Barkın Topcu

Felsefe de diğer tüm insan etkinlikleri gibi tarihseldir. Felsefe yalnızca bulunduğumuz ana özgü değildir ve salt bir insan düşüncesi ürünü olarak kabul edilemez.  Eğer felsefe bir insan etkinliği ise onu var olan toplumsal koşullardan soyutlamamız mümkün değildir. Yine özellikle idealist felsefecilerde olduğu gibi felsefeyi salt soyut bir usa dayandırmak, tarihi de bir insan etkinliği olarak salt bir düşünce ve tanrısallık üzerinden açıklanmayı beraberinde getirir ki bu, tin, geist gibi kavramları ortaya çıkartarak bizlerin asla kabul edemeyeceği bir düşünce sistemi anlamına gelir.

Felsefe tarihi düşüncelerin tarihi olarak sınırlandırılamaz. Çünkü insan düşüncesini var eden gerçeklik soyut bir kavrama, usa dayandırılamaz. Us salt kendi içine kapalı, tanrısal özü içinde barındıran bir fenomen değildir. Tanrı’yı insan bilincinde var edenin de toplumsal gerçeklik olduğunu bilen bizler için felsefe düşüncenin tarihi olduğu kadar düşünceyi var eden toplumsal koşulların da ürünüdür. Hiçbir düşünce tarihsel gerçeklikten kopamaz çünkü o her an tarihsel gerçekliğin bir parçası ve onun ürünüdür. Bu yüzden tarihi salt bir idea ile açıklamak bilimsel düşünmenin önündeki engellerden biridir. Sorun yalnızca tarihin geçirdiği evreler ve her birinin bir sonrakini öncelemesi değildir. Tarihin birbiri ardına kendini var eden gelişme yasasının sırrını diyalektik yöntemde aramak mümkündür. Çünkü o karşıtların kendi içinden yeni sentezler yarattığı sonu gelmez bir döngüdür ve tarihin gelişme yasası bu diyalektik yöntemde aranmalıdır. Bu yüzden o yalnızca bir gerçeklik değil aynı zamanda bir yöntem olarak düşünce sistemimizden bilim insanının çalışmalarına kadar, yani gündelik yaşamdan nesnel düşünebilme becerisine kadar her yerde kendisini göstermektedir. İşte tam burada bir gelişme yasası olarak diyalektiğin salt soyut bir ideada mı yoksa maddi gerçekliği içine alan toplumsal koşullarda mı aranması gerektiği hâlâ sınıf çelişkisinin bir çözüme ulaşmadığı günümüzde kendisini bir sorun olarak kılmaya devam etmektedir. İdealist felsefe ile maddeci felsefe arasındaki gerilim büyük bir yönden egemen sınıfın kendi meşruiyetini devam ettirmek için elinde bir silah olarak kullandığı idealist felsefeye dayanırken işçi sınıfının burjuvazi düzeninin tüm yıkıntılarını ortadan kaldırmak ve yeni özgür bir toplum inşa etmek amacıyla kullanacağı güç maddeci felsefeyi içinde barındırmaktadır.

Bu noktada idealist felsefe diyalektik bir yönteme dayansa da diyalektik yöntemi maddeci bir felsefe olarak ele alan Marksist felsefe her bakımdan ondan üstündür. Bu noktada felsefenin tarihi değil de tarihin felsefeyi öncelediğini berkitmek dünyaya bir yönüyle Marksist felsefenin ışığı altında bakmaktır. Ki bu, insan bilincini toplumsal koşulların yarattığını söylemekten pek de farklı değildir. Çünkü felsefe de insan bilincinin bir parçası olarak toplumsal koşullar tarafından belirlenmektedir.

