Barış Arifoğlu

12 Eylül’ün, insanlık suçu işlenmiş, hesabı sorulamamış, yapana kâr kalmış, trajik, onlarca işkence öyküsünden biridir öğretmen Enver Karagöz’ün öyküsü.

Enver Karagöz Şavşat’lıdır. 1971 ‘de Şavşat Lisesi’nde Babamın Edebiyat  öğretmenliğini  yapmış.  Kendisinin adını ve insanın kanını donduran hazin öyküsünü ilk babamdan duymuştum. Çok güzel şiirler okurmuş derste. Özellikle Nazım Hikmet,  Ahmet Arif  şiirlerini coşkulu sesi ve yorumu ile okuması meşhurmuş.

Ve 12 Eylül Faşist darbesinin olduğu gün önce O’ nu almışlar!

Belki bilmeyenler vardır. Ali Asker ‘ in meşhur bestesi, “Ben Hep 17 Yaşındayım – Şu Metris’ ın Önü ” Enver Karagöz ‘ ün şiiridir ve Erdal Eren için yazılmıştır.

“Ben hep onyedi yaşındayım.
Her ayak sesinde ürperirim.
Demirkapının her açılışında,
Göğsümün kafesine sığmaz yüreğim.
Her türlüsünü tattım, acıların ayrılıkların.
Herşeye biraz alıştım..
Bir seni beklerken kendimi yenemedim”

Enver Karagöz, 1948 yılında Şavşat’ta doğmuştu. Okudu, öğretmen oldu. Artvin’de öğretmenlik yapıyordu. Dünyada ve Türkiye’de rüzgârların soldan estiği bir zamandı. Türkiye kabına sığmıyor, kendine yeni bir yol, yeni bir düzen arıyordu. Yer yerinden oynuyordu. Devrim şarkıları söyleniyordu şehirlerde, ovalarda, dağlarda. Yeni bir dünyayı; ekmek, gül ve hürriyet günlerini kurabilmek için işçiler, gençler, devrimciler dişini tırnağına takmış uğraşıyordu.

Türkiye, başka bir Türkiye idi o zaman. Gençler okuyor, araştırıyor, düşünüyor, yazıyor, örgütleniyordu.
Enver Karagöz de o gençlerden biriydi.
Hem okuyor, hem yazıyor, hem haykırıyordu gür sesiyle!

İyi bir örgütçüydü. Özü sözü bir devrimci gençti. Kendinden çok seviyordu yurdunu, toprağını, insanlarını…

Öğrencilik yıllarında olsun, öğretmenlik yıllarında olsun toplantılarda, mitinglerde, gösterilerde şiirler okurdu. En sevdiği şairlerden biri Nazım Hikmet’ti. Nazım Hikmet’in şiirleri sadece okumaz, yaşardı, yaşatırdı…
Enver’in sesi, dinleyenlerin damarlarına girer, akar giderdi ta akla kadar!

12 Eylül 1980 günü, tankların paletleri, silahların dipçikleriyle kesildi barışa, özgürlüğe, kardeşliğe giden yollar. Sınırsız bir kinle saldırıyorlardı devrimcilere, ilericilere, yeni bir düzen için mücadele edenlere.
12 Eylül sonrası altı yüz bin kadar insan gözaltına alındı, işkenceden geçirildi, sorgulandı, hesap soruldu…
Enver Hoca, o insanlardan biriydi.
Eşiyle birlikte gözaltına alınmıştı.
Artvin Devrimci Yol Davası’ndan yargılanmıştı.
Erzurum’a götürüldü. Oradaki işkencehanede günlerce işkenceden geçirildi. Enver Hoca, esir alınmıştı. Ama teslim olmuyordu. Konuşmuyor, kimseyi ele vermiyordu. Ağır işkencelerle onu kana buladılar.
Enver Hoca, kana bulandı, ama alnına kara bir leke sürdürmedi.
İşkenceciler onun onurlu tutumundan çılgına dönmüştü.
Yapabilecekleri en büyük kötülüğü yaptılar:

“Haydi bakalım bir daha oku o şiirleri! Haydi bir daha haykır bakalım o komünistin, o vatan hainin şiirlerini!” diyerek boğazına kaynar su döktüler!
Enver Hoca’nın ses tellerini kaynar suyla yaktılar!
Ey insanlık! Ey Türkiye! Sen o kaybolan sesi duydun mu?
Ey Anadolu! Sen öz evladının boğazına kaynar su dökenleri unuttun mu?
O seni hiç unutmadı!

Enver Hoca, boğazının yakılmasından sonra gırtlak kanseri oldu. Hapisten çıktı. Tedavi için Almanya’ya geldi. Almanya’ya iltica etti. İlticası kabul edildi. Tedavileri aralıksız devam ediyordu. Bazen bir lokma ekmek, bir damla su bile geçemedi boğazından. Ama Enver Hoca direndi.  Kanseri yendi. Sesi, sesini kaybetmişti. Tısıltı halinde zorlanarak konuşabiliyordu.
Gene şiirler yazdı.
Gene şiirler okudu.
Susmadı!

