Hüseyin Esentürk

80’li yılların sonlarına doğru, Onca işsiz ve sıkıntılı geçen zamanın ardından bir taahhüt firmasında işe başladım.  Ancak o firmaya gelene kadar üzerimde emeği olan, meslek sahibi olmamı sağlayan şu anda hayatta olmayan sevgili mühendis arkadaşımı sevgiyle anıyorum.

Daha önce çalıştığım firmada ölçüm yapıyordum. Bir mühendis arkadaşım ölçüm hesapları konusunda beni çekirdekten yetiştirdi desem yalan olmaz. Metre tutarak başladığım işi geliştirerek bir meslek sahibi oldum.

Mühendis arkadaş İngiltere’ye gidince iş benim sırtıma kaldı. Yanlış yapmamak adına konuya ilişkin ne yazıldıysa, ne yapıldıysa okudum. Yapılmış hakedişleri, kesin hesapları, ölçümleri üşenmeden yeniden yaptım. Sabahlara kadar plan ve projeleri okuyup detaylandırarak yeniden hesaplarını yaptım. İşin mantığını iyice kavradıktan sonra güvenilir bir uzman olmuştum. Öyle ki bazen firma dışından bile iş geliyordu. Ünümüz artınca Ankara’da hatırı sayılır büyüklükte olan Taahüt firmasından teklif geldi. Çalıştığım firmanın patronu ile görüştüm teklif konusunu.

Bana “ o şartları ben sana sağlayamam. Elindeki işleri bitirip gidebilirsin” dedi. Bende Taahüt firması ile görüşerek elimdeki işleri bitirmek için süre istedim. Kabul ettiler. İşleri bitirince ana firmaya Kesin hesap ve hakediş uzmanı olarak başladım.

 Ana firmanın bütün hakediş ve kesin hesaplarını yaptım. Türkiye’nin neresinde iş alırsa oraya gittim. Bu iş sayesinde gezmediğim görmediğim bir yer kalmadı desem fazla iddialı olmaz. Bu firmadan da emekli oldum.

Yozgat, hepimizin iyi veya kötü bir şekilde Yozgat ve Yozgatlılarla ilgili bir anısı vardır. Olumlu anıların yanı sıra olumsuz anıları da mevcuttur. Hatta yakın tarihimizde içimizi yakan olayların bir bölümünde Yozgat ilinin adı çokça geçer.

 Sorgun Yozgat’a en yakın ve en gelişmiş ilçesidir. Çekerek ise en yoksul ilçelerinden birisidir. Ana şantiyemiz hemen merkezde Kirazlı göleti’nin yanında idi. Akşamları bazen Çamlığa çıkar iki kadeh parlatır tandır yerdik. Bazen yerel sanatçılardan Yozgat sürmelisini dinler efkâr dağıtırdık.

Yozgat ve ilçelerinin Telefon şebekesini yapıyordu çalıştığım firma. Ben de Kesin hesap ve hakedişlerini yapıyordum. İş Bayındırlık mevzuatlarına göre yapıldığı için Kazı hesapları, Menholler, Paçal fiyatların oluşturulması, Tranşe kazıları, PVC veya Büzlerin döşenmesi, Kum tuvenan serilmesi, tuğla döşenmesi, kum veya tuvenanın elenmesi, nakliyesi, kablo döşenmesi, ek yapılması gibi onlarca pozdan oluşan ve hepsinin ayrı bir birim fiyatı olan bir iş. Sonraki yıla sarkan işlerin fiyat farkları, süre uzatımı, keşifler, mukayeseli keşifler hep benim alanımda.

Taahüt işlerinde firmalar genelde taşeron kullanır. Ya o yörenin taşeronlarını ya da daha önce çalışıp sınadığı taşeronları tercih eder. Taşeronlar ana firma adına çok az bir kar karşılığında işi yapar. İşveren devlet ise yüklenici firmayı sıkıştırır, yüklenici firma taşeronu sıkıştırır, taşeron işçiyi sıkıştırır. Taşeron yüklenici firma ile iyi bir sözleşme yapsa da yapmasa da kar için işçinin canını çıkarır. Bazısı yarıda bırakıp kaçar. Çoğu işçilerin parasını vermez.

