Barkın Can Topcu

Marx (Marksizm ve Bilim)

“Halkın yanılsamalı mutluluğu olan dinin ortadan kaldırılması, onların gerçek mutlulukları için gerekli bir istemdir. Onların koşullarıyla ilgili yanılgılardan kurtulmaları istemi, yanılsamaları gerektiren yaşam koşullarından kurtulmaları istemidir. Bu nedenle dinin eleştirisi, potansiyel olarak, aylası din olan bu gözyaşları vadisinin eleştirisidir.”

Din ile toplumsal koşullar arasındaki ilinti Marx’ta; Feuerbach’da olduğu gibi dinin özünün insanın özüne indirgenmesi şeklinde değil de dini yaratan toplumsal koşulların ortadan kaldırılması şeklinde kendisini gösterir. Bu salt bir yabancılaşma unsuruna yönelik bir savaşım değildir. Bu son kertede bu yabancılaşmadan beslenen burjuvazi sınıfının iktidardan düşürülmesine yönelik bir savaşımdır.

Halkın yanılsamalı mutluluğu saf bir iyimserlikle kendisini gösterir. Din halkın afyonudur der Marx, çünkü bu yanılsama bu yabancılaşma vaat ettiği öte dünya tasavvuru ile ilintisi içinde ele alındığında halkın var olan gerçekleri göremeyerek teslimiyetçi cahil bir iyimserliğe düşmelerine sebep olur. Ve bundan beslenen de tarihte hep egemen sömürücü sınıflar olmuştur. Din insanı iyimserleştirirken aynı zamanda teslimiyetçi de kılar… Gerçeği gören ve bilen bir zihnin böyle bir düzende iyimser olması mümkün değildir. O ancak gelecek dünya tasavvuruna yönelik bir iyimserlik barındırabilir içinde ama asla var olan düzenin içinde dindar iyimser bir teslimiyetçiliğin tuzağına düşmez, düşemez…

Bu yönden yanılsamalı mutluluk insanın saf kendi özünde değil bu yanılsamalı mutluluğu yaratan toplumsal koşullarda aranmalıdır.

Din bir üst yapı kurumu olarak alt yapının-ekonominin- belirleyiciliği altındadır. Ve onun diğer üst yapı kurumları gibi yavaş yavaş ortadan kaldırılışı ya da insancıl kılınışı son kertede bu ekonomik yapının yıkılmasına ve yerine sosyalist bir ekonominin inşa edilmesine bağlıdır. Çünkü toplumsal bir devrim olmadan, var olan üretim ilişkileri değişmeden bilinçte bir devrim yaratmak pek de mümkün değildir. Tarihin diyalektik süreci bunun örnekleriyle doludur.

Tarihi sınıf çatışımları üzerinden açıklayan Marx analizlerini yalnızca sırf yaşadığı kapitalist düzenle sınırlamadı. Bunun ötesinde onu anlayabilmek, açıklayabilmek ve ötesini görebilmek amacıyla ilkel komünal toplumdan başlayarak günümüze varan üretim ilişkilerini inceledi. Ve en nihayetinde tarihin nihai yasasının üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çatışıma dayandığını, bunun diyalektik bir olgu olduğunu saptayarak bundan sonrasına yönelik bir tasavvurda bulundu. Tarihin muhakkak bir gün sosyalist toplum biçimime varmasının kaçınılmaz olduğunu belirtti. Ve bu analiz birçok kimsede Marksizm’e leke vurmak amacıyla kullanılan bir silah haline geldi. Oysa Marx yalnızca var olan tarihin gidişatına bakarak kapitalizmin geçirdiği ve geçireceği krizlerin farkında olarak bu ekonomik toplumsal sistemin yıkılacağı ve yerine sınıfsız topluma giden bir yolun açılacağı kanaatinde bulunmuştu.

Elbette bu düzen kendiliğinden vuku bulmayacaktı, en başta işçi sınıfının ardından aydınların, sanatçıların, bilim insanlarının çabalarıyla, bilinçli eylemleriyle gerçekleşecekti. Lakin burada belirtmekten kaçamayız ki üretim ilişkileri belirli bir safhaya ulaşmadan böyle bir devrimden söz etmek pek de mümkün değildir. Diyalektiğin yasalarından olan “nicelikten niteliğe sıçrayış” da bunu imler. Toplumsal koşullar hazırlanır, belirli bir aşamaya gelir ve ancak o zaman bir devrim patlak verebilir.

Tarih Felsefesi, Hegel (Marksizm ve Bilim)

“Doğada gerçekleşen değişimler ne kadar sonsuz çeşitlikte olurlarsa olsunlar, yalnızca sürekli olarak yinelenen bir çevrim sergilerler; doğada ‘güneşin altında yeni hiçbir şey’ olmaz… Ancak Ruh’un bölgesinde gerçekleşen değişimlerde yeni bir şey ortaya çıkar. Us dünyasındaki bu özellik, insanın yazgısının salt doğal nesnelerin yazgısından bütünüyle farklı olduğunu gösterir-burada her zaman, her türlü değişimin (il duruma) geri döndüğü bir ve aynı değişmez niteliği, yani gerçek bir değişim gücü, daha iyiye doğru değişme yetisi, kusursuzluğa doğru bir itki görürüz.”

