Bugün köşemi Vehbi Bardakçı
Dosta bırakıyorum. O’nu ve

Bizim Çocuklar’ı selamlayarak.

Bilal Kayabay

BUGÜN GÜNLERDEN SİNAN CEMGİL

Bugün Sinan Cemgil’in doğum günü. Eğitimli bir ailede doğdu büyüdü. O zamanlar ülkenin en seçkin üniversitesi olan ODTÜ’de okudu. Mükemmel İngilizcesi vardı.

Mahir Çayan Tıp ve Hukuk Fakültelerini kazandıktan sonra bir süre bu fakültelere devam edip ayrıldı. Yeniden sınava girerek Ankara Siyasal’ı kazandı. Herkesi hayran birakan bir hitabet gücü vardı. Gençlik örgütleri kongrelerinde hiç duraksamadan sekiz saat konuştuğu ve salonu dolduran devrimcilerin hiç sıkılmadan onu dinlediği söylenir.

Hüseyin Cevahir de tıpkı Mahir gibi önce Tıp’ı kazanmış, beğenmemiş, yeniden sınava girerek Ankara Siyasal’ı kazanmıştır.

Ulaş Bardakçı ODTÜ’nün en parlak öğrencilerindendi. Esprili, zeki, şen şakrak, kahkahalarla gülen bir insandı.

Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan da tıpkı Sinan gibi ODTÜ’nün en parlak ve en zeki öğrencilerindendi.

Deniz’e gelince… Hukuk okuyordu. Anayasa profesörüne, “siz bize burjuva hukuku öğretiyorsunuz hocam, izin verirseniz ben size Proleterya hukukunu anlatayım” diyerek dersi kaynatırdı. Bir sözüyle binlerce öğrenciyi peşine takabilen renkli bir kişilikti. “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü okuyarak, ardında binlerce öğrenciyle Taksim-Beyoğlu sokaklarından gürleye gürleye inmiş, “ya istiklal ya ölüm” sloganlarıyla Amerikan askerlerini denize atmış bir devrimciydi. Uzun-servi boylu, yiğit, gözü pek, yakışıklı bir delikanlıydı. Sözünü sakınmaz, verdiği sözden caymazdı. Sallana sallana yürür, arkadaşlarını ti’ye almaya bayılırdı. En çok Yusuf’un kısa boyuna ve Cihan’ın Laz şivesine takılırdı.

Bugün Sinan’ın doğum günü diye bunları düşündüm ve bir hayal kurdum. Bu gençler ülkenin en parlak, en seçkin üniversitelerinde okuyorlardı. Ülke sorunlarına çok duyarlıydılar. Kafamda bir senaryo yazdım. Eğer bunlar katledilmesiydi, bugün nasıl bir Türkiye’de yaşardık?

Bunu düşünmemin nedeni, bugün ülkeyi bu gençlerin karşıtları olan ve “Kanlı Pazar” olaylarını tezgâhlayan güruhun yönetiyor olmasıdır. Mesela Abdullah Gül o dönem bu gençlerin karşısındaydı, Amerikan emperyalizmini protesto eden bu gençlere palalarla ve zincirlerle saldırıyorlardı. Ama cumhurbaşkanı oldu.

Bu gençler katledilmeseydi mesela… Bugün nasıl bir Türkiye’de yaşıyor olurduk? Düşündüm, akıl ve mantık süzgecinden geçirerek hayaller kurdum.

Birinci olarak, PKK diye bir şey olmazdı. Çünkü bu gençlerin içinde Kürt ve Türk devrimciler vardı. Birlikte hareket ediyorlardı. Amerikan askerlerini birlikte denize döküyorlardı. “Ya istiklal ya ölüm!” diye birlikte slogan atıyorlar ve “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü birlikte okuyorlardı. “Akın var güneşe akın, güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın…”

Onlar yaşasaydı, Türkiye’de bugün Kürt-Türk kardeşiliği olurdu. Bu kanlı kavgalar, bu terör, bu PKK belası olmazdı. Yurtta barış cihanda barış olurdu.

Onlar yaşasaydı, mutlaka sosyalist ekonomiyi uygularlardı. Mustafa Kemal’in “Cumhuriyet” ile taçlandırdığı laik Türkiye’yi onlar da adil bir paylaşımla taçlandırırlardı. Cumhuriyet o zaman gerçek kimliğine kavuşurdu. Kurucu lider olarak Mustafa Kemal’i baş tacı ederlerdi. Ve Türkiye mutlaka tam bağımsız bir ülke olurdu. Amerika burnunun dibindeki Küba’ya nasıl karışamıyorsa, Türkiye’ye de karışamazdı.

Sovyetler dağıldıktan sonra belki biraz bocalarlardı, ama onlar zaten Sovyetler’i eleştiriyorlardı. Mutlaka Türkiye’nin sosyal ve kültürel yapısına uygun özgün bir model yaratırlardı. Çünkü hepsi de süper zeki gençlerdi.

Mahir Çayan cumhurbaşkanı olurdu. Hüseyin İnan başbakan olurdu. Yusuf Aslan ulaştırma bakanı olurdu. Sinan Cemgil mutlaka milli eğitim bakanı olurdu. Ulaş Bardakçı meclis başkanı olurdu. Hüseyin Cevahir köy işleri bakanı olurdu. Köylerdeki yoksul çocuklara TIR’larla ayakkabı, elbise, kitap, kırtasiye taşırdı. Nerden mi biliyorum? Biliyorum, çünkü Hüseyin Cevahir okulda biriktirdiği parlarla defter kalem alır, yaz tatillerinde köyüne gittiğinde yoksul çocuklara dağıtırdı.

Gençleri bilime ve sanata motive etsin diye Deniz Gezmiş’i gençlik bakanı yapmak isterlerdi, fakat “onun liderlik karizmasına yazık olur” diyen itirazlar yükselirdi. Hüseyin İnan başbakan koltuğunu gönüllü olarak ona bırakırdı. Çünkü Hüseyin İnan çok mütevazı bir insandı. Öyle mevkide makamda filan gözü olmazdı. Hatta gider bir köyde öğretmenlik bile yapardı. O sadece Türkiye’nin bağımsızlığına ve halkın refahına önem verirdi. Az konuşur, çok çalışırdı.

Üniversiteler şakır şakır bilim adamı çıkarır, konservatuvarlarda birbirinden yetenekli sanatçılar yetişirdi. Hastanelerde bedava sağlık hizmetleri verilir, eğitim devlet parasıyla yapılır, tarım desteklenir, işçi sınıfı adam gibi bir hayat yaşardı. Biz de böyle bir ülkede keyiflenir, ülkemizle gurur duyardık. Keyfimize hiç diyecek olmazdı.

Ben o zaman yine yazar olurdum. Ama tabii üç romandan oluşan “Adanmış Hayatlar” serisini bu şekilde yazmazdım. Mahir ve arkadaşlarını Kızıldere’de bırakmazdım. Deniz ve arkadaşlarını darağacıyla değil, nar ağacıyla anardım. Kısacası, üç romandan oluşan “Adanmış Hayatlar” serisi mutlu sonla biterdi. Bana ödül verirlerdi. Öyle altın plaket filan istemezdim. Para da istemezdim. Yakama bir kır çiçeği takarlardı. Beni onure ederlerdi. Alkışlarlardı. Mutluluktan ağlardım. “Erkek adam ağlar mı be!” diye Deniz benimle dalga geçerdi.

Vehbi Bardakçı