Sanatçıların çoğunun uçuk kaçık, dağınık, nerde ne söylediğini bilmeyen, ani refleksler gösteren, sözüne güvenilmeyen, bugün söylediğini yarın reddeden, kolayca insan harcayan kimseler olduğunu söyleyenlerin sayısı az değil.

Böyle söylemleri doğru bulmadığımı, bu tip değerlendirmelerin hem saçma hem de dayanaksız olduğunu, bu yolla bir sanat ürünüyle ilişkiye geçemeyeceğimizi, ruhumuzu etik ve estetik yönden besleyemeyeceğimizi düşünürüm hep. Diğer yandan sanatçıyla veya sanatla ilişkilenmemiş kimseleri şanssız, kendisini ve dünyayı anlamaktan, anlamlandırabilmekten yoksun kişiler olarak değerlendiririm. Hayatında bir tek şiir ezberleyememiş, bir romanı sonuna kadar  okuyamamış, bir tablonun karşısına geçememiş insanlara  “dünya fakiri”  deyip içten içe üzüldüğümü de söyleyebilirim.

Tekil örneklerden yola çıkmak insanın değerlendirme ölçütleri sakatlar kuşkusuz. Bilinmelidir  ki her genelleme gerçeğin çok önemli bir bölümünü dışarıda bırakır, nesnelliğini kaybeder. Her şeyden önce normalin sanatı olmadığı gibi, sanatçılar da boyun eğen, her denilene “tamam” diyen kişiler değil, özü itibarıyla muhalif kişilerdir sanatçılar. Gerçek sanat insanı ne kimseye yalakalık eder, ne de saray kapısında durarak krala soytarılık eder.Bunun önce bilinmesi lazım.

Kendi adıma bir şairin, bir yazarın, bir ressamın, bir heykeltıraşın veya bir müzisyenin günlük ilişkileri, başkalarıyla ilişkileri ve/vaya yaşam tarzı beni çok da ilgilendirmez. Eğer doğrudan tanımıyorsam yalnızca yazdıklarıyla veya yaptıklarıyla ilişki kurmayı yeterli bulurum.

Hele hele önceki kuşak sanatçıların kişiliklerini, insani ilişkilerini, yaşam tarzlarını bilir bilmez, daha çok önyargı ve iftiralar sonucu;  insani olmayan, insaflı olmayan bir takım değerlendirmelerle ısıtıp ısıtıp ortaya koymak bana bir budalalık, bir basitlik, bir yetersizlik gibi gelir her zaman.  Hazzetmem bu gibi ortamlarda bulunmayı da.

Epey önceydi, birisi Nazım’ın aşklarından konuyu açtı, yavaş yavaş şiirine dil uzatmaya başladı, “bu gün olsaymış şiirleri dergilerde bile yer bulmazmış” demeye kadar vardırdı işi. Aziz Nesin’i provokatörlükle suçladı. Güldüm. Pikasso’yu, Dali’yi, Mikelanjo’yu ve daha pek çok sanatçıyı uçuk kaçıklıkla, hatta delilikle damgaladıktan sonra, “sanatçılar ahlaksız kişilerdir” demeye başladı. Bu kez gülmem, bir gülme krizine dönüştü. Kalkmasını istedim yanımdan. Yüzüme şaşkınlıkla bakınca, söylediklerin görüş falan değil ki saygı duyayım dedim. Bu yaptığın hastalıktan, hasetlikten başka bir şey değil. Başkalarından yeteneksizliğin  öcünü almak için ortalığa virüs saçıyorsun diye üsteledim.

O kişiyi Facebook arkadaşlığından çıkarırken şöyle bir gerekçe bildirdim kendisine: Sanat; insanın kendisine, başkalarına ve doğaya karşı yabancılaşmasını kıran en güçlü balyozdur. Ben kendimi okuduğum romanlardan, romanlardaki karakterler üzerinden, içime çektiğim şiir dizelerinden, estetik haz aldığım yazılardan ve yazarlardan  keşfettim desem siz bundan bir şey anlayamazsınız. Bir tablo, bir yontu karşısında iç yolculuklarıma çıktım, onlarda yaşanmamış aşklar gördüm, kurulmamış dünyalar seyrettim, bir senfoni sayesinde ötekini hissettim, dünyanın kokusuna aldım  desem şaşırırsınız. Sanat olmasaydı, özgürlüğüm kaynağını, başkalarının yaşam hakkını savunmaktan, başkalarının kendisini ifade etmesinden ve doğaya tutkumdan alamazdı desem düpedüz bana  “bu adam kafayı yemiş” dersiniz. Şiddet karşıtıysam, bildiklerimi sorgulayıp, öte gerçeklere meyletmişsem  ve  bugün dünyanın tamamlanmadığını düşünüyor, bunun da ancak sanat yoluyla  gerçekleşeceğine inanıyorum desem saçmalamaya başladığımı düşüneceksiniz. Hele hele şiirlerimi, öykülerimi  ve daha başka yazılarımı okuyunca  bir dedikodu yumağı gibi ortalıkta dolaşacaksınız  belli ki. En iyisi siz kendi yolunuz gidin, ben de kendi  yoluma diye noktayı koydum.

