Rasim Yılmaz
rasimyilmaz08@hotmail.com
24 Haziran 2017

Daha bir gün önce televizyondaki sarışın kadın spiker, yurt çapında pastırma sıcaklarının bir hafta süreyle devam edeceğinden bahsediyordu. Anlaşılan o ki meteorolojinin bu bölgeden haberi yoktu. Çünkü daha Ekim ayının ortaları olmasına rağmen aniden bastıran kar iki gün aralıksız yağdı. Sonbahar, rengârenk güzelliğini ipek bir halıyı andıran kışın beyaz örtüsüne bıraktı. Daha iki gün öncesine kadar doğa sarı, yeşil, mor, kırmızı bin bir çeşit renk cümbüşüyle göz kamaştırırken, doğa iki gecede beyaza bürünmüştü. Ortalıktan el ayak çekilmiş, börtü böcek kış uykusuna yattığı günlerdi. Karın düşmesiyle buraların korkulu rüyası ayılar da inlerinde kış uykularına yatmış olmalıydılar.

Kar demek buralarda eza demekti. Sıfırın altında 20-30 derecelerde Sibirya soğuklarını aratmayacak soğukları sobada odun ateşiyle karşılamak hiçte kolay değildi. Kış demek, tonlarca odunun yanması demekti. Gerçi hoş, herkes zamanında önlemini almış, evinin önüne kale gibi odun stoklamışlardı.  Henüz kar yeni düşmüş, dondurucu bir soğuk hâkimdi doğaya. Kuşların çoğu, gurbetçi yöre insanı gibi çoktan sıcak bölgelere göçmüş, kalanlarsa bedevra ile örtülü ev ve samanlıkların çatılarının saçaklarına yuvalanmıştı.

Sakip, ailesi ve çocuklarıyla birlikte mezrada yaşamakta olan ağabeyi Hilmi’ye odun kırmak için yardım etmeye söz vermişti. Bugün gideyim, yarın gideyim derken bir gece aniden kar zamansız bir şekilde erkenden ortalığı kapayınca telaşlandı. Çünkü kar çoğaldıkça odun kırmak daha da zorlaşacaktı. Kar iyice bastırmadan gidip bu işi bitirmeye karar verdi. Bir gün önceden arkadaşı Asım ile müşavere ettikleri üzere sabah erkenden Cami dibinde buluşup baltalarını bilediler. Sakip:

-Aşık İhsani “Arkasından baltasını biledi” demişti ama biz önden biledik, diyerek gülüşerek yola koyuldular.

Kar yağmaya başlayalı iki gün olmuştu ama karın kalınlığı çoktan bir metreyi bulmuştu bile. Deretarla’ dan  rampa aşağı tıpkı çocukluklarında olduğu gibi koşup şakalaşarak, biri birlerine kar topu atarak, düşe kalka Değirmen önüne  indiler. Köprüyü geçip Sakip önde, Asım arkada Çodol’un yokuşuna yukarı zorlukla yürümeye başladılar. Asım yokuş yukarı nefesi daralıyor, Sakip’in arkasından karda yürümekte zorlanıyordu. Sakip,  Asım’a:

-Ben sana kaç kez söyledim, içme şu zıkkım sigarayı diye, ama dinletemedim, diyerek takıldı. Göğüslerine dayanan yeni yağmış ham karda çok ağır adımlarla yürüyebiliyorlardı. Üşümek şöyle dursun ter kana batmışlardı. Rampayı aşıp Büyükdüz’e çıktıklarında bir süre ayakta sohbet ederek soluklandılar. Kar yağmıyordu ama hava kapalıydı. Pantalığı geçip Kavaklığın Düze geldiklerinde Hilmi’nin evinin bacasından çıkan duman gözüktü. Sakip:

-Babamoğlu’nun ocağı tütüyor, dedi.

Hilmi, tek katlı mezra evinde kalıyordu. Ev iki bölmeden oluşuyordu. Bir tarafında kendilerinin kaldığı oda, diğer tarafta koyunların barındığı köm vardı.

Biraz daha yaklaşınca Hilmi uzaktan bunları görür görmez, ellerini sallayarak acele etmelerini işaret etti. Hilmi, karın içinde sırtında yeşil parkası, başında Çerkez papağı, elindeki ağaç kürekle karı sağa sola serpiştirerek koyunların su içmek için kürüne gidiş yolunu açmaya çalışıyordu. Sakip, Hilmi’ye yaklaşınca Hilmi’nin heyecanlı ve korkmuş olduğunu fark etti. Selamlaşıp kısa bir hoş, beşten sonra Sakip:

-Hayırdır ağabey, ne oldu? Niye telaşlısın? diye sordu. Hilmi, olduğu yerde elinde ki küreğe yaslanarak kekelercesine konuşmakta güçlük çeker bir durumda:

-Sormayın uşaklar, (eliyle karşıdaki Piralar bölgesindeki  Düzmeşe mevkiini   işaret ederek) biraz önce buradan bir boz ayı geçip Düzmeşe’ye doğru gitti. Hayatımda böyle bir şey görmedim. İki öküzü üst üste koysanız o kadar olmazdı. Çok büyük bir canavardı. Üstelik sanki buraların sahibi oymuşçasına o kadar bağırdım, kıyameti kopardım ama aldırış etmeden ağır ağır geçip gitti. Sakip, kapıda karın üstünde yatmakta olan iki çoban köpeğini göstererek;

-Abi, köpekleri ayının üzerine niye salmadın? diye sordu.