Felsefenin yalnızca ana bağlı olmadığını söyledik. Felsefeyi doğuran tarih birbiri ardına gelişen ve birbirini önceleyen süreçlerden ibarettir. Kapitalist sistem iç dinamiklerini feodal düzenin kalıntılarından, çelişkilerinden çıkartır. Sosyalist sistem ise iç dinamiklerini kapitalist sistemin içindeki çelişkilerden, kalıntılardan çıkartarak geleceğe yüzünü döner, bu döngü Marksist felsefeye göre komünist sisteme kadar devam edecektir. Ancak burada diyalektiğin sona ermesi söz konusu değildir. Yalnızca burada sınıflı toplum yapısının sona ermesi söz konusudur. Bu yüzden komünist toplum biçiminin Marksizmi karalamak amacıyla diyalektiğin sonu olarak gösterilmesine izin verilmemeli. Diyalektik doğa ve insan varlığını sürdürdükçe devam edecektir. Komünizm de her ne kadar sınıflı toplum biçiminin bir sonu olsa da orada da tüm çelişkilerin sona erdiğinden bahsetmek mümkün değildir. Düşünce, bilim, sanat, felsefe varlığını sürdürdükçe çelişkiler devam edecektir ya da doğa bilimleri açısından bakıldığında enerji var olduğu sürece hareket varlığını devam ettirecektir…

Geçmişin olmadığı bir toplumda gelecekten söz edilemez. Geçmiş içinde geleceğin tohumlarını taşır. Her attığımız adım bir sonrakinin oluşunu içinde barındırır. Ve bu sahnede, sahneden çekilmek mümkün değildir ya da tarihin dışına çıkmak… Hayatımıza son versek dahi geçmişin içindeki bir karakter, bir koku, bir yaşanmışlık olarak başkalarının varoluşu içinde bir şekilde yaşamımızı devam ettiririz. Bu, nefes aldığımız anlamına gelmez, fiziki ya da biyolojik olarak ölü olsak da düşüncelerimiz ve bıraktığımız iz tarih içinde varlığını korur.

Burada önemli bir noktaya değinmenin vakti geldiğini düşünüyorum. Bu, Marksist felsefenin de yanlış anlaşılmasına sebep olan, hatta kimilerinde tarihin salt bir rastlantılar çemberi olarak görülmesine neden olan unsurlardan biridir. Burada ekonomik indirgemeciliği savunmadığımı, üstyapı kurumu olarak dinin de, bilimin de, hukukun da insan bilinci üzerinde etkide bulunduğunu yadsımadığımı belirtmek istiyorum. Ancak burada makalenin başlığından da anlaşılacağı üzere maddeci bir dünya anlayışı temel oluşturuyor ve bahsi geçen sorun olayın kökenine inerek maddeci bir dünya görüşü ile madde olmadan düşünce diye bir şeyin olmayacağı tezini açıklamaya çalışıyor.

Yine önemli bir yere geldik. Marx düşüncenin de maddi bir gerçeklik olarak tarih sahnesindeki yerini inkâr etmiyor, hatta bir noktada tarih içerisinde ortaya çıkan filozofların, bilim insanlarının tarihi etkilediğini ve etkilemeye devam edeceğini biliyor. Ama o bizim de savunduğumuz gibi toplumsal gerçeklikten soyut bir bilim insanı, filozof olamayacağını, çağının gerçekliğinden, üretim ilişkilerinden kaçamayacağını bildiği için kendi öğretisini dünyaya sunuyor ve bu öğretinin teori eylem birliği içerisinde yeryüzüne yayılması için elinden gelen hiçbir şeyden kaçınmıyor.

Burada yeniden neden tarih felsefeyi yaratıyor; felsefe de bir üstyapı kurumu olarak tarihi yapılandıramaz mı? diye sorabiliriz. Elbette biraz önce söylediğimiz gibi felsefenin de bir üstyapı kurumu olarak insan bilincini etkilediğini, tarihsel gerçekliği yapılandırdığını yadsıyamayız. Ama ele aldığımız argüman bunu yadsıyacak hiçbir şey söylemiyor. Ele aldığımız argüman olayın köküne inerek hangisinin önsel olduğu soruşturmasına dayanıyor. Kaldı ki kendini Marksist olarak atfeden kimse tarihsel gerçekliğin insan bilinci üzerindeki belirleyiciliğini inkâr edemez. Tarih bir insan etkinliği olarak felsefeyi yaratır çünkü tarih olmadan felsefeden bahsedilemez. Ya da insan bilinci de toplumsal gerçekliği etkiler ama toplumsal gerçeklik olmadan insan bilincinden söz edilemez. Tarih felsefeyi ortaya çıkartır çünkü tarih olmadan felsefe olmaz ya da felsefe yapan insan olmaz. Eğer soruşturma kıpısı haline getirdiğimiz sorun felsefenin ve tarihin el ele yürüdüğü, felsefesiz bir tarih ya da tarihsiz bir felsefe olamayacağı ise göz önüne almamız gereken husus bunun yanlış olmadığı ama makalenin başından beri dile getirdiğimiz şeyin maddenin öncelikli olduğudur ya da toplumsal gerçekliğin bilinci belirlediğidir.