Hiç unutmam bu olayın arkasından bir şekilde yolumuzun kesiştiği, Kocaeli Üniversitesi’nin bir biriminde birlikte çalıştığımız ve   çalışma atölyesi olarak da kullandığı  Böcek Ev’de zaman zaman ziyaret ettiğim Heykel Oburu  dostum Mehmet Aksoy’u, onun hayretler içinde seyrettiğim heykellerini, onun insanı gözlerinin sıcaklığıyla karşılayışını düşündüm. Ağabeyim dediğim, birlikte geçirdiğim bütün zamanlara şükran duyduğum felsefeci, düşün insanı ve Heykeltıraş Hasan Bingöl’ü düşündüm.Nazım oyuncularından Orhan Aydın’ı, o yürekli, o yurtsever dostumu düşündüm. Birer kez söyleşme olanağı  bulduğum Yaşar Kemal’i,  Piyanist Fazıl Say’ı, onlardaki inceliği,  derinliği, birikimi, bilgeliği düşündüm.  Bu yazıyı kaleme alırken ölüm haberiyle sarsıldığım sevgili  Adalet Ağaoğlu’nu, o zarafet abidesini, onda dilediklerim, düşündüm…Hakkında konuşmacı olduğum sırada kendisinden politik romanın öncüsü diyerek kızdırdığım, bir dünya insanı, tepeden tırnağa vicdan Oya Baydar’ı düşündüm.   Danimarkalı  merhum  Şair dostum Erik Situnus,’u, halen ilişkimizin sürdüğü Niels Havs’ı düşündüm…Siyah Beyaz Fotoğrafçılığın babası sayılan merhum Cemal Turgay’ın, yıllar süren dostluğumuzda beni hep kendine hayran bırakan duyarlı, naif yüreğini, babacan tavrını düşündüm . Hemen hemen kendisinden sonra gelen her şairin elinden tutmuş, şiirini, evrenini büyütmüş ama burnunu asla büyütmemiş Ruşen Hakkı’yı düşündüm uzun uzun; dostluğumuzu, bizi ancak ölümünün ayırdığı dostluğumuzu onunla… Benzer şekilde Kemal Özer’i, Güngör Gençay’ı düşündüm. Gözlerim ıslandı. Anılar sağanağı altında kaldım uzun süre. Cengiz Gündoğdu’yu unutur muyum! Hastalıklarla boğuşup duruyor olsa da dimdik ayakta hala. Salt Türk Edebiyatı’na değil, genelde felsefeye ve hatta Marksizme bile katkıları olan koca bir dağ Cengiz Gündoğdu’yu. Ne büyük onur  benim için onunla da tanışıp sohbet edebilmiş olmak.Filozofumuz, şairimiz Afşar Timuçin sonra… Neler neler öğrendim onlardan. Kişiliğimi, duruşumu belirlemede, dünyayı ve kendimi anlayıp anlamlandırma da az mı katkıları oldu bu insanların!

Bu yazıyı kaleme alırken halen ilişkide olduğumuz, bir şekilde haberleştiğimiz,  görüşme olanağı bulabildiğimiz onca güzel sanat insanını düşündüm yoğun biçimde:  Arife Kalender’i, Ayten Mutlu’yu, Fatma Türk Kuşkaya’yı,Nalan Çelik’i, Reyhan Yıldırım’ı, Sema Efe’yi, Nejat Gacar’ı, İhsan Topçu’yu, Ruhan Odabaş’ı, Özkan Mert’i, Osman Bozkurt’u, Mahzun Doğan’ı, Sezai Sarıoğlu’nu, Halil İbrahim Özcan’ı, Oğuz Tümbaş’ı, Şener Aksu’yu,Salim Çalık’ı, genç şair – yazar dostlarım Mehmet Aslan’ı, Müjdat Güven’i… Daha onlarcasını…Hangisini, hangisini  saysam size! Ahmet Özer edebiyat dünyamızın Yunus’u  örneğin; bir güzel dost, bir güzel ağabey ki anlatılamaz. Ahmet Günbaş’a, Aziz Kemal Hızıroğlu’na, Özgen Seçkin’e “şiir ağabeyim” demeyi seviyorum . Bu saydığım isimlerin bir kısmı konuğum bile  oldu. Her birinin sıcaklığı evimdeki eşyaların üstünde, evimin duvarlarında, kitaplarımın sayfalarında saklı.

Diyeceğim bir sanat insanını uluorta, rastgele, hele hele bilir bilmez değerlendiremeye kalkmak, karalamak, bunları yaparken yanına bir de onaylayan birilerini bulmaya çalışmak ağrıma gider benim, kaldıramam. Bir hastalık hali çünkü. Bir karakter bozukluğu. Kimseye de yararı olmaz böyle bir tutum içine girmenin. Sanatçı kimsenin uşağı değil ki. Kimseye keyif bağışlayacak hali de zamanı da yok üstelik bir sanatçının.

Edebiyat  ve  sanat dünyasında insanlardan uzak duran, çok kimseyle ilişkilenmeyen, sadece vahi bildirir gibi  kendi sanat anlayışını ve üretimlerini topluma aktaran kişiler yok değil.  Olsun!  Bizim hoşumuza gidecek çaba içine niye girsinler ayrıca. Onlar doğrudan kimsenin elinden tutmasalar,  kendi sanat üretimlerinin dışında kimsenin ne yazdığına, ne yaptığına bakmasalar da ışık yayıyorlar zaten. Onların kendinden önceki sanatı ve sanat insanlarını kavramış olmaları, eksiklerimizi bu yolla tamamlamaya çalışmaları az şey mi?

Sanatçılar bitimsiz dünyalardır. Değerlidirler, bilgi ve birikim yüklü kişiler, özgür ruhlu insanlardır herbiri. Vicdandan kaledirler. Onlar gece ayışığı, gündüz güneştirler bize. Sanatın, sanatçının olmadığı bir dünya… Düşünmesi bile korkunç.

Hayrettin GEÇKİN