Barkın Can Topcu

Felsefe zihin yoluyla zihnin gerçekliği ele geçirilişi bakımından ele alındığında var olan asli gerçek bize her zaman bir adım uzakta gözükeceği ve onu tepeden tırnağa tanıtlama imkânına sahip olmadığımız için bu, sonu gelmeyen bir çaba olarak sürmeye devam edecektir. Felsefenin salt bir gerçekliğe indirgenmesinin olumsuzlamasına yönelik tasarılar da yeni gerçekler sürmeleri bakımından bu indirgemeci yaklaşımın izlerini taşır. Her yadsınan gerçeklik yeni gerçeklik tasarılarına imkân tanır.  Bu bağlamda gerçeği ve gerçeklik arayışını reddetmek ancak sözde mümkündür ve bu dil felsefesi açısından da irdelemeye açık bir temadır.

“Gerçeği ve gerçeklik arayışını reddediyorum” ifadesi köken bakımdan yalnızca gerçekliğin yerine gerçekliği reddetmeye yönelik bir tasarı değildir aynı zamanda reddettiği belirli bir gerçek karşısında sürdürdüğü tartışma olanaklarıyla farkında olmadan gerçekliği reddetmediğini ancak ve ancak “sözde, dilde” bir gerçekliği reddetme beyanında bulunduğunu anımsatmadadır.

Bu bağlamda gerçekliğin hangi köken bakımından ele alındığı da önemlidir. Eğer gerçek ya da hakikat asli kavramsal boyutundan ayrıştırılıp şu veya bu gerçeğe yönelik bir reddediş safhasına varıyorsa bu da gerçekliği ele geçirmeye, hakikatin üstündeki perdeyi kaldırmaya çalışmaya yönelik her felsefenin kaçınılmaz bir trajedisi durumuna gelmektedir.

Bu bağlamda bizim gerçeklik algımız soyut bir hakikat tasarımına dayanmamaktadır. Biz akli olanı belirli somut toplumsal koşullar içinde belirleriz. Bu bağlamda her hakikat tasarımı soyut bir kategoriye değil toplum içinde vuku bulan şu veya bu gerçeklik tasarısına dayanmaktadır.

Gerçeklik sözde, dilde reddedilmeye başlandığında; bu reddedişe yönelik tasarının ana kaynağı üzerinden sürecek tartışma kaygısını gerçeğin soyut kavranışı üzerinden ya da gerçeğin salt tek başına tanıtlanması üzerinden çıkartmamalıdır. Zira gerçeği tarihsel koşullardan soyutlamak da onu salt dolayımsız bir kavrayış üzerinden tanıtlamaya çalışmak da bir o kadar tehlikelidir.

Gerçek karşımızda duran, hali hazırda bir mevcudiyet değildir; gerçek ancak nesnel bir kavrayışla, olayların anlamını insan-biçimciliğin etkilerinden arındırarak, tarihsel, politik bir bilinç kazanılarak elde edilebilir.

Gerçeğin kavranıp kavranamayacağı ise doğanın ve toplumun genel yasalarının kavranıp kavranamayacağı ile fiziksel bir dünyanın mevcut olup olmadığına yönelik bir akıl yürütme biçimiyle sıkı bir ilinti içindedir. Zira eğer daha önce vurguladığımız gibi gerçekle kopmaz bir bağ içindeysek, tüm etkinliklerimiz ve insansal varoluşumuz son kertede her zaman bir var olana, dolayısıyla gerçeğe içkin ise ortada kavranılır bir gerçeğin olup olmadığını tartışmak sofist ya da felsefi idealist bir tutum takınmaktan başka anlam içermez. Burada gerçeği kavrıyoruz ki bilim yapıyoruz, gerçeği kavrıyoruz ki anlam üretiyoruz beyanında bulunmak yalızca bu kavrayışla sınırlı değildir. Aynı zamanda gerçeğin kavranılır olduğunu kabul etmek maddeci-materyalist bir dünya görüşünde buluşmaktan çok uzak değildir. Çünkü ne gerçek soyut ne de insan zihninin ve duyu izlenimlerinin boyutlarıyla sınırlıdır.

Gerçek kavranılır olandır ama biz bu kavrayışı tanrısal bir güce ya da tarih içinde kendini gerçekleştiren bir “idea”ya dayandırarak yapamayız. Bizim için gerçek duyu izlenimlerimiz ve zihin dünyamızla sınırlı değildir. Biz gerçeği duyu izlenimlerimiz ve zihnimizle kavrarız ama doğa, toplum, dünya, evren bizim öznel algımızla sınırlı değildir. Biz var olanı kendimizin dışında bir gerçek olarak kavradığımızda gerçek anlamda bilim yapabiliriz. Biz doğayı ve toplumların genel yasalarını diyalektik yöntem ve düşünme biçimiyle kavrayarak onu sahici anlamda irdeleyebilir ve ileriye taşıyabiliriz. Bu bağlamda gerçek bizim dolayımımızın ötesinde bir var olandır. Biz de var olanlar olarak onu sırf kendi içimizde, kendi sınırlarımızda olan bir var olan olarak değil bizden bağımsız bir var olan olarak kavradığımızda gerçek anlamda onu kavrayabiliriz.

Gerçek bizim kavrayış yetimizin içinde algılanabilir, yorumlanabilir bir şey olarak soyut bir usa değil somut bir tarihsel düşünceye ve diyalektiğe dayanır. Gerçek bizim dışımızda, bizim algılarımızın ötesinde bir var olan olarak düşünceyle anlaşılır ve yorumlanır ama biz bu düşünceyi soyut bir tanrısal tasarıya değil onu üreten zihnimize borçluyuz. Gerçeği ele geçirilebilir hale getiren de onun bizim dışımızda doğada keşfedilebilir bir halde bulunmasıdır. Doğada soyut bir gerçeklik yoktur, bu bağlamda gerçeklik arayışı doğada var olanı düşünce diline sokmak, onu kavranılır kılabilmektir…