-Yahu ben ne diyorum, sen ne diyorsun? Değil bu iki zavallı hayvan, elli köpek salsan hayvanlar korkudan yanına yaklaşamazlar. Ona bu köpekler ne yapabilir ki?

Sakip’e gün doğmuş, fırsat ayağına gelmişti. Çünkü daha önceki yıllarda ayı saldırısına uğramış, ağır yaralanmıştı. Uzun süre hastanede yatarak tedavi görmüştü. Ayılara karşı öfkesi hala dinmemişti. Eğer bir ayı öldürürse intikamını almış olacaktı. Bu intikam duygusu onu yiyip bitiriyordu. Kaç kez elinde tüfeğiyle ormanlarda rastgele dolaşmış, ama bir türlü hiçbir ayıyı denk getirememişti.  Bu kez karda izini kolay takip edebileceği için bu fırsatı kaçırmayarak ayıyı öldürerek intikamını almalıydı.

Sakip, ayının arkasından gitmek istediğini söyledi.  Asım ile Hilmi itiraz ettiler. Sakip kararlıydı, ayının izinden takip edip onu bulacaktı. Bir süre tartıştılar. Sakip, ne olursa olsun, gidip o ayıyı bulup öldürerek intikamını alacağını söylüyordu. Sakip’i ikna edemeyen Asım ile Hilmi, onu yalnız bırakmamak için beraber gitmeye karar verdiler. Ancak silah ve teçhizatları köyde idi. Köyle mezranın arası ise ortalama yarım saatlik yürüme yolu mesafesinde olmasına karşın bu karda en hızlı şekilde 2 saate ancak gidip gelebilirlerdi. Bu süre içinde ayı çoktan gitmiş olacağı gibi tipi ayının izlerini kapayacağı ihtimaline karşın köye gitmek çok akıllıca bir fikir değildi. Köye gitmekten vazgeçip Hilmi’nin evdeki tekli tüfeği ile gitmeye karar verdiler. Fakat kötü olan Tüfeğin bir tek bir mermisi vardı. Hilmi, tek mermiyle onu haklayabileceğini söyledi.  Tüfeği Hilmi aldı, mermiyi namluya sürmeyi unutup Asım cebine koydu. Sakip ile Asım saldırı silahı olarak ellerine birer üç dişli demir dirgen aldılar. Ayının derisini yüzmek içinse dedesi Usta Ali’den kalma sapı öküz boynuzundan yapılmış olan avcı hançerini almayı ihmal etmediler.

Hilmi, hançerinin kılıfını kemerine geçirerek hançeri kılıfa yerleştirdi.

Hilmi, üşümemek için yeni almış olduğu gocuğunun altından üst üste iki adet yün kazak giydi. Ayağına anası Güllizar Hanımın el örmesi beyaz yün çoraplarını geçirdi. Lastik ayakkabıları giyip evin önünde son bir kez av teçhizatlarını gözden geçirerek evin iki adet sürü köpeğini de yanlarına alarak yola koyuldular. Gittikleri yol üzerinde biraz ileride tek katlı ahşap evi bulunan Bulut Dede önlerine çıktı:

-Hayırdır uşaklar, böyle tebdili kıyafet bu havada nere yolculuk? diye sordu. Aslında nere gittiklerini Bulut Dedenin bilmesini istemiyorlardı ama saklayabilecek bir bahaneleri de yoktu. İhtiyarın ısrarı üzerine Sakip olayı kısaca anlatıp ayı avına gittiklerini açıkladı. Bulut Dede, önce anlamlı anlamlı üçünü de göz ucuyla süzdü, sonra da yüzünü gökyüzüne çevirip ellerini havaya kaldırarak:

– Tanrım, sen bu çocuklara akıl fikir ver! dedi. Sonra da bunlara dönerek: Ah çocuklar ah! Siz bu işleri çocuk oyuncağı zannediyorsunuz değil mi? diye sordu. Sakip:

-Niye oyun zannedelim Dede, bugün bu canavarın işini bitireceğiz. dedi.  Bulut Dede bu kez yönünü Düzmeşe mevkiine dönerek:

-Çocuklar, o ayı biraz önce buradan geçti. Ben de gördüm. Ve seksen yıllık ömrümde gördüğüm en yeka ayı idi.  Bağırdım çağırdım,  hatta itleri hayladım ama ne itler yakına gidebildi, ne de ayı dönüp bu tarafa baktı! Öylece ağır ağır yoluna devam edip karları yara yara gözden kayboldu.