Bir bilinç ürünü olarak felsefe tarih içinde yetkinleşir, onu bir kavram olarak ortaya çıkartan insandır ve tarih yani geçmiş olmadan geleceği tahayyül etmek mümkün olmadığı için ve tarih olmadan insan olamayacağı için, insan yine onu harekete geçiren unsurun, onu bir şey düşünmeye iten hususun mevcut toplumsal koşullardan geçtiğini inkâr edemeyiz. Burada iki hususun birbirini etkilediği kaçınılmazdır ama önsel/öncelikli olan tarihtir çünkü insan etkinliği daha felsefe terimi ortaya çıkmadan tarih içinde kendini yetkinleştirir. Felsefeci dünyayı etkiler, tarihi etkiler ama onu dinamik bir yapıya sokan salt bilinci değil bilincini belirleyen toplumsal koşullardır. Dünyayı değiştiren filozof bunu bir mirasa borçludur, tarihe borçludur. O dünyayı salt kendi düşünceleriyle değiştirmez, öncelikle onu düşünmeye iten bir maddenin, tarihin olması şarttır. Bu yüzden felsefe tarih içinde bir dinamiktir ama tarihin bir parçası olarak…

Tarihi rastlantılar çemberinden koparan, ona anlam veren insanın toplumsal varlığıdır. İnsan kendini başkaları içinde bulur ve başkaları olmadan kendi varlığını gerçekleştiremez. O hem başkaları içinde bir özne hem de nesnedir. Etkileyen olduğu kadar etkilenendir de. Kendi varlığını başkalarıyla olan ilişkileri üzerinden kuran toplumsal bir varlık olarak insan kendi mevcudiyetini ancak başkaları sayesinde biçimlendirebilir. O hiçbir zaman başkalarını içine alan ve başkaları ile kendi varlığını kuran toplumsal gerçeklikten kopamaz. Bu, özellikle Hegel’den beri böyledir. Ancak Hegel bu ilişkiyi tanrısal bir usla açıklayarak ilişkinin özündeki maddeci gerçeği kavrayamamıştır. Tarihi bir idea olarak öne sürerek, felsefe tarihini de bu ideanın kendisini tarih içinde gerçekleştirmesi olarak göstererek tarihe metafizik bir anlam yüklemiştir. Lakin tarih ideanın salt soyut gelişmesine karşıt olarak bu ideayı önceleyen maddi gerçeklik üzerinden kavranmalıdır ve tarih yazımı bu gerçekliği göz önünde bulundurmak zorundadır. Kendisini teolojiye dayandıran ve tarihi dinsel görüngü üzerinden anlamaya çalışan hiçbir felsefi sistem kusursuz değildir. Kaldı ki kusursuzluğun ötesinde eksikli ve yanlıştır da…

Tarih ne bir rastlantılar çemberidir ne de tanrısal özün kendini gerçekleştirdiği teolojik bir yapıdır. Tarihin evrimini önceleyen evreleri ve onların bir sonrakini hangi koşullarda gerçekleştirdiğini bilmek tarihi rastlantılar üzerinden açıklamayı safsata olarak gözler önüne seren biricik nedendir. Çünkü tarihin bir devindirici yapısı vardır ve bu tarihte, hiçbir olay nedensiz gerçekleşmez… Bu da kendi varlığını doğa bilimlerinde daha çok gösterir. Çünkü orada yasalar matematiğin kesin yasalarıyla birleşmiştir. Yerçekimi yasasının olmadığı bir yerde havaya atılan bir paranın düşecek olmasından kim bahsedebilir.

