Eşim Sayime öğretmenin doğum yaptığının tam dördüncü günü akşamıydı.

O gece yine okulun öğretmen lojmanının salonumsu alanında Sayime somyada, Atalay hemen girişteki holde, somyada, annem iç odada, ben de Sayime’nin yanı başında, salondaki İskandinav tipi üçlü koltukta yatıyorum ya da yatacağım.

Her nedense acayip huzursuzdum. Bir türlü uyku tutmadı gözlerimi. Bu huzursuzluğumu Sayime’nin ağrılı, sızılı haline versem de, bu tek başına bana çok inandırıcı gelmiyordu. Çünkü çok garip bir iç huzursuzluğum vardı.

Dışarıda yirmi santim kadar kar vardı. Hava çok soğuktu. Ortalık buz tutmuş, yollar demir rengi buz, toprak donmuştu…

Sanırım o gece Saray’da benden başka uykusu kaçan yoktu…

Yarı doğrulmuş vaziyette, dirseğim pencerenin küpeştesine dayalı dışarıyı seyrediyordum. 16 Şubat 1981, gece saat 2-3 sıraları. Ortalık bembeyaz kar, ay ışığı da var adamakıllı. Her şey nete yakın seçiliyor dışarıda. Tüm köyde tam bir sessizlik hâkim, ölüm sessizliğinden beter. Kurt uluması bile yok…

Bir an, köyün orta yerinden geçen yolun, muhtar evi yönünden, beyaz bir aracın okula, lojmana doğru döndüğünü fark ettim. Araç resmen bize doğru geliyordu…

Bir an, “Belki de yukarı mahalleye ya da köylere gidiyordur” diye düşündüğüm de oldu. Ancak araç geldi geldi, kulübe büyüklüğünde ki lojmanımıza on beş yirmi metre kala yolun tam ortasında durdu.

Dışarıyı ay ışığı o kadar güzel aydınlatıyordu ki penceremden, beyaz renkli aracın Renault TS 12 olduğu kolaylıkla seçiliyordu. Polislerin o tarihlerdeki operasyonlarda genellikle bu tip araçları kullandıkları söylenirdi hep. Aklımdan, bunlar şimşek gibi çakıp geçti.

Araçtan muhtar Hüsnü Çakır ile tanımadığım üç kişi daha indi. Lojmana (evimize) doğru tek sıra halinde, diz boyu karda, gündüzden iz olmuş yolda geliyorlar. Yollar öylesine donmuş ki karda dikkatlice yürüyen adamların garç gurç ayak seslerini taa evin içinden duyuyorum. Zaten aramızda yirmi metre mesafe ancak var. Bazılarının elinde büyük silahlar olduğunu fark ediyorum. Telaşlanıyorum…

Durumu hemen kavradım. Sonuçta hani bizler biraz solcuyuz, sosyalistiz, devrimciyiz filan ya… Belli ki, ya ben ya da evde birileri için geliyorlardı. Kafamda daha çok Atalay’ı almak için geldiklerini düşünüyorum. Atalay o yıl Gazi Üniversitesi İşletme Fakültesinde okuyor, bizde kalıyordu. Birkaç saniye içinde öyle çok senaryo yazdım ki hepsi bir film şeridi gibi geçti kafamdan. Atalay, kaçmaya teşebbüs eder mi ya da etsek mi konusunda saniyeler içerisinde karar verdim: “Ne suçumuz var ki sol düşünceli olmaktan başka.”

O halde, böyle bir şey asla olmamalıydı.

Çünkü bu tür durumlarda yoktan yere katliam dahi yapabilirlerdi, yapıyorlardı da… Çünkü ülke yönetimine el koymuş Askeri Faşist Cunta var… Hem de bu karda kışta soğukta gece vakti nereye gidilebilir, nerede saklanılabilirdi ki? Böylesi soğuk havada insan çabucak donabilirdi!

İçimden “Hele bir gelsinler de” dedim ve çabucak Atalay’ın yanına vardım:

Polisler geliyor, uyan, ama sakin ol, tepki verme“ dedim.

Uyandı, yatakta doğruldu, oturdu ve bu arada kapı yumruklandı. Hiç paniklemedik. Olağan karşıladık.

Muhtar Hüsnü Çakır:

Gökhan Bey, ben Muhtar Hüsnü, kapıyı açar mısın, memur beyler evinizde arama yapacaklar da…“ dedi.