Tamam, işte bizde izini takip ederek onu yakalayıp gününü göstereceğiz! dedi Sakip. Bulut Dede:

-Bakın çocuklar, bu havada buralarda gezen bu hayvanın durumu normal değil. Bu karda, kışta, kıyamette bu hayvan buralarda dolaşıyorsa vardır bir sebebi. Şimdiye kadar böyle bir şey ne görülmüş ne de duyulmuş değildir. Bu hayvanın durumunda gariplikler var. Ya yavrularını kaybetti arıyor, ya barındığı ininde bir problem oldu avcılar filan rahatsız etti, belki de çok açtır, ya da hastadır, veya psikolojisi darmadağınıktır ne bileyim!… Bu durumda bu hayvanın üzerine gitmek hem tehlikeli, hem de vicdanen doğru değildir. Bir aksilik olurda bu hayvanın eline düşerseniz, sizin üçünüzün de geri sağ dönmesi imkânsızdır. Bu hayvan affetmez parçalar. dedi. Sakip:

-Bir şey olmaz Dede, sen endişelenme, biz onun hakkından geleceğiz. Hem bu havada onu da bu çileden kurtararak sevap kazanmış oluruz, deyince üçü birden gülüştüler. Bulut Dede:

-Yapmayın çocuklar, size zararı dokunmayan bir canlıya kurşun sıkmanın sevabı olmaz. İnsan olan ne durumda olduğunu bilmediği bir canlıya bu havada kurşun atmaz…

Hilmi:

-Bulut Dede, sen boşuna nefesini tüketme, Sakip kafaya koydu bir kere, geri dönmez, biz de onu yalnız bırakamayız… Bulut Dede, dalga geçercesine:

-Gidin oğul gidin! Ben, (Eliyle ormanı işaret ederek) onun ayaklarını bağladım köknarın dibinde sizi bekliyor!…

Ola işinize gidin, aklınızı başınıza toplayın! Siz o ayıyı vuramazsınız. Siz kim, o ayıyı vurmak kim…? Bu söze içerleyen Sakip, kendinden emin bir şekilde:

-Dede, Dede,  biz Usta Ali’nin torunlarıyız. Göreceksin onun gönünü soyup sana getireceğiz.

-Ola çocuklar, siz Usta Ali’nin torunları olabilirsiniz, ama Usta Ali’nin tırnağı bile olamazsınız! Usta Ali denen adam, avına sadece bir mermi atar, asla sektirmez avını düşürürdü. 500 metreden hedefi vururdu. Askerlikten nişancı ödülü vardı. O, sadece Gölaşen’de değil, Artvin yöresinde nam salmış bir avcıydı. Hem o öyle rastgele hayvana da kurşun atmazdı. Sadece insanlara zarar veren domuz ve kurt gibi hayvanları avlardı. Bakın benden söylemesi “Ava giden avlanır” misali, o sizi gördüğünde ilk mermide düşürdünüz düşürdünüz, düşüremediyseniz unutmayın bu sizinle son görüşmemiz olur, karılarınızı dul, çocuklarınızı yetim, ananızı gözü yaşlı bırakır benden söylemesi, gerisi sizin bileceğiniz iş. Yol yakınken geri dönün derim. dediyse de dinletemedi.

Önde Hilmi, onun arkasında Asım ve Sakip, peş peşe tam hareket edecekleri sırada kömün  kapısından Bulut Dedenin gelini Nurinaz’ın sesi duyuldu. Hepsi olduğu yerde çakılarak yüzlerini Nurinaz’ın sesinin geldiği yöne döndürdüler. Nurinaz, ağır kış koşullarında soğuktan korunmak için ayağında şal pantolon, üzerinde kocasının kabanı, yüzünü siyah bir yazma ile kapatmış, başında ise yine kocasının sekiz köşeli ipleri dışarı fırlamış eski siyah şapkasıyla kadından çok bir erkeğe benziyordu.

-Ola Dadalar! dedi. Deminden beri Ağa Emmimle konuştuklarınıza kulak misafiri oldum. Bugün içimde bir sıkıntı var, gelin geri dönün. O hayvan açtır size saldırır, dedi. Hilmi:

-Merak etme yenge, bir şey olmaz. Zaten hayvan çoktan çekip gitmiştir, sanırım bu gidişle onu zor yakalarız gibi geliyor. Nurinaz:

-İnşallah dediğin gibi olur. Hadi size uğurlar ola, inşallah kazasız belasız dönesiniz, dedi. (Nurinaz, yanlarındaki köpekleri kastederek) O yanınızdaki zağarları bırakında bizim köpekleri götürün belki yararları olur, dedi.  Çünkü Bulut Dedenin köpekleri yabaniye karşı daha bir cesaretliydiler. Kendi köpekleriyse bir yaşını yeni geçmiş, oldukça tecrübesizdiler. Dördünü de alsalar, bu kez yolda kapışır problem yaratabilirlerdi.