Taşeronların genel özelliklerinden birisi iş yaptığı firmadan sürekli para talep etmek. Aldığı parayı işçilere dağıtmak yerine kendi ihtiyaçlarına harcarlar. Çalışan yakını akrabası, köylüsü olunca pek ses çıkaramazlar. Hatta işçilerden gelen şikâyetler üzerine Akdağmadeni’nde işçi alacaklarını taşerona vermeden çalışanlara direkt dağıtıp dönmüştük. Biz döndükten sonra taşeron eline kazma sapını alıp tüm işçilerden parayı geri toplamış.

 Şefaatli Yozgat ilinin güneyinde yer alan, Kırşehir ile Nevşehir’e sınırı olan ve il merkezine 40-50 km uzaklıkta bulunan ilçedir. Ankara Kayseri demir yolu hattının hizmete açılmasından sonra gelişmeye başlamışsa da hala köy kültürünün devam ettiği bir yerdir.

Kızılırmak nehrinin önemli kollarından birisi olan Delice çayı, Karasu ve Kanak çaylarının birleşmesi ile başlar. Karasu ve Kanak çayları Şefaatli merkezinde birleşirler.  Çayların kenarları hep söğüt ağaçları ve meyve bahçeleri ile doludur.  Şantiye işlerinden vakit buldukça delice çayına yukarı balık avlamaya giderdim. Özellikle sonbahar ve ilkbahar aylarında boz bulanık ve deli akar. İnsanın içinde suya kapılıp gideceğim hissi uyandırır.  Hatta yörede suya kapılıp giden gelinlerin, kızların, çobanların öyküsü anlatılır bol bol. Kimbilir bu öykülerin arkasında neler vardır.

Şefaatli tren yolunun geçmesi, çay ve nehirin geçmesine rağmen temizlik konusunda pek hassas olmadıklarına tanık oldum. Tren istasyonu kasvetli, Cami ve hamamları bakımsız, temizlenmemiş, binalar bile bir kaçı hariç sıvasız dökülüyor sanki. Kanalizasyon kültürü yok denecek kadar az. Onca suya rağmen bu kadar bakımsız olmasına anlam yükleyememiştim.

Sanırım Kasım ayı, yağmur yaşın başladığı çayların bozbulanık akmaya başladığı günlerdi. Ağaçlar sararmış yer yer sarı ile yeşilin birbirine karıştığı hoş bir gün. Patnoslu Abdurahman ve çoğu akrabası olan Patnoslu işçiler kanal kazıyorlar. Abdurahman taşeronluk yapıyor. Mavrası bol, hoş sohbet orta yaşlı bir insan. Benim devrimci olduğumu ve içerde yatıp çıktığımı biliyor. Zaman zaman askerlik anıları, iş anıları, hapishane anıları anlatır bol bol güleriz. Tam bir komik adam. Anlattığı şeyleri kendine has üslubuyla karikatürize ederek anlatır. Güngörmüş bir insan.

Abdurrahman’da ana firmadan alacaklarını tahsil ederken çalışanlarının alacakları kadar tek tek çek kestirmiş. Para yerine bu çekleri dağıtmış. Şefaatli’de çek ne işe yarayacak. Hatta çalışanlarından birisi Yozgat’da bir hayat kadınına çek önermiş, kadın kabul etmemiş.

Abdurrahman; “sizin firmanın verdiği çeklerin hiçbir kıymeti yokmuş ağam. Hayat kadını bile kabul etmiyor” diye dalga geçerdi.

 Bir bayram öncesi “ Babam, beş yıldır evimi çocuklarımı görmedim. Bana bir hafta izin ver” deyince şaşırmıştım. İnsan beş yıl çoluğunu çocuğunu görmez mi diye. “Peki, git ama bir haftayı geçirme” diye tembih etmiştim. Abdurrahman on beş gün sonra geldi. Tabi kızgınım.

“Nerde kaldın hani bir hafta sonra gelecektin”

“Ne sen sor ne ben anlatayım. Hiç sorma” gizemli ağlamaklı bir havaya büründü. İyice merak ettim.

