Ayak sesleri
kısa adımlı
kendinden emin
sirensiz
düdüksüz
postalsız

bir ses
bir güneş penceremde
ya gülüşüm olsun
kapının aralığında
ya duruşun dolsun odama
sıcaklığınla
eylülsüz gel ne olur

Şiir Enver Karagöz’ün…

Eğer kitaba, edebiyata ve sanata yönelebilirse, silahların arkasına sığınmış cesaretinden ve sürmekte olan ilkel iletişimlerinden kurtulup, barış ve aşk yüzlü bir dünya kurabilir insanlık. Yeryüzü her düşünceden, her kültürden ve her renkten bir çiçek tarlasına dönüşebilir.

Bir kuşa kaptırdım kalbimin bir ucunu
Kuş uçtu gitti, ta uzaklara
Üstüne bomba yağan şehirlere
Tuhaf şey, kalbimin ben de kalan ucuyla
Bir gökkuşağı kuruldu aramızda
Ordaki çocuklarla

Enver Karagöz bu toprakların soyundandı. Geleceğin beklenen değil, yapılan ve yaratılan bir şey olduğunu bilen yeryüzülü en iyi hemşerilerimizden biriydi o. Tutarlı bir düşçüydü. Binip Kafdağı’ndan atına / yarın daha güzel olacaklar satardı /düş fiyatına… Dil, din, inanç farkı gözetmezdi… Mümkün bir hayata ve mümkün insan ilişkilerine âşık olarak yaşadı hep. Öyle bir mücadelenin içinde ve önünde oldu her daim. Kavgasını; sanatın, edebiyatın ve belli bir estetiğin içinden yürüttü.
Şilili öğretmen Victor Jara’nın; gitar çalıyor, söylediği parçalarla kitleleri devrimci saflara kazandırıyor diye kırılan parmaklarını, kesilen bileğini, stadyuma doldurup gözdağı vermek istedikleri insanlara sergileyen, bu yolla onlarda korku, panik ve yılgınlık yaratmak isteyen, onları başka türlü bir dünya inancından ve özleminden koparmayı amaçlayan mantık, ülkemizde de okuduğu şiirlerle yürek hoplatan, yaptığı konuşmalarla kitleleri havalandıran Öğretmen Şair Enver Karagöz’ü aynı amaçla ve benzer bir şekilde cezalandırdı. Onu bizden ve hayattan erken koparmak istediler. Artvin Öğretmen Okulu 12 Eylül’le birlikte yaman bir işkencehaneye dönüştürülmüştü. Enver Karagöz’ün sesini, baygın olduğu bir sırada boğazına kaynar su dökerek orada aldılar.
Benim büyüğümdü o… Kendimi bildim bileli, ana ayrı baba ayrı ağabeyim olarak hissettim onu hep. Öğretmenim olmadı ama hiçbir öğretmenim onun kadar da etkileyemedi beni. Aynı köylüydük. Artvin’in Şavşat ilçesinin Çoraklı köyü… Arada bir de olsa köyüme gitmek istediğimde, beni öğretmen, Enver ağabeyi ise sesinden eden o binanın önünden geçmek zorunda kalıyorum. Ama dönüp bakamıyorum bir türlü. Yüzüm avuçlarıma gömülüyor kendiliğinden.
Ondan bir şiir daha okumak istiyorum:

Bizi sesimizden vurdular
dilsiz kuşlar evreninde
adressiz bir mektuptuk
postacı kendisi yazdı adresimizi
bu yüzden
ne biz bir yerlere ulaştık
ne bir yerler bize (b)ulaştı

gel demek kolay
bir bağırtı nefes
bir çırpı kanat
kaç okyanus tükettim içimde
bu kaçıncı Kafdağı

Bizi düşlerimizden vurdular
masallarımız kanadı
üç elma düşmedi gökten
ağzımız küçüldü
bundandır çıkamadığımız kerevetine
dön demek kolay

Kimse var mı orda
sessizliğimizi duyacak biri
yorgun değiliz
uzun kalmayacağız
hatta
girmesek de olur içeriye
bir merhaba yeter
masal sürsün diye

Türkiye’nin neresinde olursa olsun, faşizme, ırkçılığa, gericiliğe karşı bir ses yükselmiş, bir yürek çarpmışsa ve bir isyan ateşi yanmışsa Enver ağabeyin en az bir iki öğrencisi ve onun etkilediği birkaç kişi orada olmuştur. Bu özelliği onun insanlığın oğlu olmasından geliyordu. Geleceğe sağlam halkalar atmaktı bütün derdi çünkü. O yüreğini ileri bir insanlığın laboratuarına dönüştürmüştü. Yaşadığı kadar da vicdandan bir kale olarak yaşadı.