Eşi Işılay her zaman kol kanat gerdi kocasına.
Biricik kızı ve biricik oğlu sevgiyle, saygıyla, anlayışla sarıldılar babalarına.Bunun zorluklarını, bunun onurunu yaşayan bilir ancak.Enver Hoca’yı yaşatan en etkili ilaç eşinin, çocuklarının sevgisiydi.

“Elveda!” bile diyemeden ayrılmıştı kendini hem var eden, hem de kahreden topraklardan.
Suçu insan olmaktı!
O, tutarlı bir devrimci, dürüst bir yurtsever ve yılmaz bir insan hakları savunucusuydu.
Suçu, yurdunu özünden çok sevmesiydi!
Uğruna ölümlere gidip geldiği yurdundan ayrılmak ölümden beterdi.
Yurt özlemini, vatan hasretini yaşayanlar bilir.
Dağını taşını, güneşini ayını, gülünü dikenini özler insan…
Taş yerinde güzeldir!
Açan çiçekler meyveye durmaz hiçbir zaman hatıralar içinde…
Enver Hoca, tam on sekiz yıl gidemedi Türkiye’ye!
Yollar ona kapalı, gökyüzü ona yasaktı!
Uzun yıllar sürdü yurduna giden yolları açabilme uğraşı.
Avukatlar, dosyalar, araştırmalar, incelemeler derken yıllar geçti!
Nihayet 2004 yılında Türkiye’ye gidebilme imkânı doğdu.

Avukatı, “Türkiye’ye girişte seni gözaltına alabilirler. Ama merak etme! Çabucak bırakırlar. Ben de seninle olacağım!” demişti.
Büyük bir heyecanla, 18 yıl aradan sonra İstanbul Atatürk Havaalanı’nda ayaklarını kendi toprağına basmıştı. Etrafına baktı.
İstanbul ile göz göze geliverdi.
Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçmişti zaman!
Pasaport kontrolündeki polis:
“Siz biraz bizimle geliniz!” dedi.
Önce Havaalanı Polis Karakolu…
Sonra Terörle Mücadele Şubesi’ne götürdüler.
Sorgulama başladı!
Sorgulamada bulunan polis yetkililerinden biri:
“Beni tanıdın mı?” dedi ezilerek.
“Tanımadım!” dedi Enver Hoca. Ama anlamıştı karşısındakinin kimliğini:
“Nereden tanıyayım? Gözlerimizi mi açmıştınız?”
Karşındaki kendini tanıttı:
“Ben Erzurum’da sorgulamada bulunmuştum!” dedi.
Enver Hoca’nın boğazına kaynar su döken işkencecilerden biri karşısında duruyordu.
Enver Hoca’nın işkencelerdeki direnişini hatırlamıştı:
“O günler öyleydi!” dedi gözlerini kaçırarak.
Sonra yanındakilere “Hemen işlemlerini yapın!” emrini verdi.
İşkenceciler hâlâ işbaşındaydı.

18 yıl aradan sonra Artvin’e, Şavşat’a, Ankara’ya gitti. Anadolu’yu dolaştı. Hasretlerini giderdi.
Çıkışta engel çıkarmadılar.
Türkiye kapıları, Enver Hoca’ya açılmıştı.
İstediği zaman gidip gelebilmenin zevkini de yaşadı.

Enver Hoca, Türkiye’de dünyaya gelmişti. Almanya’da ayrıldı dünyadan! Doğduğu topraklara “Elveda!” bile diyemeden, ömrüne doyamadan, özlediği günleri göremeden sessizce yumdu gözlerini çok sevdiği hayata!
Ey Anadolu! Seni çok seven bir evladın geldi geçti bu dünyadan!
İşkenceciler, bir daha şiir okumaması için boğazına kaynar su dökerek onun gür sesini yok etmişlerdi. Senin bu barbarlıktan haberin oldu mu?

Kendisinin de dediği gibi :”Boşuna değil hiçbir şey,
Boşa gitmedi yürünen yol,
işlenen nakış,
ekilen tohum.
Boşa gitmedi

Ölümden genç bir gülücükle gizlenerek
Sokaklara yazdığımız nehir şarkıları.
Çekilen acı,
dökülen ter
ve zeytin dallarına asılı kalan şafak
boşa gitmedi.

Çöl yeşeriyordu
Kabaran okyanusun selinde.
Sevda beyaz bir sayfaydı
Rüzgarlarla yazılan.
Değil, boşuna değil ağaran gece;
Çakılan kıvılcım boşuna değil.

Ters aktı belki
Yatak değiştirirken nehir.
Gün dönümüydü,
Yer yerinden oynamıştı.
Bir avuç bahar tohumuydu
Değişen zamanın gözüne attığım.
Boşa gitmedi hiçbir şey.
Boşa gitmedi karanlığa isyanım!”

Barış Arifoğlu

Kaynaklar:
1) Kemal Yalçın ( Evrensel – Arşiv )
2) Can Dündar ( Milliyet – Arşiv)