“Anlat hele ne oldu”

“Valla beyim gittim Patnos’a, büyük bir heyecanla vardım evin kapısına. Kapıyı çaldım, içerden kim o diye benim garının sesi geliyor. Aç ben Apo dedim, senin kocan. İçerden benim gocam beş yıl önce öldü. Defol git dedi. Bir zoruma gitti, bir zoruma gitti hiç sorma.”

“Eee…sonra”

“Başladım yalvarmaya… Garı gurbanın olim, kapında itin olim, sizi çok göresim gelmiştir desem de açmadı kapıyı.”

“peki, sen ne yaptın”

“ne yapacağım beyim üç gün kapının önünde it gibi yattım. Nice diller döktüm. Dördüncü gün ancak kapıyı açtı. Üç günümde yolda geçti. Ancak bir hafta çocukları görebildim. Senden de bir hafta çocukları görmek istiyorum diye izin almıştım. Bir hafta sonra döndüm işte.”

Abdurahman’nın mavra dolu hesabı ve nüktedanlığı tüm kızgınlığımı almıştı. İşleri yağmura yaşa bırakmadan bitirmeye çalışıyoruz onun için pek işlerin başından ayrılıp bir yere gidemiyorum.

Bir gün Arabayla Kanak çayının ilerisine doğru giderken aşağıda, çayın kenarında bir adamın bir kadını öldüresiye dövdüğünü gördüm. Araba yolunun epeyce uzağında. Yanlarında 8-10 yaşlarında birde çocuk var. Zaman zaman çocuk adamı tutmaya çalışıyor ama adamın gözü dönmüş çocuğa tokatı patlatınca çocuk yere yuvarlandı kalkamadı bile. Etraf çığlık feryat figan içinde. Adam kadını döve döve, sürüye sürüye çayın kenarındaki yardan aşağı fırlattı. Yarın dibi Kanak çayı. Kanak çayı boz bulanık yığın akıyor.

 Kadını boz bulanık akan çaya attı. Arkasını dönüp çocuğu da sürükleyerek çekip gidiyor. Çocuğun” annem, annem” çığlığı ortalığı kaplamış. Sanki bir film seyrediyorum. Bir cinayet filmi. Gözümün önünde bir cinayet işleniyor.

 Arabadan inip koştum. Yarın başından bakınca kadın çamurun çaplağın içinde can havliyle tutunacak bir yer arıyor. Biraz ilerde karasu çayı ile birleşirse kurtulmasının imkanı yok. Hiç düşünmeden yardan aşağı suyun içine atladım. Çayın kenar bölümünde olduğu için ulaşmak zor olmadı. Tuttum kadıncağızı kenara sürükledim. O sırada oraya yakın kanal kazan işçilerde yetiştiler.

 Tepemizden aşağı çamura bulanmışız. Üstümüz başımız çamur deryası. Hemen su yetiştirdiler. Kadının kafasını yüzünü yıkadık. Benimde kafam ve yüzümdeki çamurları temizledik. Kadının yüzü kafası kan içinde. Hemen arabayla hastaneye yetiştirdik.

Kadının tedavisi devam ederken Bir süre sonra polis geldi. İfade almaya çalışıyor. Hastanenin önü ana baba günü. Bir taraftan bizim Patnoslu işçiler akın etmiş. Diğer taraftan kadının ve kocasının ailesi yakınları. Meraklı kalabalıkta var içlerinde.

Ben gördüklerimi anlattım polise. Önce benim ifadem tutanaklara geçti. İmzaladım tutanağı. Hastanın başına gittim nasıl diye. Hasta yılgın, bedbaht, yüzü bembeyaz. Yaralarına dikiş atılıp bantlanmış. Başındaki polis ifadesini alıyor.

“nasıl oldu anlatırmısın” Kadın tarladan döndüklerini eve giderken başına bu olayın geldiğini söyledi. Polis tekrar “nasıl oldu” diye sorunca;

“Bende bilmiyorum nasıl olduğunu, birden başım döndü yardan aşağı uçmuşum. Beni göstererek şu adamdan allah razı olsun. Su alıp götürmeden beni kurtardı”

Küçük dilimi yuttum dediklerini duyunca. Hemen müdahale ettim.

