Hayat göründüğü kadar değerli ve anlamlı mı ya da ölüm göründüğü kadar zor ve kötü mü? Farklı tabiatlara sahip ama toplumsal gerçeklik içinde aradaki tüm mesafelere rağmen aynı uzamda buluşan insanlık için bu sorunun tek bir yanıtı olabilir mi? Hayat ve ölüm üzerine kavrayışımızın temelini belirleyen “ben” sahiden bu konuda nasıl bir düşünceye ve iradeye sahiptir? Herkesin farklı benlerinin olması, herkesin tüm ortak varlığımıza rağmen farklı bir iradeye ve zihne sahip olması bu sorunun yanıtını güçlendiriyor mu? Ya da bu açıdan yaklaşıldığında bu sorunun farkı diğer felsefi soruşturmalara oranla farklı ve özgün bir yapısı olduğu sonucuna varılabilir mi?

Hayatın ve ölümün anlamı üzerine çok şey söylenebilir, cilt cilt kitaplar da yazılabilir ama özünde hayatın ya da ölümün anlamının bize dışarıdan dikte ederek kabul etmemizi sağlayacak bir şey olmadığını söylemek zorundayız. Çünkü hayatın anlamını belirleyen ortak bir kanaat olsa da daha çok biz hayatın anlamını kendi deneyimlerimiz üzerinden kurgularız. Hayatın ve ölümün anlamı yalnızca A veya B değildir çünkü bu böyle olsa bile hayat pratiklerimiz farlıdır. Herkes hayattan farklı şeyler çıkartmaya yöneliktir. Öyle ya çağrışımlarımız, görüş açılarımız farklıdır. Ortak kanaat her zaman dürüst değildir. Ya da bir şeyin şöyle ya da böyle olduğunu kabul ettiğimizi söylemek gerçekten de o konuda aynı fikre ve pratiğe sahip olduğumuz anlamına gelmez. Yalnız ben burada hayatın ve ölümün anlamının felsefenin en temel derdi ya da diğer felsefi soruşturmalardan tüm yönlerden ayrı bir özgünlüğü olduğunu kabul etmemekle birlikte tüm felsefi soruşturmaların birbirlerinden parçalar taşıdığını ve birinde olan değişimin muhakkak bir şekilde diğerini etkileyeceğini savunuyorum. Hayat üzerine bir soruşturma nasıl ölüm üzerine bir soruşturmayı etkiliyorsa bir örnekle felsefenin anlamı üzerine bir soruşturma da kişinin ideolojik yapısını ya da tersini etkileyecektir. Lakin burada yalnızca zıtlıklar birbirini etkilemez. Hayat üzerine bir soruşturma yalnızca ölüm üzerine soruşturmaları değil diğer tüm soruşturmalara bakış açımızı da etkileyecektir. Çünkü tarihin bıraktığı iz gibi tarihin bir ürünü olan düşünce ve felsefe de birbirleriyle eklemlenerek yeni sentezler yaratan bir alandır. Ki bu gerçeği reddetmek pek akla yakın gelmiyor bana…

Hayatın ve ölümün anlamı üzerine düşünceler üretmek kadar bu anlamlandırmayı değerlendirmek de bir o kadar önemlidir. Hayata atfettiğimiz anlam felsefeye atfettiğimiz anlamla derinden ilintilidir. Çünkü düşünce üretme dizgisini yaşam içindeki varlığına borçlu olan insan felsefe yazınına katkı yaparken aynı zamanda kendi hayatını da değerlendirmekte, kendi hayatı sayesinde düşünce üretebildiği için bir yandan kendi hayatını da sorgulama nesnesi haline getirmektedir. Bu, kaçışı mümkün olmayan bir yoldur. Ve eğer kaçabileceğimiz bir yer varsa o da yalnızca ölümdür… Ölüme kaçarız ama diğer alanlarından farklı olarak orası bir mekân, bulunulan alan değil hiçliğin içidir. Hapishaneden kaçıp yeraltına, okuldan kaçıp oyun alanlarına, hatta can sıkıntısından kaçıp kendimizi eğlendirecek yerlere sığınırız. Bunların hepsinde kaçma edimi sonucu ortaya çıkan sığınılan bir ev, oda, mekân, içinde bulunulan bir yer vardır… Ama hayattan kaçtığımızda ve ölümle buluştuğumuzda artık yalnızca hayattan değil düşüncemizden, zihnimizden, hayallerimizden, en nihayetinde kaçmaktan da kaçmış oluruz. Bu yüzden ölüm kaçışların en büyüğü ve en sonuncusu, aynı zamanda en hissedilemez olanıdır.

