Aslan; Pek çok kültürde, dinde, mitolojide gücün kahramanlığın simgesidir. Hayran olduğumuz ya da takdir ettiğimiz birisine “Aslan gibi” yakıştırmasını yaparız. Heykellerde, filmlerde, resimlerde, bayraklarda, edebiyatta en fazla işlenen konulardan biridir. Belgesellerde aslanların tüm yaşamı; avlanması, üremesi, kavgaları, yaşam alanları ilgiyle izlenir. Hatta tükenmekte olan türler olduğu için koruma altına alınmıştır. Onları görmek ve izlemek için yaşam alanlarına geziler düzenlenir, Bizler eğer herhangi bir geziye katılmadıysak, ancak canlı olarak hayvanat bahçelerinde görebiliriz.

Desem ki; Ankara’da bana bir aslan saldırdı, pençelerini sırtıma geçirdi az daha beni parça pinçik ediyordu desem kimse inanmaz. Hatta sevgili Münir Özkul’un repliği ile”Ziyaaa” diye dalga geçerler. Kimisi de Metin Akpınar repliğini hatırlatıp “kedidir kedi” diye gülüşürler.

Bazı arkadaşlarım çocuklarına beni göstererek: “Bu amca var ya  aslanla kavga etti. Aslanı bir yumrukta yere serdi “ diye abartarak anlatınca çocukların gözlerindeki hayret ve hayranlık dolu bakışlara tanık oldum. Hatta sevgili Onur “Hoca bana iyi bak, ben ölürsem tanığın kalmayacak . Kimse inanmaz yoksa aslanı tokatladığına” diye takılır durur. Okey oynarken taşlarsam “bak kediydi derim, beni taşlama ” diye tehdit bile eder.

12 Eylül’de Cezaevinden çıkan bir insan sudan çıkmış balığa benzer. Yıllarca koptuğu toplumun içine yeniden karışması, adapte olması, yaşamını sürdürmesi hiçte kolay değil. İşi yoktur. Örgütü yoktur. Eşi dostu selam vermekten korkarlar. Sürekli polisin takibi ve gözetimi altındadır. İş bulmasını polis engeller. Nerede bir iş bulsa polis oraya damlar. Bundan tedirgin olan işveren hemen yol verir.

Bu nedenle iş seçme lüksüne sahip değilsin. Üniversiteyi bitirmediğin için bir mesleğin yok. Önceleri Opera’nın oradaki halde kamyon indirme işine başladım. Ancak bir kamyonu beş hamal indiriyorsa ben altıncı hamal oluyorum. Adamların kazançlarına ortak oluyorum. Bir şey demiyorlar ama pekte memnun değiller. Bir hafta devam edebildim. Zaten içerden yeni çıktığım için pekte sağlıklı değilim.

Sonra yılbaşına doğru tebrik kartı satmaya başladım. Toptancıdan aldığım tebrik kartlarını Kızılay PTT’sinin yanında seyyar satıcılık yaptım. Kartları satmak için avazım çıktığı kadar bağıra çağıra yoldan geçen insanlara ulaşmaya ve ilgisini çekmeye çalışıyordum. Zabıtalarla kovalaşma, kaçışma derken oda bitti. Daha sonra öğrenciliğim zamanında sıkça uğradığım taraçada garsonluğa başladım. Önce garsonluk sonra ocakcılığa kadar yükseldim. Ancak düzenli bir iş değildi. Sabahın sekizinde akşamın dokuzuna kadar üç kuruş yevmiye ile geçinmeye çalışıyordum.

Bir süre çalıştıktan sonra bir tanıdık vasıtası ile bir fabrikaya işe girdim. Fabrikanın sahibi devrimci demokrat geçinen bir insan. Malatyalı ve Özal ile yakın ilişkileri olan bir aile. Ayrıca yurt dışı bağlantıları olan bir aile.  Fabrika İstanbul yolunda Susuz yakınlarında. Yavuz Damper’in olduğu yer.

Daha sonra içerden çıkanları ucuz işgücü olarak kullandığı yönünde yazıldı, çizildi. Hatta asgari ücretin altında bir ücretle çalıştırdığı için sendikalaşma faaliyetlerine katılan benimde içinde olduğum 200 kişiyi işten çıkaran, haklarında açtığım dava için beni çoluğum çocuğumla tehdit eden bir firma. Dava sonucunda iş mahkemesinin beni tazminat ödemeye mahkûm ettiği ve bu tazminatı taksit taksit ödediğim bir firma. Şu anda faaliyetlerini Polatlı yolu üzerinde sürdürüyor.