Marksizm öz itibariyle yalnızca toplumbilimleri alanıyla sınırlandırılamaz. O, yasalarını hem doğa bilimlerinden hem de toplumbilimlerinden çıkartır. Doğrudan doğa bilimindeki yasaların toplumbilimlerine uyarlanması mümkün olmasa da diyalektik toplumbilimleri için olduğu kadar doğa bilimleri için de geçerli olan bir yasa ve yöntemdir. Marksist teori ve ideolojide doğa ve toplum bir bütündür. Doğa yasalarından kopuk bir toplumbilim yasalarından Marksist teori ve ideolojide bahsetmek mümkün değildir. Marksizm kendi özgür karakterini diyalektik materyalizmde ve tarihsel materyalizmde bulur. Çünkü doğa ve toplum yasaları birbirlerine kenetlenmiş halde zıtlıkların çatışımı içinde suret bulur. Diyalektiğin var olmadığı bir yerde tarihin birbirini önceleyen gelişimi yasalarından bahsetmek mümkün değildir. Diyalektiğe karşı olunan her yerde doğa ve toplum yasalarına karşı önyargılı bir tavır vardır.

Burada yine değinilmesi ya da açıklığa kavuşturulması gereken noktalardan biri tarihte öznenin rolüdür. Tarihte rastlantının belirleyiciliği noktasında ısrar edenler için dünyaya Lenin diye birinin gelmiş olması ve onun dehası sanki tarihin birincil unsuruymuş gibi algılanabilir. Oysa gerçek çok daha çetrefillidir.  Marksizm bilimsel bir dünya görüşü olarak tarihi öznelerin etkinlikleri ya da dehasıyla sınırlandırmaz. Eğer bir devrim olacaksa bu kitlelerin bilinçli mücadelesiyle sınırlandırılamaz. Devrim tüm çağlar boyunca niceliğin niteliğe dönüşümüne tanıklık etmiştir. Bu, genelde biriken koşulların bir sıçramayla değişmesine dayanmaktadır. Zaten Marx üretim ilişkilerinin gelişiminin yeterli olgunluğa ermeden bir devrim olamayacağını, devrimin sınıfsal çelişkilere ve kendi döneminin içindeki krizlere dayandığını biliyordu. Bu yüzden tarih bir dehanın, liderin salt kendi içindeki gücü, zekâsı, sabrı, ileri görüşlülüğüyle sınırlandırılamaz. O kendi varlığını bir tarihe, tarihsel gerçekliğe borçludur. Dahası, hiçbir zaman çağının kendisi üzerindeki belirleyici etkisinden kaçamaz. Onu var eden toplumsal gerçekler olmadan ne kadar zeki, ne kadar çalışkan, ne kadar cesur olursa olsun dünyayı salt kendi çabasıyla değiştiremez. Zira biraz önce ifade ettiğimiz gibi toplumsal ilişkiler bir aşamaya ulaşmadan bir devrimden söz etmek mümkün değildir. Bir lider, içinde yaşadığı çağın ürünü olarak tüm dehasını bu mevcut koşullara borçludur. Bu noktada yukarıda verdiğimiz örnekte olduğu gibi Lenin gibi bir deha dünyaya gelmemiş olsaydı ya da zamanından önce ölseydi ne olurdu gibi bir soruya evet, çok şey değişirdi yanıtını verebiliriz. Ama diğer yönden Lenin’i var eden koşullar ve olaylar düşünüldüğünde, tarihsel olgular göz önünde bulundurulduğunda görürüz ki lideri var eden, onu bir mücadelede önder kılan da yine aynı tarihsel şartlardır. Bu noktada rastlantının rolünü kabul etmekle birlikte toplumsal koşulların öncelikli yapısının tarihi rastlantılar çemberi olarak görmemize engel olduğunu ve böyle bir varsayımda bulunmanın diyalektik gerçekliği görememenin bir sonucu olduğunu belirtmek istiyorum. Zira bu yüzden Marx tarihsel şartlar uygun olmadığında devrimin amacına ulaşmasının mümkün olmadığını belirtiyor.  Bu varsayımı genişletecek olursak dünyayı değiştirme arzusu altında olan deha ya da lider ne kadar yetenekli ve güçlü olursa olsun toplumsal koşulların bir ürünü olarak yine ancak o toplumsal koşulların öncelemesiyle gerçek bir değişime önayak olabilir. Diğer yönden bir dehanın kültürünü ve stratejisini belirleyen yaşadığı çağ ve olaylar ise, o tek başına bir şey yapma becerisine sahip değilse ve gerçek gücünü kitlelerden alıyorsa neden çağ yeni Marxlar yeni Leninler yaratmasın? Düşünce olmadan maddenin varlığından söz edebiliriz ama madde olmadan düşünce olmaz. Bu yüzden toplumsal koşullar önceliklidir ve onlar olmaksızın, onlardan bağımsız soyut bir dehadan bahsetmek bu şartları görmezden gelmek demektir. O kendisini tarih içinde yaratır ve ancak tarihsel şartlar izin verdiği sürece dünyayı değiştirme yetkisini içinde taşıyabilir.