Hilmi, yanındaki kendi köpeklerini geri kovalayarak Bulut Dedenin köpekleri Alabaş’la Çomar’ı çağırdı ama köpekler oralı olmadı. Tekrar çağırdı, ne var ki köpekler yattıkları yerden kıpırdamadılar. Nurinaz, bağırarak elindeki bir odun parçasıyla köpekleri avcılara doğru kovalamak istedi fakat köpeklerin gitmeye niyetleri yoktu, biraz uzaklaşınca tekrar oldukları yerde yatıverdiler.  Baktılar olmayacak, avcılar yola köpekler olmadan dizildiler. Daha 200 metre gitmemişlerdi ki bu kez Bulut Dedenin torunu, zayıf, uzun boylu, kara gözlü,  kara –  kuru,  Nurinaz’ın 8-10 yaşlarındaki oğlu Abdurrahim, evin önünden köpekleri çağırarak koşup avcıların arkasından yola koyuldu. Köpeklerde oldukları yerden fırlayarak çocuğun arkasına takıldılar. Çocuk,  onlarla ava gitmek istediğini söyledi. Anasının ve dedesinin itiraz ederek bağırıp çağırmalarına aldırış etmeyen çocuk yoluna devam etti.  Bu kez Sakip, çocuğu geri dönmesi için ikna etmeye çalıştı ama çocuk kararlıydı. Geri dönmeye niyeti yoktu.

Baktılar olmayacak, çocuğun annesiyle dedesini rahatlatmak için Sakip:

-Nurinaz yenge, siz merak etmeyin biz ona göz-kulak olur, sapasağlam geri getiririz. Onu çekirdekten avcı yetiştireceğiz, deyip gülerek arka arkaya önde avcılar, arkada biri birlerine çok benzeyen siyah alaca iki kardeş köpek yola koyuldular.  Nurinaz, arkadan ellerini havaya kaldırıp ne dediği anlaşılmayan dualar etti.

Avcılar, bir süre konuşmadan peş peşe yola devam ettiler. Yolu açmakta olan Hilmi yorulduğu için öne Sakip geçti. Sessizce konuşmadan ağır ağır ilerlerken Sakip, ya bir aksilik olursa diye kafasında hep çocuğu düşünüyordu. Ayıyı tek mermide düşüremezlerse durumları ne olurdu sorusu kafasını kurcalıyordu. Çünkü biliyordu ki ayıyı yaralayınca öldürmeden elinden kurtuluş olmazdı. Önüne geleni öldürebilirdi. Kaldı ki söylentilere göre ayı hem çok büyük, hem de bu mevsimde dışarıda olması hayra alamet değildi. Kendileri ortalama kırklı yaşlarındaydılar ama Abdurrahman daha çocuktu.  Onu almamaları gerekiyordu. Çocuğa en ufak bir şey olursa bu sorumluluğun altından nasıl kalkacaklardı? Bunları düşünüyor ama arkadaşlarına da bir şey açıklayamıyordu, çünkü onları yola çıkaran kendisiydi. Bu kasvetli havayı dağıtmak için:

“Ayımı dağda tutmuşum
Boynuna kemer atmışım
Meydan da  oynatmışım
Ha benim ayım, ha benim ayım”

halk türküsünü söylemeye başladı ama türkü söylemesi bile iç sıkıntısını yatıştırmadı.

Bu karmaşık düşüncelerle farkına varmadan Kavaklığın Düzüne gelmişlerdi. Piralar mevkiindeki düz alanda ilerlemeye devam ettiler. Ayının izi çok yeni gözüküyordu. Açık alan bitti, ormanın kıyısına geldiler. Düzmeşe ormanına girmeleri gerekiyordu. Ama bu hiç kolay olmadığı gibi çok tehlikeliydi.

unnamed (3)

