işkenceyi yap ödülü kap dediler. Bu günde aynı.

12 Eylül devam ediyor. Hemde yeniden tahkim edilerek AKP eliyle sürdürülüyor. Her konuda olduğu gibi İşkence konusunda da 12 Eylül devam ediyor.