Barkın Can Topcu

İdealistler duyu izlenimleri ile algıladığımızın dışında fiziksel bir dünya olduğuna inanmazlar. Onlar için idea genelde salt soyut ve tanrısal bir kavramdır. Düşünceye inanırlar ama bu düşüncenin gerçekliğinin maddi toplumsal koşullarla ilişkisini analiz edemezler ve bundan öte maddi gerçekliği reddederler. Maddeci -materyalist- denilen filozoflarsa -bizim de içine girdiğimiz çatı- insan bilincini belirleyen gerçekliğin toplumsal koşullar olduğunu vurgulayarak varlığın önselliğine vurguda bulunurlar. Descartes’in düşünüyorum öyleyse varım yerine burada düşünceyi önsel kılan varlıktır, maddedir. Yani düşünüyorum öyleyse varım yerine varım öyleyse düşünüyorum desturu geçerlidir. Çünkü varlık olmadan maddeci felsefeye göre düşüncenin gerçekliğinden söz etmek mümkün değildir.

Ancak Marksist felsefede salt bir ateizm yerine diyalektikle yoğrulmuş bir maddeci anlayış ortaya çıkmaktadır. Çünkü Marx, Feuerbach’ı dini reddetmekle değil dini özündeki, dini yaratan toplumsal gerçeklikleri görmemekle yargılamakta ya da eleştirmektedir.

Dünyayı eksizsiz kavrayamayız çünkü dünyayı eksizsiz kavramak demek her şeyi ve her şeyin içindeki özü bileceğimizi ilan etmekten farksızdır. Bizler dünyayı aklımızla kavrarız. Bizden önce, düşünce var olmadan önce de bir maddenin var olduğunu inkâr etmek için geçerli hiçbir sebep yoktur. Düşünceyi var eden bir maddedir, aklımızdır. Ve bizler ancak dünyayı aklımızla kavrayabiliriz. Bu, fiziksel dünyanın varlığını inkâr etmeyen aksine varlığından emin olan ama kendi varlığımızın da sınırlarının farkında olan bir yaklaşımdır. Geçmişten günümüze varan süreç içerisinde bilgi birikimsel bir şekilde artış göstermiştir. Ancak nasıl diyalektiğin bir sonu yoksa benzer şekilde dünyaya ilişkin bilgimizde de bir sondan bahsetmek mümkün değildir. Her zaman bileceğimiz bilmediğimiz bir şeyler var olmaya devam edecektir.

Bizler insanlar olarak kendimizden bir tanrı yaratamayız. Evreni hep eksikli kavrarız çünkü evren önümüzde hazır bulunmaz, onu hep daha iyi kavrayabilmek için yeni analizlere ve buluşlara ihtiyacımız vardır. Zaten dünyayı eksiksiz kavrayamadığımız ve kavrayamayacağımız için bilince, bilime ve felsefeye ihtiyacımız var. Eğer beynimizin bir sınırı olmasaydı dolayısıyla evreni tanrısal bir fenomen içinde açıklamamız mümkün olsaydı, o zaman her şeyi bilirdik ve bilgiye ihtiyaç duymazdık çünkü daha önceden onu hep biliyor olurduk.

Dünyayı bir özne olarak kavrarız ve bu öznel var oluşumuz yakamızdan sıyırabileceğimiz bir şey değildir. Dolayısıyla, bu nedenle evreni hep kendi üzerimizden yola çıkarak kavrarız ve yine bu yüzen evren hakkında bilgimiz her zaman eksiklidir.