Hilmi’nin söylemesine bakılırsa ayı Düzmeşe’yi çoktan yarılamış olmalıydı. Ayının geçtiği yolun her iki tarafı köknar ağaçlarıyla kaplıydı. Hilmi herkese sessiz olmaları uyarısında bulunduktan sonra tekrar öne geçti. Karla yüklü köknar dalları hemen hemen yolun girişini kapamıştı. Dallardan sakınarak önce Hilmi eğilerek ayının izinin bulunduğu yerden ormanlık alana girmek için hareket etti. Hilmi dalların altından geçmekte iken aniden gök gürlemesini andıran bir ses duyuldu. Sesle birlikte her iki tarafta ağaçlar sarsıldı, yoğun şekilde dallarda birikmiş olan karların dökülmesiyle birlikte Hilmi’nin imdat sesleri yükseldi. Bir anda ortalık mahşeri bir duruma dönüştü. Karını döken dallar havalara savrulurken diğer kar yüklü dallara çarpması sonucu zincirleme şekilde bütün ağaçlardaki karların dökülmesi kar fırtınasını andırıyordu. Ayı böğürmesi, Hilmi’nin imdat çığlıkları, diğerlerinin rastgele feryadı ormanda korkutucu hava yaratmıştı. Çevrede tünemiş kuşlar rastgele telaşlı şekilde uçuşmaya başladılar.

Karın, ağaçların dallarından fırtına biçiminde dökülmesi esnasında sağa sola savrulması, iç tarafta neler olduğunu görmeyi engelliyordu. Bir anda korkudan hiçbiri ormana girmeye cesaret edemiyordu. Karların dökülme işlemi tamamlanıp ağaç dallarının sakinleşmesiyle Hilmi’nin ayının altında olduğunu gördüler. Hilmi ilk anda tüfeğin tetiğine yüklenmiş ancak patlama sesi duyulmayınca merminin patlamadığını sanmıştı. Oysaki tetik düşmüş ama namluda mermi olmadığı için patlamamıştı.  Ayı çıldırmış bir şekilde Hilmi’nin üzerindeki kıyafetleri parçalarken, bir taraftan da ön ayaklarıyla onu çiğniyor ve  dövüyordu. Hilmi karların içinde büyük bir kartopu gibi hareket ediyor, ayının altında çaresizce çırpınıyordu.

Hilmi, “öldürün bu canavarı!” diye çığlık atarken, bir taraftan da hançeri çekip alttan ayının karnına saplamaya çalışıyordu ama belli ki hançer ayının derisine işlemiyordu. Hilmi, ayının altında can pazarı yaşarken saniyeler içinde bütün yaşamı gözünün önünden geçiverdi. Ne çok hayalleri vardı, ama hepsi şu anda son bulmak üzereydi ve ayının altında aldığı son nefes olduğunu biliyordu. Ölmek istemiyordu. Daha küçük çocukları, görecek günleri vardı. Ölmek istemese de tek yapabildiği “imdat” diye bağırmaktı. Nerden baksanız üzerinde 250 –  300 kiloluk bir canavar onu yutmak istiyordu. Giderek umudunu yitiriyordu.

Sakip ile Asım bir anda neye uğradıklarını, ne yapacaklarını şaşırmış sadece bağrışıyorlardı. Ayının Hilmi’yi gözlerinin önünde parçalamaya çalışması nerde ise şuurlarını kaybetmelerine neden olmuştu. Ayı, Hilmi ve Bulut Dedenin söyledikleri kadar vardı. Kısa bir şaşkınlığın ardından her ikisi de ellerindeki dirgenlerle ayıya saldırdılar. Ne var ki ellerindeki dirgenler ayıya hiçbir etki etmiyordu. Dirgenin dişleri ayının derisine işlemiyordu. Üstelik ağaç dallarından ötürü dirgenleri çok iyi kullanamıyorlardı. Ayı, altına aldığı Hilmi’yi parçalamaya çalışırken giderek Hilmi’nin hareketleri zayıflamaya başlamıştı. Bu kez ayı, Hilmi’yi bırakıp Sakip’e yöneldi. Sakip, tehlikenin farkındaydı ve kaçmanın çözüm olmayacağını biliyordu. Çünkü ayı kısa sürede yetişebilirdi. Kurtulamayacağını anlayınca büyük bir soğukkanlılıkla durup ayıyı dirgenle karşıladı.

Ayı sonuna kadar açık olan ağzından salyalar akıtarak Sakip’e doğru ilerlerken Sakip, elindeki dirgenin orta dişini ayının ağzına sokmayı başardı. Ayı ağzındaki demir dişe aldırmadan Sakip’in üzerine atılınca Sakip dirgenin sapını köknar ağacına dayamasıyla ayının ağzı kana bulandı. Belli ki dirgenin dişi ayının boğazını parçalamıştı. Canı yanan ayı daha da korkutucu şekilde böğürmeye başladı.  İyice çileden çıkan ayı, Sakip’e ulaşamayınca aniden geri dönmesiyle dirgenin dişinden kurtulmayı başardı. Bu kez düz alana geri dönerek geriye geldikleri yöne doğru yönelerek 200 metre kadar uzaklaşmış olan çocuğa doğru koşmaya başladı. Aslında ayı yaralandığı için oradakiler için daha da tehlikeli duruma gelmişti. Hepsinin feryat figan bağırışları ormanda yankı yapıyor durumu daha da korkutucu hale getiriyordu. Sakip ile Asım, Hilmi’nin ne durumda olduğuna bakmaya fırsat bulamadan, çocuğa doğru gitmekte olan ayının arkasından koşarken, bir taraftan da Çocuğa kaçması için bağırıyorlardı.

