Barkın Can Topcu

Bu başlık altında sosyalizmi Nietzsche üzerinden karşılaştırmalı bir şekilde okuyacağız. Nietzsche sosyalizmle ilgili ne söylemiş sorusu üzerinden gerçekleşen bir soruşturmanın gerektirdiği titizliğin ve özenin farkındayım. Hem politik hem de felsefi açıdan Nietzsche’nin İnsanca Pek İnsanca adlı yapıtından alıntılarla ve alıntıların yorumlanmasıyla gelişecek bu konunun kendi Nietzsche anlayışım açısından da mihenk taşı oluşturduğunu söylemeliyim. Daha konunun girişinde belirtmek gerekirse Nietzsche’nin sosyalizmle ilgili birçok düşüncesi hem genel sosyalizm anlayışı açısından hem de benim ideolojik ve felsefi duruşum açısından asılsız ve yanlıştır.

Sahip Olma ve Adalet: “Sosyalistler günümüz insanlığı arasındaki mülkiyet dağılımının sayısız adaletsizlik ve şiddet eyleminin bir sonucu olduğunu kanıtlarken ve böylesine adaletsiz bir temele dayalı bir şey karşısındaki her türlü yükümlülüğü in summa reddederken yalnızca yalıtılmış tek bir şeyi görmektedirler. Eski kültürün tüm geçmişi güç, kölelik, aldatmaca ve hata üzerine kurulmuştur; ama bizler, tüm bu koşulların mirasçıları olarak, hatta tüm o geçmişle birlikte büyüyenler olarak buyruklarla kendimizi silemeyiz ve o geçmişin herhangi bir parçasını ortadan kaldırmayı arzu etmemeliyiz. Adaletsiz duygular mülkiyet sahibi olmayanların ruhlarında da yerleşiktir: onlar hiç de mülk sahiplerinden daha iyi değillerdir ve hiçbir ahlaki ayrıcalıkları yoktur; çünkü bir noktada onların ataları da mülk sahipleriydi. Gerekli olan mülkiyetin zor yoluyla yeniden bölüştürülmesi değil, bunun yerine duyarlılığın aşamalı dönüşümüdür; adalet anlayışı herkeste daha da büyümeli, şiddet içgüdüsü ise zayıflamalıdır.”

Nietzsche bu pasajda daha ilk başta sosyalizmi kavrayamadığını açık ve net bir şekilde göstermektedir. O sosyalizmi sanki basit bir fikir, bilimsel hiçbir dayanağı olmayan bir karikatürmüş gibi ele alırken asıl sorunun bireysel değil toplumsal olduğunu görmemekte, yeni bir dünya tasavvuruna dair; sınıflı toplumdan sınıfsız topluma sıçrayışa dair, bu gerçekliğin gelişim yasalarına dair hiçbir şey bilmediğini sergilemektedir.

Nietzsche, ilk etapta, sosyalistleri yalıtılmış tek bir şeyi görmekle suçlarken buna açılımlar ekliyor. Tarihte adaletsizliğe dair kavrayışlarda bulunuyor ama bunun nedenine dair bilimsel hiçbir şey sezemiyor. Tarihte adaletsizliğe dair güç, kölelik, aldatmaca ve hata üzerinde kısmen duruyor. Ama bu adaletsizliği yermek şöyle dursun adaletsizliğin aşılmasına yönelik sancıları da eleştirel olarak ele alıyor. Her ne kadar son pasajda adalet anlayışı herkeste daha da büyümeli dese de bu, daha çok adaletin sekteye uğratılmasına neden olan bir adalet anlayışıdır. Çünkü Nietzsche toplumsal bir devrime; sınıfsız toplumu yaratacak bir devrime inanmamaktadır. Ve gerçek bir adaletin sosyalist devrimle ortaya çıkacağını kavrayamamakta, bu tür bir adalet arayışına da karşı çıkmaktadır. Karşı çıkmakla birlikte de adalet konusunda sofist bir tavır takınmakta, eşitsizliğin kaynağını görememektedir.

Bu bağlamda Nietzsche’nin adaletsiz duyguları ortak paydada -yani ezen de ezilen de bulunması noktasında- görmesi ve bunu sosyalizme bir karşı çıkış alternatifi olarak ele alması sınıf bilinci kavramından haberdar olmadığını bize anımsatmaktadır. Adaletsiz duyguların işçi sınıfında yer alıp almaması onların bilinçleriyle ilgili bir sorundur ve asli olan pratiktir. Kaldı ki işçi sınıfının bilinci yalnızca kendi ekonomik sosyal durumu üzerinden açıklanamaz. O aynı zamanda var olan sınıflı toplumun bir parçasıdır ve var olan düzenin ana ereği onu sınıf bilicinden uzak tutmaktır. Asli sorun da pratikte kimin adaletsiz olduğudur. Burada genel bir adalet anlayışından değil özel mülkiyete; üretim ilişkileri ile üretim araçları arasındaki gerilime dayanan bir dünya sisteminin altındaki sömürüyle koşullandırılan bir adalet anlayışından bahsediyoruz. Kaldı ki sınıf bilinci olan işçiler vardır ve bu işçiler var olan dünya sisteminin farkında oldukları için gerçek adaletsizliğin ne olduğunu da bilirler. İşçi sınıfının tekil öğeleri adaletsiz duygular içindeyseler bunu onların hataları diye yüzlerine vurup onları dışlayamayız, yargılayamayız.