Fabrikaya depocu olarak başladım. Kısa sürede malzemeleri tanıdım. Kartuş sistemini öğrendim. Çevreyle tanıştım. Düzenli bir çalışma yaşamı başlamış oldu. Düzenli bir iş hayatı beni mutlu etmişti. Beklentim aileme bakabilmek aç kalmamak, ihtiyaçlarımızı düzenli karşılayabilmekti. Elimden gelen tüm gayreti sarfediyor, işlerin aksamaması için elimden geleni yapıyorum. İşçilerle diyaloğum çok iyi herkes yardımcı olmak için elinden geleni yapıyordu.

İlk aylarda maaşımın asgari ücretin altında olmasına artırırlar düşüncesi ile ses çıkarmadım. Ancak daha sonra bir hareket olmayınca metal işkolunda faaliyet gösteren “Otomobil-İş”sendikası ile görüşmeye gittim.

Sendikaya gittiğimde yalnız olmadığımı anladım. Sonuçta sendika faaliyetlerine başladık. Yaklaşık altı yedi ay gibi kısa sürede fabrikanın tümünü sendika için ikna ettik ve sendikaya üye yaptık.

O zamanlar sendika üyeliği noter kanalı ile yapılırdı. Noterden üyelikler işverene gelmeye başlayınca işveren küplere bindi. Başta ben olmak üzere ilk etapta 60 kişiyi işten çıkardı. İkinci postada 125 kişiyi, daha sonra da 30 kişi daha çıkardı.

Sendikalı olmam nedeniyle işten çıkarılmama itiraz edip iş mahkemesine başvurdum. İşveren avukatları allem edip gullem edip İşvereni zarara uğrattığım gerekçesiyle beni tazminat ödemeye mahkûm ettiler. Sendikada işverenle anlaşınca olan bize oldu. Sendika işyerine girdi ama biz işsiz kaldık.

İşte o günlerde.. Fabrikanın sahibi kardeşlerden birisi fabrikada müdürlük yapıyor. 12 Eylül öncesinde öğretmenlik yaptığı için tanıyorum. Bizim çevreyle ilişkileri var. Adamın bu nedenle benimle arası iyi. O kadar iyi ki; eşimin doğumu biraz gecikmişti endişelerimi paylaştığımda “bir tokat çarp hemen doğurur” diye akıl vermişti. (Verdiği akla uymam 40 yıldır eşimin bana sitem etmesine neden oldu. Halada devam ediyor.)  Hatta ücret artışı taleplerimi “iş bulmuşsun çalış aslanım dışarıda senin gibi binlerce işsiz var” diyerek geri çeviren birisi.

Adamın bir hobisi var. Aslan beslemek. Ben aslanı bir iki sefer hayvanat bahçesinde gördüm. Birde belgesellerde izledim. Hala belgesel izlemeyi çok severim. Aslanın vahşi doğada nasıl yaşadığını nasıl avlandığını, nasıl kavga ettiğini hala ilgiyle izlerim. Ancak fabrikada aslan beslemek pek anlaşılır bir şey değil.

Patron bir yavru aslanı almış, fabrikada besleyip büyütüyor. Aslanla zaman zaman ilgileniyor bir tarafını ısırmaya ya da yaramazlık yapmaya kalktığında bir tokat vurarak sözde eğitiyor. Bazen zincirinden serbest bırakarak fabrikanın içinde gezmesine izin veriyor. İşçiler doğal olarak korkuyor. Aslında gözdağı vermenin bir yöntemi. Aslanın yavruluğu filan kalmamış hergün önüne 8-10 kilo et konuyor.

Fabrikanın ön tarafında büyük bir demir kafes var. Akşamları kafese konuyor, gündüzleri 20 metre uzunluğunda kalın bir zincirle zincirin uzandığı yerlerde dolaşıyor. Aslan deri ayakkabı, yelek vb. Şeyleri parçalamayı çok seviyor. Ne zaman görsem ağzında ya bir ayakkabı parçası ya da deri yelek parçası. Bazen yere yapışıp çevresine konan kuşları bile bir pençe darbesiyle avladığına tanık oldum.