Ayının kendisine doğru geldiğini gören çocuk, kaçıp uzaklaşmaya çalışsa da karda daha fazla ilerleyemedi. Kısa sürede ayı çocuğa ulaştı. Ayı çocuğa yetiştiğinde çocuğun sırtındaki kıyafetlere dişlerini geçirip iki ayağı üzerine kalkarak çocuğu havada silkelemeye başladı. Kıyafetler yırtılıp çocuk yere düşünce bu kez ön ayaklarıyla çocuğa vurmaya başladı.

Oysaki çocuk yol boyu gelirken, ayıyı nasıl öldürdüklerini okuldaki arkadaşlarına anlatıp hava atacaktı. Ama şu anda ayının dişleri ve pençeleri arasında ölüm kalım savaşı veriyordu. Rüyalarında hep yükseklerden atladığını, sıçradığında metrelerce uzağa düştüğün de kendisine bir şey olmadığını, şu anda ise öyle olmasını ne çok istedi. Ama koşarken en çok ta annesinin arkasından nasıl ağlayacağını, feryat edeceğini hayal etti ve kendinden utandı. Annesinin “gitme oğul” demesi kulaklarında çınlıyordu. Bütün bunların çokça gördüğü o rüyalardan birisi olmasını diledi. Birden hat kesildi, ne acı hissetti ne de korku.

Birden çocuktaki hareketlilik ve ses kesiliverdi. Bunu gören Sakip, ayının çocuğu öldürdüğünü düşünerek aklını kaçırır vaziyete geldi. Olanca bütün hırsıyla dirgenle ayıya saldırdı. Bir taraftan Sakip, diğer taraftan Asım rastgele ayıya vurmaya başladılar. Karın içinde kaybolmuş çocukta hiçbir hareketlilik gözükmüyordu. Bir anda ayı çocuğu bırakıp bunların üzerine yürüdü. Tam Asıma yetişmiş, dişlerini ensesine geçirecekken Sakip, dirgeni ayının alın kısmına indiriverdi. Ayı bir an sendeledi. Bu fırsattan yararlanan Asım, ayıdan uzaklaşmayı başardı. Ayı ayakları üzerine kalkmış, her ikisinin saldırısından korunmaya çalışıyordu. Asım tekrar dirgenle saldırmış, ayı, üzerine inmekte olan Asım’ın elindeki dirgeni sağ ön ayağıyla karşıladığı gibi Asım’ın elinden alıverdi. Her iki ön ayağıyla kavradığı dirgeni Asım’a vurarak onu yere yıktı. Bu kez Sakip’e dönerek üzerine yürüdü. Kurtulmak için geri kaçmaya çalışırken karda yıkılan Sakip’in sırtına bir darbe indirdi. Asım, yeniden ayıdan dirgeni geri almak için hamle yaptığında ayı dirgeni tekrar Asım’ın omuzlarına vurduğu gibi dirgenin sapı kırılıp kısa tarafı ayıda, diğer tarafı ise uçup kayıplara karıştı.

Çocuk hareketsiz kalınca ayı bir kez daha çocuğa dokunmadı. Dirgenin sapı kırılınca ayı sakinleşir gibi oldu, birden duraksadı. Sanki kavgayı sonlandırmak istercesine hareketsiz şekilde iki ayağı üzerinde dikelerek homurdanmaya başladı. Hilmi’nin hançer darbeleri mi yoksa dirgen darbelerinden mi olduğu bilinmiyor ama yaralanmış, ayıdan akan kanlarla ortalık kızıla bulanmıştı.

Ayının bu duraksayışını fırsat bilen Sakip, koşarak yerde yatan çocuğu karların içerisinden çıkarıp sırtlanarak Hilmi’nin bulunduğu yere doğru koşmaya başladı. Asım’da arkasından koştu. Ayı arkalarından gitmedi. Hilmi’nin yanına ulaştıklarında Sakip çocuğu sırtından indirip karların üzerine yere yatırdı. İlk görünüşte çocukta herhangi bir kan izi yoktu. Çocuk nefes alıyordu. Belli ki korkudan bayılmıştı. Sakip, Çocuğun ellerini ve yüzünü karla ovuşturarak uyandırdı.  Hilmi kanlar içinde yerde karın içinde yatıyordu.  Ayı Hilmi’yi döverek hurdahaş etmiş, yüzü gözü tırnak izlerinden dolayı kan içinde kalmıştı.