“Memur bey kocası herhalde, bir adam öldüresiye dövdü sonra yardan aşağı suya attı. Gözümle gördüm. Hatta küçük bir çocuğu da dövüp sürükleyerek aldı gitti. Annem, annem çığlıkları hala kulağımda”

Polis memuru dik dik yüzüme bakarak “sana sormadım, ne karışıyorsun senin ifadeni aldık. Söyleyeceğini söyledin, bırakta işimizi yapalım” dedi.

 Kadın sorulan her soruya  cevap verirken dayak yemediğini, başı döndüğünü filan anlatıyor. Kocası aleyhine bir laf etmiyor.

Sonra kocasını getirdiler. Yemin billah ediyor .

“ben yapmadım, kaç yıllık karım, çocuklarımın anası, yaparmıyım böyle bir şey” diye.

( Birde bana küfretme diyorlar….)

Kadına “şikayetçimisin” diye sordular.

Kadın “şikâyetçi değilim ”dedi.  Ben çıldırdım. Olamaz böyle bir şey. Kendisini öldürmeye çalışan adamdan şikâyetçi olmuyor.

Kadına “Yahu bacım, gözümle gördüm. Seni ölsün diye attı ırmağa. Sen hala bu adamı koruyorsun” kadın korku dolu kaçamak bakışlarla yüzüme bakıyor.

“yanlış görmüşün ağam. O benim çocuklarımın babası, o olmasa nereye giderim, ne yaparım, çocuklarıma kim bakar, sen yanlış görmüşün” dedi ve yüzünü çevirdi.

İçin için ağladığını hissediyorum, çaresizliğini hissediyorum. O arada omuzuma bir el dokundu baktım Abdurrahman.

“ Gel ağam gel hele” diyerek odadan çıkardı beni.

Dışarıda tenha bir yere çekerek; “Bak ağam, İstersen hepimiz kazma kürek dalalım bu şerefsizlere. En çok bizi içeri alırlar polis candarma uğraşır birazda sopa yer çıkarık. Amma beni iyi dinle.

Kulağımla duydum karakol komiserine yalvarıyordu kocası denen gavat. Bir anlık öfkeyle oldu. Ben ettim sen etme diye. Bizi barıştır hökümete yansımasın diyordu. Komiserde bir daha olmasın diyerek olayı çözdüler ağam.

Sen içerde ifade verirken komiser kadınla konuştu. Nasihat etti. Nasıl ifade vermesi gerektiğini anlattı. Sen boşuna çırpınıyorsun.

 Biraz dikelsen seni atarlar içeri. Hatta kadına bu adam itti dedirtirler. Kadının buralarda esemesi yoktur. Kadın boğulup ölseydi bile sonuç aynı olur, iki gün sonra da herife yeni bir karı bulurlardı. Kadına hiç kızma. Kadın yaşamaya çalışıyor.

Yarın gör o herifle yine tarla tapana gidecek, yine dayak yiyecek, yine çocuk doğuracak. Hatta bir şey daha söyleyeyim kocasını korudu diye, ondan şikâyetçi olmadı diye bir nebze itibar görecek.”

Abdurrahman doğru söylüyordu ama yedirememiştim kendime.

 “e… peki,  ne olacak bunun sonu, bu hep böyle mi devam edecek”

Abdurrahman yüzüme biraz alaycı, biraz acıyarak birazda lafı gediğine koyma fırsatı bulmuş kişinin memnuniyetini takınarak;

“Bana mı soruyorsun ağam. Onun cevabını da sen ver. Yıllarca okullarda niçin dirsek çürüttün, Yıllarca niçin hapiste yattın. Niye devrimciyim diye övünüyorsun. Sen bilmezsen ben nerden bileyim. Ben gariban Patnoslu bir adamım. Hasbelkader yollarımız kesişmiş.”

Abdurahman başıma kocaman bir taş vurmuştu. Sersemledim, yutkundum. Ağzım dilim kurudu. Öldürülmek istenen bir kadına bile yardımcı olamamıştım.

Kadın konusunda ettiğim kocaman kocaman laflar geldi aklıma. Devletin kadına bakışı, erkeğin kadına bakışı geldi. Mahkemelerin, Yasaların kadına bakışı geldi. Çaresizliğim geldi…

Abdurahman’ın attığı taş sadece benim başımı yarmadı…

Başı yarılıp sargı ile gezen arkadaşlar da düşünmeli.