Salih Altun

İşine gelmeyen konularda susan, iktidarın işini kolaylamak amacıyla günahlara, suçlara kılıf giydirip cevaz veren Diyanet İşleri başkanlığı makamının başı olan ERBAŞ’ın ramazan başındaki Cuma hutbesi ortalığı karıştırdı.

Erbaş elbette kutsal kitaptan alıyordu gerekçesini. Ancak kullandığı dil sorunluydu, ayrımcıydı, nefret içeriyordu. Onun bu sorunlu ifadesine en az onun kadar sorunlu bir dille Ankara Baro  Başkanlığı cevap verdi. Bu açıklamada kullanılan;    bazı ifadeler; şahsa değil de dine dönük eleştirilerdir. İslam karşıtlığıdır. Elbette ki kişi İslam karşıtı olabilir, bunu söyleme özgürlüğü de olmalıdır; ama konu şikâyetçi olunan bir kurumla mücadeleyse, bunu uygun zeminde uygun usüllerle yapmak gerekir.

Olayımızda DİB tarafından yapılan, önceden çalışılmış bir ortaya Ankara barosu ayak koydu;  “Al da at” diye  Cumhurbaşkanına gollük bir pas verdi; o da bunu kendi amacına uygun biçimde kullandı. Şöyle dedi:

“Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin bir kurumudur. Ona yapılan saldırı devlete yapılmıştır.”

Zurnanın zırt dediği yer de tam burasıdır işte. Yani din devletin emrindedir. Diyanet  reisi de Reis’in memurudur.

Bu, Dib’in kurulduğu 1924’ten beri değil çok öncelerden beri böyledir. Suçlu yalnızca ülkemizdeki güdük ve jakoben laiklik anlayışı değildir. Hz. Muhammed öldükten sonra gelen halifeler, Osmanlı dahil, kendilerini hem din hem devlet adamı sıfatıyla donattıkları içindir ki ta 632’den beri, din devletin emrindedir.

Peygamberin iki kişiliği vardı. Birincisi dini kişilikti. Diğeri ise devlet adamlığı. Bu vefat ile iki kişilik de öldü. Yerine geçen kişilerin konumu ne olmalıydı; ne oldu?

İslam inancında peygamber Allah’ın halifesi değil, habercisidir. Dolayısıyla ölümünden sonra onun yerine geçen ve “Ardından gelenler” anlamına gelen halifelerin de dinden kaynaklanan bir halifelik sıfatları olamazdı. Yalnızca yönetimle sınırlı dünyevi bir yetkiyi devralmışlardı. Yönetiminin, yönetenin hiçbir kutsiyeti yoktu. Ancak dinin amir hükümleri ve sünnet yol üzerinde yönetme sorumlulukları vardı.

Uygulamada ise tüm halifeler Hz. Muhammed’in hem dinsel hem de yönetimsel anlamda halifesi oldukları inancını          -icap ettiğinde zorla- dayattılar topluma. En basit dünyevi işleri din işleriyle iç içe geçirdiler. Dine ve insanlığa aykırı pek çok eylem gerçekleştirdiler. Bunları dinin emri gibi gösterdiler, karşı çıkıldığında din kalkanının arkasına saklandılar.

Cemel Vakası’nda Sıffin Savaşı’nda soydaş ve dindaşlarını katleden sahabe de Kabe’yi taşa tutan, medineyi yakıp yıkan, kıyıma tecavüze maruz bırakan, Peygamberin torunlarını Kerbela’da yok eden Yezid de aynı kalkanın arkasındaydılar. Kendilerini eleştirenleri dine saldırmakla itham ettiler; en ağır biçimlerde cezalandırdılar. Yaptıkları için fetva vermeyen din bilginlerini zindanlarda süründürdüler, öldürdüler. Hanefi mezhebi kurucusu İmam-ı Azam bunun en bilinen örneğidir.

Osmanlı’nın en bilinen Şeyh-ül İslam’I Ebussud’un verdiği fetvalar da pek farklı değildi. Daha sonraki yıllarda Kuvayı Milliye’yi kâfirlikle itham edip katline ferman eden Dürrizade Abdullah fetvası, Kore Savaşını “İmanlılarla imansızların savaşı” olarak niteleyen A. Hamdi Akseki fetvası da bu fasıldandı. Aynı geleneği izleyen Görmez’ler; Erbaşlar, Karaman’lar da onlardan geri kalmadılar. İktidarın elini rahatlatan fetvalar verdiler; hutbeler hazırladılar, yazılar yazdılar. Hükümet adamlarına dinin sahibi, İslâm’ın hamisi gibi sıfatlar yüklediler. “Onları eleştirmenin dine karşı çıkmak anlamına geldiği yolunda” onlarca zırvaya imza attılar. Adeta onların günahla kirlenmiş çamaşırlarını yıkadılar. Çünkü memurdular. Kutsal ve buyurucu bir sistem olan dini, fani bir kulun; yani hükümet reisinin buyruğuna tabi kılmakla görevliydiler. Bu görevlerini de hakkıyla yerine getirdiler. Gözettiler, gözetildiler. Görmezden geldikleri için iltifata mazhar oldular.

Dinin kaybettikleri umurlarında olmadı; çünkü günün kazancı dinin kazancından evlaydı. Dinden feragat’ın tövbesi vardı; ama dünya nimetlerinin yoktu. Onları fırsat eldeyken  değerlendirmek gerekirdi.