Asım, Hilmi’yi yattığı yerden kaldırdı. Hilmi, bu yaralı haliyle karların içinde bir şeyler aranıyordu. Sakip, ne aradığını sordu. Hilmi, ayının yırttığı parkasını göstererek:

-Görmüyor musun, lanet ayı parkamın yarısını yırttı, onu arıyorum.? dedi. Parkanın yarısı yoktu.

Sakip, Hilmi’ye:

-Yahu abi ne yapacaksın diğer yarısını haydi buradan gidip canımızı kurtaralım,  dediğinde:

-Çok para vermiştim, diğer yarısını bulabilseydik Abit’e götürüp diktirirdim. diye cevap verdi. Olay yerini dikkatli bir şekilde aramalarına rağmen parkanın diğer yarısını bulamadılar. Anlaşıldı ki ayı hırsından parkanın yarısını yemişti.

Parkanın diğer yarısını ararkenHilmi, karın içinde tüfeğin kayışını fark etti. Tüfeği karın içinden çıkaran Hilmi:

-Lanet olasıca tüfek patlamadı, diye hırsla tüfeği alıp mermiyi kontrol etmeye kalkıştı. Asım, merminin kendisinde olduğunu söyledi. Hilmi bir küfür savurarak kızgın bir şekilde mermiyi istedi. Asım mermiyi verince, Hilmi yaralı haline aldırmadan büyük bir kinle mermiyi namluya sürüp “Ben ona gününü göstereceğim” diyerek ayıya doğru yöneldi. Sakip, tüfeğe el atarak abisini durdurdu.

-Yeter abi, geri dönüyoruz. dedi.

Bir süre ayakta bekleyen ayı, sanki “Ne haliniz varsa görün, yeter ki benden uzak durun” dercesine bir anda şiddetli bir şekilde böğürerek tekrar yoluna devam ederek aşağı ki yaylaya doğru yola koyuldu.

Çocukta herhangi bir yara izi yoktu ama çok korkmuştu. Korkudan konuşamıyordu. Sakip ve Asım’ın vücutlarının muhtelif yerlerinde ufak tefek sıyrıklar, özellikle sırt bölgelerinde morluklar vardı. Çocukta ciddi bir durum olmamasına rağmen Sakip çocuğu sırtına alarak geldikleri yoldan geriye dönerek yürüdü. Hilmi ile Asım’da onu takip etti.

Geriye dönüş yolculuğu sessiz ve hüzünlüydü. Hepsi de savaş kaybetmiş komutan edasıyla başları yerde birbirlerini bile görmek istemez bir durumda gönülsüzce eve doğru yürüyorlardı. Hilmi bir ara Sakip’e:

-Ayı ile karşılaştığımda tetiğe asıldım ama silah patlamadı. Ne ki aptallığımıza doymayalım, mermisiz silahla ayı avlamaya kalkışmışız. Tam fırsat elime geçmişken Sakip Efendi o canavarı öldürmeme müsaade etmiyor. Bu nasıl bir iştir doğrusu anlamadım!

Sakip, abisinin söylediklerini duymazlıktan gelerek cevap vermeden başı önde sessizce yürümeye devam etti.

Yolu yarılayınca çocuk kendisini iyi hissettiğini ve yürümek istediğini söyledi. Sakip, çocuğu sırtından indirerek tek sıra halinde yürümeye devam ettiler.

Avcılar, perişan bir şekilde geri dönerlerken istedikleri en son şey Bulut Dedeyle karşılaşmaktı, ama aksilik bu ya Bulut Dede nerde ise yazın bile sırtından çıkarmadığı kahverengi uzun paltosu, başındaki yana eğik şapkasıyla bunları karşıladı. Zaten gözü hep yoldaydı, merakla bunları bekliyordu.

Biraz kaygılı, ama bunları yaralı da olsalar yürüyecek kadar sağlıklı görmüş olmanın sevincini belli etmeden,  alaycı bir tavırla bıyık altından gülerek;

Ola Uşaklar, “ayının gönünü köknara mı astınız?” dedikten sonra Bulut size demedim mi ki “ayı ile oyun olmaz” diye söylenip gülerek dönüp uzaklaşmakta iken çocuk:

Dede, dede, neler olduğunu sormayacak mısın? diye bağırıp Bulut Dedenin cevabını beklemeden; ağlayarak “Ayı bizi sıra dayağından geçirdi, Hilmi Emimin de parkasını yedi!” deyince Bulut dede, bunlara bakmadan:

-Dua edin ki sizin topunuzu yemedi. deyip yürüyüp evine girdi.

O sırada çoktandır esemesi okunmayan köpekler akıllarına geldi. Onca hengâmenin arasında köpekleri unutmuşlardı. Köpeklerin hiç sesi sedası çıkmamıştı.  Hilmi çocuğa köpeklere bakmasını söyledi. Çocuk koşarak köme girmesiyle çıkması bir oldu.