Tarihi rastlantılar içinde tasarlayan ve onun dışında bir diyalektiği yerler altına alan bir felsefe tarihin devinimi üzerine hiçbir bilimsel açıklamada bulunamaz çünkü tarihin devindirici motorunu görmez, göremez… O tüm tarihi içine alan birbiri ardına gelişen süreçlerin altındaki itkiyi göremez… Tarihte Hegel felsefesinde olduğu gibi kendisini gerçekleştiren bir ideadan bahsetmek mümkün değildir ki bu, Marx’ın gençlik döneminde düştüğü ve hayatının diğer döneminde hiçbir zaman dönmediği düz çizgide ilerleyen tarih anlayışına dayanır. Marksist anlayışta itki idealist felsefede olduğu gibi tanrısal bir vahye, teolojik bir us fikrine dayanmaz. Aksine o evreni maddeci bir içerikle ele alır ve tarihteki itkinin doğrudan bilim yasalarına bağlı olduğunu, onun bilimin dışında bir gerçekliği olmadığını bilir. Burada tarihi harekete geçiren tanrısal bir öz değil mevcut toplumsal koşullardır. Bilim yalnızca kendi varlığını matematikte ve doğa bilimlerinde göstermez, sosyal bilim alanlarındaki yasalar da doğa bilimindeki yasalarda olduğu gibi belirli bir nedene ve sonuca bağlıdır. Tarihte soyut bir itki yoktur, bunun aksine zıtlıkların çatışımı ve sıçramalar vardır. Hiçbir insan ya da toplum doğa yasalarından bağımsız değildir. Doğa bilimleri ile toplumbilimleri birbirleriyle ilintilidirler. Tarihteki üretim biçimlerinin devinimi rastlantı üzerinden açıklanamaz aksine orada da doğa bilimlerinde olduğu gibi etki, neden, sonuç, zıtlıkların çatışımı ve sıçramalar vardır. Ve tarih zıtlıkların arasındaki çatışmanın tarihi olarak diyalektiğin tarihidir. Eğer toplumsal bir gerçekliği açıklamak istiyorsak olayın geçmişine bakarız ve tarihsel bir şekilde irdeleriz. Hiçbir oluşum diğer fenomenlerden bağımsız değildir; evrendeki her şey birbirleriyle ilintilidir. Bu yüzden toplumları incelemek onları var eden gelişimin yasası üzerinden düşünmeyi zorunlu kılar. Çünkü diğer türlü her şeyi rastlantı üzerinden ele alan bir tarih felsefesi bilimsel olamaz ancak idealist olabilir. Eğer bir toplumsal gerçeği öncesi ve sonrasıyla, aradaki bağlarla, zıtlıklarla ve sıçramalarla irdeliyorsak; yalnızca anla değil geçmiş ve geleceğin büyük ilintisiyle açıklamaya çalışıyorsak diyalektik yönteme vakıfız demektir.