Herhangi bir direnç göstermeden kapıyı açtım, açar açmaz silahları üzerimize doğrulttular.

Birisi silahını Atalay’ın göğsüne doğrultup onun başında bekledi.

Birisi de silahı benim göğsüme tutup geri geri ittirerek o küçücük salona kadar götürdü.

Bir diğeri Sayime ve Umut bebeğin karşısında oturdu. Otomatik silahını onlara doğrultarak dört günlük bebekle lohusa annesini kontrol altına aldılar!..

Muhtar Hüsnü Çakır:

“Memur bey, kadın lohusadır, ayakları da yanmıştır basamaz, bebek de var, bir kaza çıkmasın, silahınızı onlara doğru tutmasanız olmaz mı?” diye ricada bulunmasına rağmen polis memuru bu ricaya hiç itibar etmedi:

“Sen işime karışma muhtar!” diye de uyardı.

Beni içeri alan polis, önce annemin yattığı sözde yatak odamızı dağıtırcasına aradı. Annem, yataktan hiç kalkamadı bile. Ne olup bittiğine bir türlü anlam veremediği, şaşkın bakışlarından anlaşılıyordu. Biraz şaşkındı, ama panik değildi.

Etraftaki tüm eşyalar, dolapların içi, yataklar, yatak altları tek tek arandı.

Sıra kitaplara geldi.

Evde küçük bir kitaplığım vardı. 12 Eylül Askeri Darbesinden itibaren kitaplara, kitapların sahiplerine yönelik de yoğun şiddet uygulanıp, tutuklamalar yapıldığı için sakıncasız olduğunu düşündüğüm az miktarda kitap bırakmıştım evde. Diğer kitapların bir kısmını okul bahçesinde toprağa, bir kısmını da kömürlüğün zeminini kazarak gömmüş, üzerini yine betonla örtmüştüm.

Evde annem ve eşim tedirgin oldukları ya da ben öyle düşündüğüm için askere gitmeden bir iki gün önce, bu kitapların tamamını oldukları yerden çıkararak Şakir Zümre marka dökme demir sobamızda birkaç gün boyunca yakmıştık.

Sivil giyimli polis memuru, küçük kütüphanemdeki kitaplara tek tek baktı, inceledi.

Polislerin tümü sivil giyimliydiler. Bize aramaya ilişkin bir izin ya da kimlik gösterdiklerini hatırlamıyorum. Ben de sormayı akıl edemedim.

Kapaklarından isimlerini okuduğu bazı kitapların sakıncalı olup olmadığını, salonda lohusa eşimle bebeğimize silahını doğrultmuş bekleyen şefleri Ali Şimşek adlı amirine soruyordu.

Polis memuru, Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni adlı kitabını eline alınca:

“Amirim burada Türkiye’nin Düzeni, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi adlı kitaplar da  var, sakıncalı mıdır?” diye sordu.

Sakıncalı olmadığı söylenince kitapları yerine koydu.

Neyse ki aradıkları yerlerde sakıncalı kitap yoktu. Küçücük evde zaten başka bakacak bir oda da yoktu.

Derme çatma mutfağa, bitişiğindeki küçücük banyoya şöyle bir göz attılar. Zaten birkaç parça kap kacaktan başka bir şey yoktu. Kapıların arkasına temkinlice baktılar. Kafalarını kaldırıp, mutfakta yüklük olarak adlandırılan yarı tavan arasına hiç bakmadılar.

Oysa orada kutuların içinde kitaplar, defterler vardı. Hatta el yazmalarım, seminer notlarım vardı. Kim bilir, bunlar onlara göre suç unsuru da sayılabilirdi.

Anlaşıldı ki “Zaten aradıkları Atalay’mış, onu da elleriyle koymuş gibi buldular” diyemeyeceğim, çünkü sonradan öğrendiğimize göre, gözaltına alınan arkadaşlarından birileri, polisleri önce bizim Kurtuluş’ta kirada oturduğumuz eski evimize götürmüş. Polisler, aynı apartmanda oturan ev sahibemiz Ayşe teyzeden “Saray köyüne taşındılar” bilgisini alınca, yanlışlıkla Kazan ilçesi Saray köyüne gitmişler. Kısacası polisler bize gelinceye kadar o soğuk kış gecesi epeyce dolaşmak zorunda kalmışlar…

Gökhan DEDE