Bu noktada işçi sınıfı suçlu değildir, suçlu olan ezilenin içindeki çığlığı susturmaya çalışan kapitalist sistemdir. Son bir kez söyleyecek olursak, ezen ile ezileni ayıran, bir adaletsizlik konusu haline getiren pratiktir. Adaletsizlik duygusu şu veya bu biçimde her iki tarafta da var diye onların pratik yaşantılarını görmezden gelemeyiz. Hayat düşüncede değil pratikte vuku bulur. Adaletsizliğin kökeni bireysel değil toplumsal ve evrenseldir.

Bir adaletsizlik varsa onu ona göz yumarak ya da salt bireysel gerçekler üzerinde durarak değil somut, pratik koşulları değiştirerek ortadan kaldırabiliriz. Çünkü bilinçteki en yüce değişim ve en büyük adalet ancak toplumsal devrimlerle sağlanabilir. İşçi sınıfı tam da somut koşullar içindeki yaşantısı nedeniyle ayrıcalıklıdır. Devrimin tek nihai amacı ekonomi sömürüsünü ortadan kaldırmak değil insanın insanca yaşadığı bir düzen kurmaktır. Bu açıdan Nietzsche olaya salt düşünce üzerinden yola çıkmakta ve işçi sınıfının pratikteki ezilmişliğini kavrayamamaktadır. Hele bu ezilmişliğin sınıf çatışımları bağlamındaki gerilimini, iktisadi gerçekliği hiç fark etmemektedir. Herkes adaletsiz duygular içinde diye sosyalizmi reddetmeye kalkmak, işçi sınıfının pratikteki ezilmişliğini, sefilliğini görmezden gelmek olurdu. Kaldı ki işçi sınıfını dahi adaletsiz duygulara sürükleyen tekil tekil kişiler değil içinde yaşadığı çağın acımasız koşullarıdır. Zira sosyalizmin asıl öfkesi zaten bu koşullaradır. Bir diğer yönden de asıl adaletsizlik özel mülkiyet sahibinindir -ya da üretim araçlarını elinde barındıran sınıfın; burjuvazinin- çünkü o duyumsamakla kalmaz, duyumsadığını pratiğe geçirir. İşçi sınıfının ise karnını doyuracak bir geliri yoktur.

Mülkiyetin zor yoluyla bölüştürülmesi zorunludur, çünkü burjuvazi kendi sınıf konumu gereği elindekileri, sömürü yoluyla kazandıklarını kaybetmek istemez. Bu bağlamda yine Nietzsche’nin vurguladığının aksine gerekir olan uysal bir adalet değil sert ve keskin bir yıkımdır, devrimdir…  Ki gerçek adaletin sağlanacağı uzam da burasıdır.

Nietzsche kırılması gereken levhalardan, yeniden yaratılması gereken istençlerden bahseder ama bu onun için hep bireysel bir konudur. Bu nedenle o kişinin kendi iç devrimine inanır. Sosyalizm açısından herkesi hedef alan bir toplum düzlemi onun için üst insana giden yolda bir tehlikedir. Hiçbir elitist felsefeci, filozof evrensel bir toplumsal devrimden ve bunun dolayımındaki herkesin eşitliğine dayanan sistemden yana olamaz.  Nietzsche bu bağlamda geçmişi silemeyeceğimizi -aynı zamanda geçmiş içinde yaşayan bir varlık olarak- hatta onun herhangi bir parçasını ortadan kaldırmak istememizi yanlış bulur. Öyle ya böyle bir parçalanmaya dair risk üst insana giden yolun önündeki örümceklerdir, sosyalistlerdir…

Nietzsche felsefesinde eğer bir adaletten bahsediliyorsa bu, evrensel bir eşitlik, demokratik, sosyalist toplum idealleriyle örtüşmez… Zira kendisi iyi ve kötüyü göreli kavramlar olarak ele alarak, bunun yerine güç istencini koymuş ve toplumsal eşitlik felsefesine dair her şeyi bu istenç içinde eritmiştir. Biz burada adaleti eşitliğe dayanan bir toplum düzeninden kalkarak ortaya koyuyorsak bizler için şiddet insanlık tarihinin her döneminde başvurulmuş ve başvurulacak bir zorunluluğu imlemektedir. Tarihin her döneminde ezen sınıf kendi çıkarlarını korumak adına ezilen sınıf üzerinde baskı kurmuş ve bu baskıdan da kurtuluş ancak toplumsal devrimlerle, içinde zorunlu olarak şiddet barındıran toplumsal devrimlerle gerçekleşmiştir.

Adalet Nietzsche’de asla bu özgür toplum idealleriyle barışmaz. Onun adalet anlayışı elitist bir adalet anlayışıdır.