Barkın Can Topcu

Dünya’yı ancak ona yönelişimizle, onu kendi içimizde bir dert kaynağı yaparak anlamlandırabiliriz. Belirsiz olan yalnızca fiziksel bir ölüm ya da ölümden sonraki yaşam değildir. Asıl belirsizlik varlığın kendini ölümde bulması, ölümle olan ilintisi içinde kendi varlığının anlamını aramaya çalışmasıdır. Hiçlik ile varlığın diyalektiği aynı zamanda varlığın kendini dünyada bulması ve kendi varoluşunu anlamlandırmaya çalışması ile ölümün gerçekliğini kavraması arasındaki diyalektik ilişkidir.

Tüm kavrayış gücümüzü dünyaya fırlatılmışlığımıza borçluyuz. Geçmiş ve gelecek arasındaki ilinti aynı zamanda bizden önceki yaşam ile bizden sonraki yaşam arasında kurduğumuz ilintidir. En nihayetinde kendimizi hep bir şeyin arzusunu duyan ve hep bir şeye doğru ilerleyen varlık olarak duyumsamamızı sağlayan en temel itki kendi varlığımızın tarih karşısındaki yok olmaya yüz tutan sonluluğudur. İntihar dahi bu arzusunun yüz tutmasıyla kendini eylemselleştirir. Her eylem, her fikir, her hareket hiçlik ile varlığın diyalektiği içinde kendini gerçekleştirir. Sonu duyumsamak hâlâ var olduğumuz bilinciyle eylemselliğe itilmektir.

İnsanın kendi varlığını bir dert kaynağı haline getirmeye devam etmesidir. İnsan var olduğu müddetçe kendini hep bir şeye karşı duyarlı ve eksikli hisseder ve kendi mevcudiyetini bu eksiklikten çıkartır. Kendi varlığını duyumsamaya devam ettikçe sonu gelmez bir diyalektik olan yaşam istencini, kendi varlığını hiçliğin dolayımıyla gerçekleştirir. Varlık ile hiçliğin sınırlarında insan kendi varlığını bir dert kaynağı haline getirmesiyle diğer var olanlardan ayrılır. Kendini hakikatin ortasında bulan, hakikat arzusuyla dışarıya itilen ve dünyaya fırlatılmışlığını yalnızca duyumsayan değil sorgulayan ve simgeleştiren, bir kültür haline getirendir de…

Varlık, var olandır, bir Dasein olarak var olan ise kendi mevcudiyetini bir zaman diliminde, tarihsellik kesiti içinde gerçekleştirendir. Varlık Hegel ile birlikte soyut bir kategori olarak değil, tarihselcilik kesiti içinde ele alınmaya başlamıştır. O yalnızca düşünen bir varlık değildir artık, aynı zamanda felsefede dünyanın, tarihin, doğanın ve zamanın bir parçası olarak ele alınandır da… Kendi varoluşunu ancak bir toplumsal gelişimin ve içeriğin diyalektiği kapsamında gerçekleştirendir.

Düşüncesi soyut, diğer var olanlardan saltık bir usun ürünü değildir. Aksine usu toplumsal koşullar tarafından belirlenmektedir. Zira o doğaüstü yetenekleri olan bir sanatçı, hatta yaratıcılığın en üst sınırlarına ulaşmış bir deha dahi olsa kültürel bir varlık olarak diğer var olanlardan ayrı ya da saltık  değildir. Onu kültürel bir varlık kılan kendi içine kapalı, soyut ve tarihin geriliminden kopuk bir var olan olmaması üzerinden açıklanabilir. Ne üretirse üretsin, çağa ne katarsa katsın hep belirli bir kültürün parçası olarak kalmaya devam edecektir.

Burada dikkatten kaçmaması gereken birincil husus, var olanın kendini dünya karşısında dertli hissetmesi, bir belirsizlik karşısında onun kaynağı olan kaygıyla dışarıya itilmesi yalnızca varlığının sonluluğuyla açıklanamaz; bu, en azından eksik bir ifade olur. Çünkü varlık bir var olan olarak kendini ancak başka var olanlar arasında gerçekleştirebilir. O halde Dasein yalnızca kendisini, kendi varlığını dert etmez, kendisiyle birlikte diğer var olanları da kendi oluşunun ve varlığının bir parçası olarak dert eder.

Ölüm yalnızca kendi varlığının mahiyeti değildir, aynı zamanda kendisini bir var olan olarak ortaya koyduğu için, kendi varlığını diğer var olanlarla ilintisi içinde gerçekleştirdiği için ölüm başkalarının da hikâyesinde kendine yer bulur. Bu varlık Dasein’e sıçrar, onu yalnızca kendi ölümü üzmez, korkutmaz, kaygılandırmaz ve tam da bu nedenle içinde tek bir ölüm değil binlerce, milyonlarca, milyarlarca ölüm hisseder -insanlığın bir parçası olarak insanlığın ölümünü-.