-Hilmi Emi, Hilmi Emi, itler kömün en dip köşesinde sapasağlam yatıyorlar, Allah’a şükür hiçbir şeyleri yok, deyince hepsi birden gülüştüler. Anlaşıldı ki köpekler daha ayıyı görmeden sesini duyunca yüzünü görmeye cesaret edemeden soluğu evde alıp çareyi köme saklanmakta bulmuşlardı.

Hep birlikte Hilmi’nin evine gittiler. Hilmi’nin eşi görünce ne yapacağını şaşırıp sadece “Vuy toprak başıma, ne oldu size böyle?” diyebildi, başka da bir şey soramadı, çünkü neler olduğunu az çok tahmin etmiş ama yaralı ve perişan olmalarından çok,  sağ olarak dönmelerine çok sevinmişti. Soba gürül gürül yanıyor, ev sıcacıktı. Sobanın üzerinde çay suyu kaynıyordu. Hemen acelece çayı demleyip sofrayı hazırladı. Sofraya kısa sürede sobanın üzerinde yaptığı kuymağı, gövermiş çeçil peynir, bal ve tereyağı koydu. Sobanın fırınından çıkardığı ekmek ortalığa hoş bir koku saldı.

Önce Hilmi’nin yaralarını temizleyip pansuman yaptılar, sonra da Asım ve Sakip’teki sıyrıkları temizlediler.

Yer sofrasının etrafına oturup bir şeyler atıştırdılar. Fazlaca bir şey konuşmadan çaylarını içince Sakip ile Asım gitmek için ayaklandılar.

Sakip, elini ahşap kapının elceğinden tutarak kapıyı açmadan bir süre olduğu yerde öylece durup düşünmeye başladı. Sanki söyleyecekleri boğazına düğümlenmişte söyleyemiyormuş gibi bir izlenim uyandırdı. Sonra Asım’ın uyarısıyla sanki derin bir uykudan uyanmışçasına elini kapıdan çekmeden, Hilmi’ye dönerek:
-Abi! dedi.

-Ne oldu? diye sordu Hilmi. Sakip bir şey söylemeden gene öylesine yere baka kaldı. Hilmi tekrar uyardı:

-HHHHHhhayırdır Sakip, ne söylemek istiyorsun? dedi. Sakip:

Ben, bugün ayılarla savaşımı bitirdim! dedi. Hilmi peykede yattığı yerden:

-Anlamadım, ayılarla savaşını bitirdiğini mi söyledin? Doğru mu duydum? Sakip:

-Evet, doğru duydunuz, ben artık ayılarla savaşımı bitirdim. dedi.

-Ben sana söylememiş miydim, ayının büyüklüğünü görünce ödün koptu, sonunda ayılarla baş edemeyeceğini anladın değil mi? dedi. Sakip:

-Hayır, mesele benim korkup korkmamam değil! Dikkat ettim de bugün o ayı bizi öldürmek istemedi. Üstelik bu ikinci kezdir ölümden dönüyorum. Bugün o ayı isteseydi hepimizi öldürmüştü, ama öldürmedi! Bizi sadece uyardı. Bugünkü ayı bana demek istedi ki; “Bak Sakip, bu iki oldu, üçüncü de elime geçersen seni sağ koymam.”  Ayılar haklı. Düşündüm de ayılara yaşam alanı bırakmadık. Ormanları kesip barınaklarından mahrum bıraktık. Ormanlarda bir tek yiyecek meyve ağacı koymayıp kestik. Aç kaldı hayvanlar! Köylere inmek zorunda kaldılar. Böyle olunca da aç hayvan insanlarla karşılaşınca korkudan saldırıyor. Bugün o ayı bizi ailemize bağışladı. Bu benin son avcılık maceramdı. Ne iyi ki beşaretimiz bağlandı da o mermiyi namluya sürmeyi unuttuk. Hilmi:
-Galiba haklısın! dedi. Çocuk, Hilmi,’nin eşi ve Asım’da Sakip’e hak verdiler.

Sakip:

-Hadi hepimize geçmiş olsun! deyip Asım ile birlikte evden çıktıp yola koyuldular. Diğerleri onları uğurlamak için kapının önüne çıktıp arkalarından el salladılar. Çocuk, Sakip ve Asım’ın arkasından:

– Sakip Emi, beni ayıdan kurtardığınız için teşekkür ederim,ayılarla savaşımı bende bitirdim!  diye bağırdı.

——————————

Eza          : Eziyet, incitme, sıkıntı verme, cefa, zulüm.
kürün      : Çeşme yalağı.
yeka        : Yöresel bir sözcük, tahmin ya da bilinenden çok  büyük.
gön          : Hayvan derisi.
zağar      : Köpek yavrusu.
zağar      : Köpek yavrusu.
bedevra : ince yarılmış, rendesiz, çatıya örtülen tahta
panta      : Yabani armut.
köm        :  Kapalı koyun barınağı