Madem buradayım ve Enver ağabeyden söz ediyorum, onunla ilgili bir iki anıya yer vermeden edemem. Yaz tatiliydi. 13-14 yaşlarındaydım. Daha öğretmenliğinin ilk yıllarında düşünsel faaliyetlerinden ötürü açığa alınmıştı. Sonradan onun gibi düşünmeye başlayan bir öğretmen ağabeyin, “gitme beynini yıkar, seni allahsız kitapsız yapar, o azılı komünisttir, zehirler seni ” uyarısına aldırmadan kararlaştırdığımız bir gün onun köydeki evine konuk oldum. Beni evin dışında, büyük bir ciddiyetle karşılayarak odalardan birine aldı. Hal hatır sorma işi henüz bitmemişti ki birden kapı açıldı, annesi elinde yeni pişirdiği sıcak ekmek ve yöresel peynir bulunan bir tepsi ile içeri girdi. O sırada Enver ağabeyin yüzünde bir heyecan, bir tedirginlik hissettim. Annesi bizi baş başa bırakıp çıktıktan sonra ekmeği peynire bandırıp yemeye başladık. Söz sırası doğal olarak ondaydı:“Biliyor musun Hayrettin ben fakültede öğrenciyken babam ölmüş. Erzurum’dan köye yol parası hesabı yapıldığından babamın cenazesine çağrılmamışım. Bu yüzden olmalı ne zaman bu eve gelsem ve odanın kapısı aniden açılsa babamın içeri gireceğini sanırım” dedi. Biraz önceki heyecanını ve tedirginliğini böylelikle anlamış oldum. O bunları söylerken bu denli yumuşak, bu denli sıcak, sevgi dolu ve duyarlı birisinin kimseye kötülük edemeyeceğini, acımasız biri olamayacağını geçiriyordum kafamdan.

Konuşmamız devam ederken divanın üzerinde rastgele duran birkaç kitap ilişti gözüme. Kapital, Türkiye’nin Düzeni, Kurtuluş Savaşı Destanı ve kalın olmayan birkaç kitap daha… Onlardan birini ödünç olarak bana verip veremeyeceğini sordum. Roman, öykü veya şiir türünde kitaplar okuyup okumadığımı sordu. Pek değil dedim. “O zaman anlayamasın, senin için bu kitapları okumak şimdilik erken olur” dedi. Okur ezberlerim dediğimde ise “o, öğrenme olmaz, kitap okuyan kişi yazar kadar olmasa da okurken bir çabaya girecek, eleştirel yaklaşmayı bilecek, gerekirse okuma sırasında yazarın düşüncelerinden ayrılmayı göze alabilecek, bu da ister istemez bir anlama eşiği gerektirir” dedi. Zehirlendiğim an o an olmalı. Demek ki “beyninin yıkanması” için önce okur düzeyine geleceksin. Zor iş!

Kitap vermese de okumam gerektiği üstüne birkaç şey daha söylemeyi esirgemedi benden. Düş ve düşünce gücü olmayan insanlar verili olanlara kolayca teslim olur. Soru bile soramaz, basit olan şeyler onlara doğru gelir şeklinde birkaç şey daha… Demek ki bir alt yapı gerekiyormuş her şeyden önce. Anlayacağınız bu halimle beynimi yıkamaya tenezzül etmemişti. Şaka bir yana bugün bir kova okuyup bir damla yazan biriysem, bu özelliğim biraz da onun eseri.

Böylece
yolcu etti beni bir kitap
başka bir kitaba
öyle öyle ulaştım
kendime, sana, dünyaya
yazardan aldım sözü
biraz da ben yürüdüm
yaklaştım güzelliğine
kendimin, senin, dünyanın…

Lise yıllarımda bir hayli etkisinde kaldığım Enver ağabeyin, şiir yolculuğuma katkısını da asla yadsıyamam. 16-17 yaşlarımdayken köydeki bir voleybol maçından sonra üç beş ağabeyle birlikte soğuk bir pınarın başına gidilmişti. Ben de yanlarına ilişmiştim. Jean Jaures’ten, Henrich Böll’den ve Asım Bezirci’den öylelikle haberdar olmuştum. Orada Enver ağabey, o gür, coşkulu ve sıcak sesiyle Nazım’dan, Pablo Neruda’dan ve daha birkaç şairden şiirler okumuştu. Daha doğrusu okumamış, adeta o şiirleri yaşamıştı.