Bu tez doğada var olan evrim yerine doğanın bir anda ortaya çıktığını, onda var olan değişimlerin ne kadar sonsuz çeşitlikte olursa olsun statik bir yapı gösterdiğini; diyalektik olan şeyin-her ne kadar felsefi idealist tarzda da olsa- doğada değil us dünyasında gerçekleştiğin imlemektedir. Ancak Hegel’in belirttiği üzere us dünyasında başka bir şey vücut bulur. Doğadan farklı olarak us dünyasında; usa sahip insan yaşamında tarihsel anlamda bir gelişim, diyalektik söz konusudur. Bu bağlamda insan yaşamı ile doğa yaşamını ayrıksı kılan insan yaşamının tarihsel gelişiminde bir usun vuku bulmasıdır. Hegel’de idea dünya tarihi içinde kendini gerçekleştirir. Onun alanı usun alanıdır, doğa alanı değil…

Doğada iyiye, kusursuza yönelik bir gelişimden söz etmek mümkün değilken usun dünyasında tanrısal bir geist açısından iyiye, kusursuzluğa giden bir yol-dan bahsetmek mümkündür. Çünkü idea kendini tarih içinde gerçekleştirir ve insan da ussal bir var olan olarak bu tarihin parçasıdır.

Bu yönelimin en sert eleştirisi ilk olarak doğa alanı ile toplum alanının birleştirilmesidir. İkinci olaraksa tarihi doğanın bir parçası olarak ele alış biçimi ile var olan diyalektiği tanrısal bir usa değil maddi üretim gelişimlerine dayandırmaktır. Üçüncü olarak ise tam bir kusursuzluğun ve tam bir iyi halinin mümkün olmaması nedeniyle diyalektiğin gelişiminin kapılarını sonsuz ufuklara açmak, doğadaki ve tarihteki ardı arkası kesilmeyecek olan gelişimi inkâr etmemektir.

Marx (Kapital Cilt 1)

“Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil onun tam karşıtıdır da. Hegel’e göre insan beyninin yaşama süreci -diğer bir deyişle onun ‘idea’ altında bağımsız bir nesneye dönüştürdüğü düşünce süreci- gerçek dünyanın yaratıcısı (Demiurgos), gerçek dünya da, yalnızca ‘idea’nın dışsal görüngüsel biçimidir. Benim için ise, tersine idea, insan aklında yansımasını bulan ve düşünce biçimlerine dönüşen maddi dünyadan başka bir şey değildir.”

Hegel büyük bir felsefi sistem kurmuştur. Şeylerle değil süreçle ilgilenmiş, diyalektik düşünme biçimi ve yöntemi geliştirmiştir. Ancak onda var olan her şey bir tanrı yetisinin parçalarını taşıdığı, tarihi madde üzerinden değil düşünce üzerinden okuduğu, var olan düşüncenin gelişim yasalarını kavrayamadığı ya da daha doğrusu yanlış kavradığı için Marx’ın onu düzayakları üzerine oturtması felsefe bilen bilmeyen birçok kimsenin ağzına dolanmıştır.

O ideanın gelişimini soyutlaştırarak tarihin öncesini ve sonrasını bu gelişim üzerinden okumuştur. Onda temel, parçalanması mümkün olmayan bir içerik vardır. Ve bu içerik insanüstü bir ereğin varlığına yönelik tasarıya dayanır. Onda tarihi anlamak ve yorumlamak salt soyut, dinsel bir tasarının kavranması gibidir. Bu bağlamda tarihin itici gücü salt bir usa dayandırılmakta ve felsefe salt bu us tarafından şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Oysa Hegel bu usun, insan evriminin bir ürünü olarak ortaya çıktığını, kaynağını maddi yaşamda bulduğunu, tanrısal bir güce dayanmadığını, ancak ve ancak idea adı verilen şeyin maddi gelişimin yasalarının bir ürünü olduğunu görememekle kalmamakta bu felsefi idealist tutumla tarihin tüm gelişim yasasını da bu düşünme yöntemine dayandırmaktadır. Onda gelişim içinde bir tarih vardır, insan bu tarihin öznesidir ve bu tarihin gelişimi diyalektik bir sürece dayanır. Marx bu konuda Hegel ile aynı fikirde olmakla birlikte Hegel’i toplumsal yaşamın genel yasalarını soyut bir us üzerinden açıklamakla, onun bağlı olduğu maddi var oluşu görememekle eleştirir. Yani bu bağlamda iki filozofu ayıran temel husus tarihin gelişim yasasını açıklamakta kullandıkları temel tözdür. Hegel bir felsefi idealist olarak tarihin ilerleyişini soyut bir ideanın gelişimine dayandırırken Marx usu belirleyen toplumsal koşullara dikkat çeker ve usun, düşüncenin; maddi dünyanın yansıması olduğunu bilir ki bu dünya felsefe tarihinin temel iki karşıt noktasına dayanmaktadır: Felsefi idealizm ve felsefi materyalizm…