 Ölümü ancak kendi hayat tecrübemizden yola çıkarak bilebiliriz. Oysa ölüyken ölümü ya da yaşamı bilmek gibi bir minval yoktur. Yani ölümü de yaşamı da ancak varlığımız vuku bulurken bilebiliriz. Yaşayan bir insan için ölümün en net resmi hiçliktir, yaşarken asla gerçek bir son anlamında tanık olamayacağı bir hiçlik… Felsefe bu noktada yaşamın kıymetinin bilinmesine destek olur, insanı ölümle yüzleştirmeye ve yaşamın değerinin bilinmesine yardımcı olur. İnsan yalnızca varlığı vuku bulurken hayatın anlamına dahil olabilir… Onun ölümle birlikte ve ölümden sonra başka bir tanıklığı yoktur. Zihni hiçliğin içindedir, hiçliğin içinde bir daha asla ortaya çıkartılamayacak şekilde kaybolmuştur.

Ölüm gerçekliği bir daha sezemeyecek, varlığın tanıklığına bir kez daha dahil olamayacak olmaktır. Yaşamsa ya da bir zihin ve bilinç içinde var olmaksa ölümle ilintili olmak, ölümün korkusunu en içlerinde hisseden olmaktır. Ancak düşünen bir zihne sahip olarak, ölümü muhakeme eder ve hayatın değerine vakıf olabiliriz. Düşüncenin ve iç tepinin olmadığı yerde ne hayatın ne de ölümün bilinci vardır. Madde önseldir ama düşünce de maddenin anlamlandırılmasında, dile dökülmesinde önseldir.

Burada bir yaratıcı sorununa girmeden Schopenhauer’ın belirttiği gibi ölümü hayat üzerinden anlamlandırmada kendimizden önceki milyonlarca insan ırkını düşünmeli ve değişenin bireylerin ölümü olduğunu kabullenmeliyiz. Beraberinde bizim ölümümüzden sonra da ortaya çıkacak belki de bir o kadar insanı gözümüzün önüne getirmeli ve bizden önceki hayat ne kadar doğalsa bizden sonraki hayatın da bir o kadar normal olduğunu anlamlandırmalıyız. Türler bireylere oranla daha geç yok olurlar ama onların da bir sonu vardır… İnsan ırkının da bir tür olarak bir gün ortadan kaybolacağı ihtimalini kimse reddedemez.

Hayat, Schopenhauer’ın da belirttiği gibi, ölen insanlar kadar doğan bebeklerdir de. Tür bireylere oranla daha kalıcıdır ama evrende hiçbir şeyin kalıcı varlığını yüzde yüz nesnel ölçülerde iddia etmeye kalkamayız çünkü nasıl yaşam sona eriyorsa aynı şekilde evren de sona erebilir, hatta bu tüm canlı ırkının sonu anlamına gelebilir. Şimdi her ölümün yeni bir doğuş olduğunu Schopenhauer’dan yararlanarak belirttik. Peki, tüm canlı ırkının sonu durumunda da bir yeni doğuştan, varlığın devamlılığından söz etmek mümkün müdür?

Bu soruyu bir bilinmez olarak yanıtsız bırakmayı düşünüyorum çünkü cevap vermek zor olduğu kadar tehlikeli de…