Salih Altun

Birkaç yıl önce, Şanlıurfa Birecik’te bir dost düğününde idim. Masamda, 75-80 yaşlarında bir beyefendi vardı. Konu siyasi ortama gelince, gençken siyasetle tanıştığını, önce DP, ardından AP dönemlerinde aktif siyasetle harman olmuş.

Şu ilginç gözlemini anlattı: ”Biz eskiden ilimize, ilçemize gelen siyaset erbabına; ’Urfa’ya ne verdiniz, Birecik’e ne verdiniz? Neler vereceksiniz? ’ diye sorardık. Şimdiki seçmen ise;’Bana ne verdin, Ne vereceksin?’ diye soruyor.

Toplum, geçen süreçte biz olmaktan ben olmaya gerilemiş. Çevresindekilerden, yurdundan çok kendini düşünür olmuş. Nedeni ne bunun? Bu sonuca nasıl vardık? Elbette ki uzun bir zaman dilimine yayılarak ve  dünyayı yönetenlerce kurgulanan, dahili piyonlarca uygulanan bir toplum mühendisliğinin sonucunda… Özellkle ABD’nin cici çocuğu Özal ile başlayan ve giderek hızlanan bir proje uyarınca…

Üretimden koparıldı insan. Üretmedikçe yoksullaştı, üretene  muhtaç oldu. Muhtaçlığı oranında onursuzlaştı.

Özel televizyonların ortaya çıktığı yıllara dönelim. O dönemde taşradaki pek çok yerde devlet televizyonları ile seküler TV kanalları dışındaki TV’ler izlenemiyordu. Buralardaki mütedeyyin insanlar, mevcut TV yayınlarının çizgisinden memnun olmadıkları için daha dindar sandıkları TV’lerin izlenebilmesi için katır çıkmaz yerlere kum, çimento taşıyarak yansıtıcı kurulmasına yardım ettiler.

Bu TV’lerle birlikte toplum mühendisliği farklı bir çizgiye evrildi. Edilgen, çözüm arayacak yerde teslim olan, sorunu kendinde değil de kaderde arayan bir insan modeli oluşturulmaya başlandı. Bu TV’lerin en önemli eylemlerinden biri, dilenciliği kitleselleştirmek oldu. Karnı birbirine geçse bile komşusunun kapısını çalıp ekmek istemeye haya eden bir toplum geleneği vardı bu ülkede. Bu TV’lerle birlikte bazı kişiler yüz binlerce izleyicinin gözü önünde dilenmeye başladılar. “Deniz Feneri, Kimse Yok mu” bu planlı yozlaştırmanın en bilinen iki temsilcisi oldu.

Bu kurumsal dilencilik sektörleri, topladıkları yardımların küçük bir bölümünü yoksullara dağıtsalar da önemli bir bölümü ile siyaseti finanse ettiler. Bu sayede siyasetin de desteğini aldılar arkalarına. Paranın çoğunu kendilerine ayırdılar elbette. Holdingler kurdular, bankalar üniversiteler açtılar.

Peki Kur’an’ın  ilahi tebliğinde sürekli olarak”biz” ifadesi geçerken nasıl oldu da en dindar kesim, en bencil kesime dönüştü? Aç komşu bırakmamakla övünmesi gereken bir inancın mensupları nasıl oldu da ülkelerindeki milyoner sayısıyla övünür oldular.

Nasıl oldu da aynı camide yanyana namaza duranlar, camiden çıktıktan sonra o arkadaşlarınının çocukları yerine kendi çocukları işe girsin diye torpil arar oldular?

Nasıl oldu da gururla “Elhamdülillah Müslüman’ım” diyenler, üçüncü sınıf vatandaşlık uğruna denizlerde telef olmadan gâvur ellerine ulaşabilince “Elhamdülillah” diyorlar.

Nasıl oldu da bu ülkenin gençlerinin %76’sı, ülke dışında ve özellikle de Hıristiyan ülkelerde yaşamayı ister oldular.

Bireysel ve mesleki olarak biz; ama özellikle yönetim erki, bu soruların cevabını vermedikçe, bu konuda kendimizi sorgulamadıkça hiçbir meseleye çözüm bulamayız.

Siyasiler, böyle bir sorgulamaya girerler mi? FETÖ benzeri bir sarsılma yaşamadıkça maalesef hayır. Çünkü onlar da bizzat ve özellikle inşa edilen bu toplum yapısının ürünüdürler. Partilerini oradan gelen paralarla kurdular. Devleti ele geçirinceye dek, siyaseti bu yolla finanse ettiler.

Türkiye’de hep tartışılan, son günlerde testi kırıldı diye daha çok gündeme getirilen tarikat ve cemaatler değildir asıl sorun. Onlar arz-talep ilişkisinin doğal sonucu olarak doğmuşlardır. Genel yozlaşmadan paylarını fazlasıyla almaları kaçınılmazdır. Asıl sorumlu, onları besleyen ve onlardan beslenen siyaset kurumudur.

Eğer toplumu giderek çürüten bir virüs arıyorsak, bunu önce siyasetçilerde aramalıyız. Bu virüsten kurtulmanın tek yolu da bu siyasi zihniyetten kurtulmaktır.