Ben Adanalıyım ayakkabının ökçesine basmayı, ceketimi omzuma atmayı, birde deli sellavi  dolaşmayı severim.  Zaman zaman küfretmeyi hatta içerden kalan zeytin çekirdeğinden yapılma tespihimi sallayarak hava atmak özelliklerimden bazıları.

Bir gün fabrikanın önünde bir nedenle dolaşırken ökçesine bastığım ayakkabının teki ayağımdan çıkıverdi.

Gayri ihtiyari çevreme baktığımda aslanı gördüm. Aslanın alanı içerisine girmiştim ve ayağımdan ayakkabımın teki çıkmıştı.

Aslan belgesellerde izlediğim avına saldıracak bir aslan gibi iyice yere yapışmış dikkatle bana ve çıkan ayakkabımın tekine bakıyor.  Tetikde, pür dikkat yapılacak en ufak bir hareketi  bekliyor.

Ne yapabilirim diye düşündüm.  Aslanla aramızda on beş metre mesafe var. Ayakkabıyı bıraksam problem yok. Gider depodan yenisini giyerim. Ancak durumu değerlendiriyorum.

Ben ayakkabıyı alıp beş metre koşsam aslanın alanından çıkıyorum. Kalın zincirlerle bağlı oldu için zinciri kırmadan bana ulaşamaz. Bir karar vermem lazım.

Çocuklukta okulda mendil kapmaca oynardık. Bende hayli başarılıydım. Hatta yüz metre koşularında Türkiye ortalamasının üzerinde bir hıza sahibim. Genç olmanın verdiği güvende var. Düşüncem aslan bana yetişmeden ben zincir mesafesinin dışına çıkarım. Aslan onbeş metre ben beş metre.

Yürü yiğidim aslanım diye kendimi iyice motive ettim. Sana aslan kaplan vız gelir, sen neleri atlatmadın ki.  Bir sümüklü aslanla mı baş edemiyorsun. Kısacası kendime öyle bir “ver mehteri” yaptım ki uçuyorum.

Sonuç da ayakkabıyı kapıp kaçmaya karar verdim. Göz ucuyla aslanı keserek yavaşça eğildim, ayakkabıyı kaptım  fırladım diyecektim ama fırlayamadım. Sadece ayakkabıyı kapabildim. Adım bile atamadan aslanın pençelerini sırtımda hissettim.

Yüzüstü yere kapaklandım.

Belgesellerde aslan avını yere yıkınca dişlerini boynuna geçiriveriyor. Sonrada parçalayıp yiyor.

İnsan o anda hızlı düşünüyor. Patronun aslan yaramazlık yaptığında aslanı tokatlaması geldi aklıma. Dönüp bir tokat yapıştırdım. Aslan duraksadı. Bende fırsattan istifade edip toparlanıp alanın dışına çıktım.

Aslanı en son benim ayakkabı tekini parçalarken gördüğümü hatırlıyorum.

O hışımla doğru patronun odasına koştum. Sırtımdaki pençe izlerini gösterdim.  Patron gülüyor. “ben onun aşılarını yaptırdım birşey olmaz”diyor. Bu arada saldırıyı görenler koştu bir şey oldu mu diye. Sonra sırtımdaki pençe izlerini pansuman ettiler.

Kısacası milyonda bir ihtimal bile olamayacak bir şey benim başıma geliyor ve olan yine bana oluyordu.

Ardan yıllar geçti bu yaşadığım olayı arkadaşlarımla paylaştığımda arkadaşların tebessüm eden bakışları ile karşılaştığım, hatta “kedidir o kedidir ”diye şaka yollu takılmalarına alıştım. Ancak o dönemde bu olaya şahitlik eden bazı arkadaşların beni doğrulaması bu takılmaları yinede sona erdirmedi.

O aslan daha sonra o kalın zincirleri kopartıyor ve Batıken’te doğru kaçıyor. Bir inek parçalamış belediye ekiplerine haber veriyorlar. Belediye ekipleri tarafından İvedik’de vuruluyor. Hatta bazı gazeteler “Ankarada aslan avı” başlığıyla haberleştirmişti.

Biz geçmişin avcıları gelecekte de avcıyız. Yaşımız ilerlemişse eğer, koşturamıyorsak dere tepe yeni avcılar yetiştireceğiz.  Bizi av etmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.

Hüseyin Esentürk