Lise bitti yaz boyu köydeydim. 1971 Eylül ayında güreş antrenörüm Mehmet Susam’dan haber geldi. Gelen haber bana Artvin’de iş ayarladığı şeklindeydi. Babama durumu izah ettim. Yol ve ekmek parası alıp, ertesi gün Artvin’e gittim.

Antrenörüm Mehmet Susam beni önce yerel bir gazetenin baskı ofisine götürdü. Burada gazeteye haber yazma, haber toplama vb. işlerde çalışacakmışım.

İyi, olur” dedim. Çünkü artık “Ne iş olursa yaparım” diyenlerdendim.

Şimdi adını anımsamadığım gazetenin sahibi olan bey, beni mini bir testten geçirmeye başladı.

Milletvekili Sayın Bülent Ecevit Artvin’e gelecekmiş. Buna ilişkin bir haber yaz bakalım” dedi.

Kâğıdı kalemi elime alıp, oturup epeyce bir şeyler yazdım. Ben haberleştirmek istediğim yazıma, “Milletvekili Bülent Ecevit’in ilimize geleceği” biçiminde bir başlık atmıştım. Gazetenin sahibi adam yazının içeriği neyse de, başlığı hiç beğenmedi.

Ve aynen şöyle dedi:

“Evladım, gazetecilikte biraz da işin puştluğuna kaçacaksın, yani yazına insanları merakta bırakacak başlık atacaksın. Mesela, ‘milletvekilimiz Artvin’de…’ gibi yazacaksın ki, halk acaba hangi milletvekili diye merak etsin.”

Böylelikle gazeteciliğimin ilk sınavı geçemedim. Tabii ki işe de alınmadım. Adamcağız beni direkt olarak işe almış olsa, kim bilir belki de hiç bir bilgim yokken gazeteci olacaktım!.. İşe alınmayınca elbette biraz üzüldüm. Ama karalar bağlamadım.

Belli ki Mehmet Hoca beni ve birkaç güreşçiyi elinin altında tutmak, bize yardımcı olmak istiyordu.

Ancak antrenörüm Mehmet Susam hocam meğerse Artvin Orman İdaresinde de bazı güreşçilere iş ayarlamış. Gidip görüştük, ertesi gün hemen işe başladım.

İş dediysem de, adına amonojmancılık denen öylesine bir iş. Artvin’in çevresindeki dağlarda, ormanlarda orman mühendisleriyle, orman teknisyenleriyle birlikte sabahtan akşama kadar o ağaç dibi senin, bu ağaç dibi benim geziyoruz.  Mühendislerin belirledikleri ağaçların çapını, boyunu ölçüyor, çeşni alıyorduk. Güya sporcu olarak işe alınmıştık, ama sporla ilgisi olmayan tüm işleri yapıyorduk. Sabahtan akşama kadar dağ bayır koşturmaktan antrenmanlara enerjim kalmıyordu.

Bu işte güreşçi arkadaşım Süleyman Gürsel ile birlikte çalışıyordum. Sabah bakkaldan bir somun ekmek, bir de sana yağı alıp ekmeğin içine koyuyor, öğlen vakti bulduğumuz bir subaşında bunları yeyip beslenmeye çalışıyorduk. Mühendisler ve teknisyenler evlerinden getirdikleri yiyecekleri bir kenarda yerlerdi. Getirdikleri yemeklerden bazen bize de tattırdıkları olurdu.

Hayatımın ilk maaşı olduğu için bu rakamı hiç unutmuyorum. Aylık 540,- TL ücret vermişlerdi. Birkaç ay sonra kış soğukları başlayınca işe ve dolayısıyla işimize son verdiler. Başka tutunacak dalım da, barınacak yerim de yoktu. Bu demekti ki, baba evine döneceğim.

O gün akşamüzeri Ardanuç’a gitmek için dolmuş beklerken Öğretmen Kemal Uzun ile karşılaştım. Binanın duvarına sırtımızı verip, yarı diz kırarak, -bizim köylülerin tabiriyle “kuk” oturarak-  kaldırıma oturup sohbete başladık. Kardeşi Cemil Uzun da güreşçiydi. Beni de güreşçi olduğumdan dolayı tanımaktaydı. Ne yaptığımı sordu. Olan biteni kısaca anlattım. Babamın parasızlık nedeniyle üniversiteye gönderemeyeceğini söyleyerek biraz dert yandım. Kemal Uzun’un o sohbet sonunda bana söylediği:

“Delikanlı üzülme, ama bilmelisin  ki bu senin suçun değil. Senin tek suçun, Ardanuç’ta doğmuş olmandır” sözünü o günden bu güne hiç unutmadım.

SMMM Gökhan DEDE