Barış Arifoğlu

“KABAHATİN ÇOĞU SENİN CANIM KARDEŞİM!..”

Bundan 10-11 yıl önce falandı galiba. Özel halk otobüsü ile biryerlere gidiyorum. Bazı zamanlar siz aslında karşı taraftakinin ne dediğini duymazsınız da, duyduğunuz insanın verdiği cevaplardan karşıdakinin ne sorduğunu az çok çıkarırsınız ya işte öyle bir hikaye bu…

Artık iç mi burkar, yoksa birilerinin gücüne mi gider veya hep beraber vahşi kapitalist düzene küfür mü ederiz bilmiyorum ama içinde yaşayan tüm insanlara fazlasıyla yetecek kadar ekmeği suyu olan bu gezegende küçüķ bir azınlık semirirken çoğunluk açsa bu gidişatın içine tükürmeyen zaten gerizekalının önde gidenidir ..!

Sonbahar yağmurunun aniliği, havaya güvenip üzerine bişey almamanın acizliği…Hepsini üstünde toplayan bir Şehr-i İstanbul akşamı..

Otobüs hiç olmadığı kadar sakin, hatta boş denecek kadar az kişi var. İşin garibi saat geçte değil, millet işten çıkalı toplasan 2 saat olmuş. Nerede bu insanlar der gibi bakıyorum etrafa… Sonra duraktan sırılsıklam olmuş hırkasıyla bir adam bindi. Akbil basmadı, belki de basamadı.. Geçti cam kenarındaki koltuğa oturdu. Otururken de hafif bi tebessümle küçük bi selam. Otobüsün boş olmasından mıdır dedim ama adam tıka basa dolu olsa bile verirdi o selamı zannımca..

Parasını verdi muavine, üzerini aldı. Bakmadan cebine koydu. İçimden dedim; “ulan adamdaki güvene bak, belki eksik verdi!.” Sonra koluyla buğulanmış camı sildi. Ezberlediği yolu bir kere daha görebilmek için. Bakadurdu yorgun bir halde dışarıdaki sonbahar yağmuruna…

Birden elini cebine attı, telefonunu aldı. Ama sanki bir şey söylemeyi unutmuş ta geç kalmadan araması lazımmış gibi aceleyle. Aradı..Karşısındaki sanki onun arayacağını tahmin etmemiş gibi açtı. Adam şöyle söyledi alodan hemen sonra; “Benim Hilmi abi tanımadın mı?”

Başladılar hoşbeşe. Kimseciklerin olmamasından bütün muhabbet inliyordu otobüste. O kadar yalın ve saf bir konuşmaydı ki; telefondakini duymasam bile ne sorduğunu, ne söylediğini çok rahat çıkarabiliyordum. hal hatırdan sonra karşı taraftan can alıcı soru geldi. “başladın mı çalışmaya?”

– Evet hilmi abi, başladım çok şükür..

Kısa, öz ve şükreden cinsten! Karşıdaki devam etti soruya; “Nerde, fabrika işi mi?”

– Öyle Hilmi abi fabrika işi, Tekirdağ’da.

Kaldım öylece konuşmayı dinlerken ! Nası yani ! Oturduğum yer Tekirdağa 85 km, Adamın bindiği yer ise oraya en az 150 km!  İçimden nasıl olur filan derken karşı taraf hikayenin asıl kahramanını sordu. “Ee maaş nasıl peki?”

– Çok şükür Hilmi abi. İdare ediyor. 780 maaş, sigorta, yemekte fabrikada. Hanım bırakmıştı işi biliyosun. O bırakmasa iyi olacaktı ama hayırlısı. Evi değiştirdim bende. Biraz yakına geldim iş için(yakın dediği 150 km!) kirası da iyi 400. İyi ısınıyo allahtan. Diğer evde biliyosun çocuğun halini..

Ben halen aklımdan o basit matematik problemini çözmeye çalışıyorum. 780-400= …??!!

Ulan diyorum içimden nasıl yani! Alınan para, kalınan ev, yenilen yemek, yakılan soba, bakılan çocuk! Hangisi bu filmde başrol oyuncusu?? Hangisi asıl kahraman, iyi mi bitecek bu filmin sonu??

Bilmiyorum nasıl bitiyor, ya da bitecek mi. Tek bildiğim camın buğusunu sildiği hırkasının ıslaklığı ki camınkinden kat kat fazla olduğu.. Ve ne yazık ki aldığı para üstü yarın sabah bineceği dolmuşun parasının yarısı…!

İneceğim durağı kaçıracak kadar derin düşüncelere dalmışken, otobüs şoförünün trafikte tartıştığı ticari taksi şoförüne yüksek sesle hakaretler yağdırdığı esnada uyanmış, otobüsten inmiştim. Düşüncelerimle baş başa, kaçırdığım durağa doğru yürürken zihnimin bir kenarında Nazım ‘ ın “Akrep Gibisin” şiiri ve o meşhur vurgusu vardı : KABAHATİN ÇOĞU SENİN CANIM KARDEŞİM!..”