“Diren!Ey kalbim
Diren!Hayasızlığa
Namussuzluğa
Diren! Kötüye
Çirkine, yanlışa
Diren! Yenilme”

Dizeleriyle başlayan ve

“Ne güzeldir yaşamak
Bir ırmak gibi coşkunca
Dağların üzerinde yürümek
Bulutlara değdirmek başımızı
Sıcak ak bir somun
Koltuğumuzun altında
Kırlara çıkmak
Karışmak insanların arasına
Milyonların arasına…”

Dizeleriyle devam eden o muhteşem kavga şiirinin sahibi, Dünyalı Şair Özkan Mert’i ilk kez bu şiirle orada duymuş, heyecanımı hiçbir yerime sığdıramaz olmuştum. Yüreğimi “kuracağız her şeyi yeniden” şiarının içine daldırmamın tam da o günlere rastladığını rahatlıkla söyleyebilirim sizlere…

Onunla yaşanan anılar kuşkusuz her birimizde ayrı ayrı bir değerdir. Ama hepimizin anıları biraraya geldiğinde çok daha büyük bir toplam oluşmakta ve daha büyük bir değer ortaya çıkmaktadır. O, içine düşürülmek istendiğimiz karanlık, umutsuzluk ve geleceksizleştirme politikaları karşısında bizlerin önünde duran bir çoban ateşi ve bir gemici feneridir. İçimizde hiç sönmeyecek olan adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir dünya arzusudur. Böyle bir dünyanın mümkün olduğuna dair inançtır. Böyle bir dünyayı yaratmak için baş başa, düş düşe verdiğimizde şiirin bize katacağı güçtür.

Hayatın amacı sanırım yalnızca mutlu olmaya indirgenemez. Yararlı ve şefkatli olmak; en önemlisi fark yaratmak; katkıda bulunmak, bir şeyi temsil etmek ve yaşamış olmakla bir değişim meydana getirmek olmalı hayatın amacı… İzin verirseniz, tam da bu tanıma uygun yaşamış Enver ağabey için yazdığım ve ona ithaf ettiğim bir şiirimi paylaşmak istiyorum şimdi de:

bir sözcük olsa
bir sözcük ki
ateşten ve sudan yorgun
düşmüş yollara bir başına

üşümüş belki
aç susuz yaralı
yüzü dağların rengi
teni toprak kokusunda

gelip bir delik bulsa kalbimde
dünyanın bütün acılarının dolduğu
ordan içeri girse
bir çiçek hızıyla yürüse
yürüse

yurdum ol diye bağırdığını duymamış olabilirim
benim suçum
avazı yırtılmışsa

gördüğüm düş
kutsal kitapların hiçbirinde yok
sözcük dilencisiyim aslında

bu yüzden diyorum
bir sözcük olsa
bir sözcük ki
ateşten ve sudan yorgun

tomurcuğa mı dönüşür
tohuma mı
hiç bilmem

aşk ve devrim olarak patlasa içimde
dağılsa yeryüzüne

Kocaeli’nde yaşadığım sırada uzunca bir dönem özel eğitim kurumlarının birinde yöneticilik yapmıştım. Kurumun kütüphanesinin duvarında şu iki söz öğrencilerimin hep dikkatini çekerdi. Bu sözler üzerinden hayatı da konuşurduk onlarla. Birincisi, Che Guvera’nın “ gençler mantıklı olun imkânsızı isteyin” sözüydü. İkincisi ise; “Rüyamda bir kitap dile geldi. Bana şöyle diyordu. Ben okundukça kitap, sen okudukça insan olursun.” İkinci söz, bir aşk gerillası ve bir barış militanı olarak yaşamış, anılarımızda ise daima bir Direnç Gülü olarak yaşayacak olan Enver ağabeyin… Bu söz onun sizlere selamı olsun.

Hayrettin Geçkin