Bilal Kayabay

Gar Restoranlar’da oturmayı hep sevdim. Ankara Garı, Haydarpaşa, Garı, Sirkeci Garı uğrak yerlerimdi. Haydarpaşa ile Sirkeci’nin başını yediler, başı kopası karından bacaklı asalaklar.

Gider, yüzümü trenlere döner, önümde kâğıt kalem, yolcuları, uğurlayanları, telaşlı, telaşsız volta vurarak bekleyenleri, kerhen, içten kucaklaşanları izlerken yudumlarım rakımı.

O gidişlerden birinde, Aksakallı, temiz yüzlü bir amca,sırtını Gençlik Parkı’na dönmüş, gözlerini gar binasının sağ ucundaki pencerelere dikmiş birşeyler mırıldanarak öylece bakıyor. Geçtim… geçemedim… Döndüm, başladım izlemeye.

Şöyle çaktırmadan çevresinde bir iki turladım. Birşey duyamadım. Baktığı yere doğru merakla diktim gözümü, az ötesinde, ben de.

Bak… bak… birşey göremedim. Meraklı tazeyim ya merakımı yenemedim. Yanaşıp soracam da uygun bir ortam yaratmalıyım.

Derken, baktım, gözlerinde iki damla yaş birikti. Tam sırası. Özür dileyerek yaklaştım. Emmim, iyi misin, yardım edebilir miyim, dedim. Şöyle bir baktı. Baştan ayağa süzdü. Güven duymuş olmalı ki: Yeğenim, dedi. Biz toraşan çocuklardık. Döndü, bastonuyla, Ulus’ doğru, Gençlik Parkı’nı da içine alan bir yay çizdi. Bu gördüğün yerlerde mal otlatırdık. Duyardık ki Mustafa Kemal Paşa, burada kalırmış.

Bastonu bu kez yapının penceresine uzattı. Hakkında, büyüklerden işittiğimiz eyliğine, aleyhine laflardan, besbelli, çocukluk merakımız uyanmış. Biz de malı otlağa seyipler, belki görürük deyi gelir öyle cama bakardık.

Adamlar gelir giderdi. Bir gün, cam açıldı. Pencerede görünen adam, gidenlere birşey söyledi. Gidenler, başüstüne paşam deyince, anladık ki Mustafa Kemal Paşa, oydu. Daha bir dikkat kesildik. İşittiklerimizden zihnimize çizilen adamdı. Biz soluğumuzu tutmuş, ağzımız açık, göğsümüz güm güm atarken, bizi fark etti.

Merhaba çocuklar, malınıza mülkünüze iyi sahip olun, dedi.

Ne dediğini  de Çanakkale’de askerliğimi yaparken anladıydım. Ayaklarımız yerden kesildi. Pencereyi kapadı, camdan sallanan elini gördük.

Topladık malları, döndük evlere. İşin içine hayal gücümüzde girince, Mahallenin kahramanları olmuştuk. Anlattıklarımız öyle etkili olmuş ki Kuvvacılar’a karşı olanlar bile Kuvvacı oldu.

Sonra, derin derin iç geçirdi. Yaşananlardan olmalı, son yıllarda herkes 23 Nisan’da gelir, o pencereye, uzun uzun bakarım. Ağzımda, dualarla küfürler birbirine karışır. Duam, Gazi Paşa ile arkadaşlarına, şehitlerimize; küfrüm, nankör it soyunadır.

Gözlerinden iki iri damla, elmacık kemiklerinden yuvarlandı. Bastonu binayı gösterirken, sakalına taşan yaşlar, gözlerinden taşıp yüzünü saran öfkeyle: Aahh bre yeğenim, şu fakirhanede kurulan devlet, saraylarda yıkılıyor diye gürledi.

Döndü, biriktirdiği tekmil küfürleri demine devranına saya döke, Ulus’a doğru yürüdü.

Ardından, zıpkın yemiş balık misali çırpınarak bakakaldım. Nasıl gittim bilemeden, kendimi, Gar Restoran da yetmişliği yarılamış buldum.

Bir ara  kafamı kaldırdığımda, şef garsonun, tedirgin, çaresizlikle beni izlediğini fark ettim…

Hayrola, Gazi, dedim ben de merakla. Masaya yaklaştı: Abim bu ne hâl, hayırdır. Seni hiç böyle görmedim. On dakkada koca şişeyi yarıladın. Yahu, sen usturuplu içen adamsın. Elimizden ne gelirse, emrin olur, dedi.

Derin bir iç geçirip anlattım, yaşadıklarımı. İzninle deyip bir kadeh çevirdi, domuz dolusu doldurup güm diye yuttu.

Giderken birden döndü, bugün benim doğum günüm. Adım onun için Gazi. Bayramı da var. Yani, Bayram Gazi. Genellikle öteki bayramlarda doğanlara verilir ya Bayram adı. Onlara karışmasın diye, Gazi’yi kullanıyorum, ben. Nöbetim, saat on ikide bitiyor. Sonra iznin olmasa da masana oturacam. Bundan sonrasını idareli git. Geceni kuyruğu uzun, diye tembihi çekti.

Başım gözüm üstüne, Gazim, dedim. Sona… sonrası biraz neşe biraz hüzün…